• Sonuç bulunamadı

Köprü iskelelerinden çeşitli sayfiyelere giden, vapurların siyah renge boyanmış olması İstanbul’un, yaza mahsus güzelliğine büyük bir zarar veriyor..

Bu matem rengi, her tarafında âhenkli sular akan,, ağaçlarından olgun meyveler sarkan, tarhlarında gül­

ler ve çiçekler açmış bir bahçeden, nereden geldiği, bilinmeyen gizli bir ölüm kokusunu andırır...

“ Gil Blas88” nm meşhur topal şeytanı gibi, koca bir şehrin çatılarını kaldırıp evlerin mahremiyetinde- gizlenen sırlan öğrenmek ve bu suretle hayatın ters tarafı hakkında derin bilgi edinmek kudreti herkese nasip olmadığı için, duyularımızın verdiği intibalara inanmaya mecburuz. Uzaktan insan zanneder ki.

Boğaz ve Ada vapurlan, sulan daima firuze ren­

ginde, ağaçlan her zaman taze ve yeşil olan bir neş’e ve istirahat âlemine seyrüsefer ederler. Ora­

larda kadmlann elbiseleri bahar renklerinden biçil­

miş ve erkeklerin çehresi, sıhhat ve saadetten, yenî.

AHMET HASIM

-doğan ay gibi kırmızıdır. O yerlerde geniş terasalar

•üstünde, beyaz örtülü masalar etrafında, billur ve /gümüş bardak ve tabakların parıltıları, meyve ve yaprak renkleri ortasında, yemek yeniür; gece hafif rüzgârlarla sallanan kâğıt fenerlerin aydınlığında

•dans edilir; denizde yıkanılır, sandalla gezilir; meh­

tapta beyaz alaylar halinde koşulur; gülüşülür,

■öpüşülür; hâsılı oraları aşk, gençlik, neş’e ve saadet yerleridir, oralara gidenler, hüzünlerinin siyah el­

biselerini şehirde bırakırlar. Ve yazın beyaz neş’e- lerine bürünerek yola çıkarlar. Yaz sıcaklan basınca .hayâlin bu suretle tasavvur ettiği yerlere giden na­

kil vasıtalannm, az çok, o yerlerin estetiğine yakı­

dır renk ve şekle sahip olması, ruhun sıhhati için lâzım gelmez mi? Halbuki Boğaz’a ve Adalar’a gi­

den vapurlar, ahrete gidermiş gibi ölüm ve matem renklerine boyanmış bulunuyor. “ Siyah” yetmiyor­

muş gibi, seyrüsefain şirketi, siyaha, bir de kolera,

¡sancı ve baygınlık rengi olan “san” yı da üâve et­

mek suretiyle azamî derecede korku ve fecaat tesi­

rini elde etmeye muvaffak olmuştur.

Bizde adî teferruat kıymetinde tutulan renk ve

■şekil mes’elelerine ne kadar ehemmiyet verilse yeri var. Bunu, şâirane bir hevesle değil fakat pratik bakımdan söylüyorum. Otomobillere ve tayyarelere verilecek şeklin ve rengin hangi hayvan şekli ve rengi olması lâzım geleceği hakkında, bugüne kadar Avrupa’da yapılmakta olan münakaşalar okunsa, bize çocukça gibi görünecek olan bu mes’elelerin otomobili icat zekâsını gösterenler için, sür’ati art­

tırmak, istirahati temin endişelerinden daha aşağı (bir ehemmiyete sahip olmadığı görülür.

GUREBAHÂNE-Î LAKLAKAN 123:

Paris’ten Deauville sahillerine giden “mavi tren” sırf pratik bir endişeden dolayıdır ki mavi, renge boyanmıştır. “ Mavi tren” Deauville’den ge­

lirken, zannedilir ki, birlikte, mavi gökyüzü ve mavi deniz parçalarım da Paris’in karanlıklarına getiri­

yor. Ve “ mavi tren” için Paris’ten bilet alan bir adam, zanneder ki mavi bulutlardan yapılmış bir nakil vasıtasına binerek mavi gökyüzü ve mavi de­

niz iklimlerine gidiyor.

Iş adamları bilmelidir ki, keseyi açtırmanın en?

iyi yolu bazen “ ruh” u memnun etmeyi bilmektir..

SİNEMA

Meşhur bir yazarımız, “ yeni bir sahne üslûbu”

telâkki ettiği sinemayı geçenlerde bir makalede- bahis konusu ederek, beyaz perde üzerinde çarpan*

kalplerin seyirciye getirdiği zevki tahlile çalıştı. İs­

patı istiare, delili teşbih olan yazarın belâgati maa­

lesef bizi ışıklı perde üzerinde kımıldatan gölgelerini estetiğine zerre kadar inandırmağa kâfi gelmedi..

Gerçekten şiirde, resimde, musikîde, hikâyede ko­

nudan başka her unsuru, yani bizzat san’atı fazla ve rahatsız edici bulan halkın anlayışına pek uygunı olduğu için sinema, günden güne, tiyatroyu hayat kaynaklarından mahrum edecek, elinden san’atkâ- nnı, seyircisini alacak ve nihayet öz suyunu kurutup- öldürdükten sonra onun yerine geçecektir. Fakat bundan dolayı “ sinema” yı, bir nevi sahne üslûbu:

olduğunu zannetmek icap etmez.

Sükût san’atı olan sinema, söz san’atı olan ti­

yatronun soysuzlaşmış bir şekli değil, hattâ

cinsin-124 AHMET HÂSİM

•deE bile değildir. Ne iskemlesi üzerinde neş’esinden kıvranan şu herifin kahkahası, ne de locasının loş­

luğunda, badem biçimindeki gözlerinden altın gibi parlak damlalar akıtan şu güzel kadının teessürü, sinemaya soy itibariyle hâiz olmadığı asaleti ver­

meye kâfi değildir. O herifin kahkahası, karnı gibi gelişmiş bir başı olmadığını ve altın gibi parlak göz­

yaşları da güzel kadın olmanın ahmak olmaya hiç de mâni olmadığını gösteren adî birer delildir. Sine­

ma tâ esasta san’atm zıttı ve muarızıdır. San’at, .nedir? Estetikte artık kabul edilmiş bir düstura gö­

re “ san’at aşırılık ve mübalâğanın bir cinsidir ; san’at bir yalandır” . Bu telâkkiyi zamanımıza mahsus ad- detmemeli, eski Yunanlılarda bile yalanın tanrısı HermèsS9, aynı zamanda san’atm da tanrısı idi.

Hermès durmadan gözle görülen şeylere şekil de- ğiştirterek nizamsızlığa kendi İlâhî âhenginin niza­

mım verir. San’at eserleri tabiattan kopye edilmiş değildir. Kubbe ve minare, çınar ve selviyi taklit

•etmez. Ehram, çölün kum helezonlarını örnek tut­

mamış, gotik mabed, fransız ormanlarından şeklini almamıştır. Fotoğraf âletinin zâlim gözüyle şekilleri, manzaraları, vak’aları görüp tespit eden sinema, bu ibakımdan, kökleri tâ insanlığın hüzün kaynaklarına kadar uzanan ezelî san’atm mahiyetiyle taban tabana zıt bir gayeye uymaya mecburdur. Hakikate küçülerek boyun eğişi, onu hayâlin lûtfuna mazhar

■olmak imkânından uzak bulundurur. Işıklı levha,

tuI yalanın tecelli ettiği yer değildir. Onun için sinemanın akisleri estetik mânada güzel değildir, hattâ sonsuz bir gelecekte bile bu akisler güzel ol­

mayacaktır.

GUREBÂHÂNE-Î LAKLAKAN 125

AŞK VE KIYAFET

Karanlık kıyılarına doğru ilerlediğimiz ölüm de­

nizinden sıçrayan köpük serpintileri gibi, şakakların­

da ilk beyaz saçlar belirmeye başlayan, kırk yaşma basmış okuyuculara soruyorum. Gençliğinizi, genç­

liğinizin o tatlı kalbini hatırlar mısınız? Bir kapı aralığından parıltısı size bir saniye vuran siyah bir gözün, veya ipek bir peçe dokusu arkasından seçe­

bildiğiniz taze bir tenin veyahut bir şimşek sür’a- tiyle önünüzden kaçarak perdeler arkasında kaybo- luveren genç bir eteğin sizi içine düşürdüğü o ta­

hayyül, ürperme ve sıtma geceleri hatırınızda mı?

Sır ve hava gibi göze görünmeksizin etrafınızda ya­

şayan o mahrem kadının uzaktan, mıknatıs akım- lariyle kanınızda uyandırdığı fırtınalara karşılık niçin bugünün renkli, kokulu ve çıplak kadını, kendi nes­

linin gencine aynı ürperme ve aynı çarpıntıyı vere­

miyor? Siz, ey kırk yaşma basanlar, gençliğinizde kadından titrer, aşktan korkardınız! Bugünkü gen­

cin gözündeki sert parıltı, dudaklarındaki zâlim te­

bessüm, o eski tehlikeli aşkın gülünç ve ehlî bir hayvana döndüğünü anlatmıyor mu?

Kadın câzibesindeki bu azalma acaba nedendir?

Bunu bazıları kadın kıyafetinin açık saçıklığma ver­

diler, bazıları da bu açık saçıklığı, kadında iffet hissinin eksilmesine ve neticede aşkın soysuzlaşma­

sına bir sebep diye öne sürdüler.

Halbuki, kıymeti nisbî olan iffet, zaman, iklim, din, âdet ve bilhassa giyiniş tarzlarma göre değişen kararsız bir fazilettir.

126 AHMET HASIMI

Kadın psikolojisini tahlilde üstat olan bir ya­

zara göre, kadın kıyafetinin, somurtkan fikir adam­

larını acı düşüncelere sevkeden bu açık saçıklığı üe iffet arasında bir münasebet aramak hatadır. Harp­

ten beri kadın elbiselerini bu derece hafifleten baş­

lıca sebep sporun medenî hayatta işgal etmeye baş­

ladığı yerdir. Vücut zindeleştikçe dış tesirlere karşı mukavemeti de artmış ve artık hasta göğüsleri, sızılı, kemikleri örtmekle vazifeli olmayan elbiseler, sıh­

hatli bir vücudun güzelliğini gizlemeyecek bir tarz­

da biçilmeye başlamıştır.

Kadın tavırlarındaki aşırı serbestliğe gelince,, bunun da sebebi harp imiş. Birçok faaliyet saha­

larında erkeğin yerine geçen kadın, erkek işlerim görmekle erkek tavırlarını edinmeye başlamıştır.

Fakat sebepler her ne olursa olsun, bugünkü kadın çıplaklığının cinsî cazibeyi azaltmakta ve has­

sasiyeti uyuşturmakta olduğunda hiç şüphe yoktur- Sonsuz çıplak bacaklar ve sayısız açık göğüsler göre göre, erkek gözü, kadın etinin yalnız görünü­

şüyle doyuyor. Bu soğuk ve kayıtsız göze hırs pa­

rıltısını verebilmek için şimdi kadın ne müthiş kud­

retler sarf etmeye mecburdur!

Giyinmekte ve soyunmakta kadının yegâne mu­

harriki aşk olduğuna göre, aşk oyunlarına bu derece zaran dokunan bir kıyafetin fazla devam etmesine imkân olmadığım haber vermek için hiç kâhin ol­

maya lüzum yoktur. Gariptir ki kıyafet bahsinde aşk ile iffetin dileği birleşiyor. Onun içiıi ergeç kadın, yine yıldırımlarla yüklü bir gökyüzü gibi, yavaş yavaş dumanlanıp kapanacak, sırma ve ipek­

ten biçilmiş heyecan verici bulutlar arkasına çeki­

«GUREBÂHÂNE-t LAKLAKAN 127

lecek ve esrarengiz ışıklarını yine oradan yaymaya başlayacaktır. Spor açıklığı istiyorsa, spordan daha kuvvetli olan aşk, sır ve müphemiyeti istiyor.

Benzer Belgeler