(...) akademisi gençleriyle bir gün üslûplar hak
kında görüşüyorduk. Bir hanım Süleyman Nazif’in üslûbundan aldığı tesiri bize şu misal ile anlatmıştı:
— “Bu üslûbu bir adam şeklinde tasavvur et
tiğim zaman gözümün önüne muhteşem bir kabile reisi geliyor. Her tarafından sırmalı püsküller sar
kan gösterişli bir maşlaha sarılmış olan bu adamın 8
114 AHMET HÂŞİM)
çehresi esmer ve sakallıdır; gümüş ve altın zincir
lere takılı mercan ve yakut kakmalı eğri bir kılınç yanından sarkıyor, beyaz dişlerinde hayat şimşek
leri çakıyor ve gözleri çöllerin ateşiyle yanıyor; ar
kasında sabırsızlıkla yeri eşeleyen, üç siyah kölenin;
zorlukla tutmağa çalıştığı bir at, köpükler içinde durmadan ufuklara doğru kişniyor.”
Acı veren ölümüne hâlâ ağladığımız emsalsiz üstat, hakikaten, siyah paltosu ve yuvarlak şapkası altında, Asyah bir kabile reisinin haşmetini taşırdı.
Doğu medeniyetinin serhaddine varmış olan o şanlı:
süvari, bir türlü atı, mızrağı ve kıhncıyle Batı me
deniyetin demir köprüsünden geçememişti, zira atı çelik levhaların gürültüsünden ürkmüştü.
Üslûbunun sathî tetkikinden anlaşılır ki:
Süleyman Nazif bir doğulu zihniyetiyle “belâ- gat” kaidelerine büyük bir iman ile inanan son bü
yük san’atkârımızdı. “ Söz” ün kudretini kelimelerin!
âhenginden, nidâlann azametinden ve tezatların şim
şeklerinden beklerdi. Fakat akla şaşkınlık veren bir hayat kaynağı olan bu adam, ateşten parmaklariyle kelimelere dokundukça onları garip bir akıcılıkla canlandırmasını bilirdi. Cansız lügat onun elinde bir alev gibi yanardı. Süleyman Nazif, insanlar ara
sında eski tabaka farklan gibi, kelimeler arasında da bir sınıf farkının mevcut olduğuna inanırdı. Süflî addettiği birtakım kelimeler vardı ki onları üslûbu
nun eşiğine bastırmazdı: Bu kelimeler, günlük ha
yata ait, herkesin kolayca söyleyip anladığı kelime
lerdi. Asü kelimeler sınıfını ise tarihe, coğrafyaya,, astronomiye, felsefeye ait olanlar teşkil eder. Bu
«GUREBAHÂNE-l LAKLAKAN 115
hususiyet üslûbuna Asurlu bir kâhin dili çeşnisini
’verirdi.
Süleyman Nazif, elifba içinde bilhassa “ a” har
fine hayrandı. Seçtiği ekseri kelimelerde bu harf kuvvetle hâkimdir. Onun için üslûbu bir hitabet lisanı gibi derinden derine gelen garip bir ses ile dolu idi. Onu okuyan adam bağıran bir adamı din
liyorum sanırdı ve önünde matbaa harfiyle basılmış î>ir sahifenin durduğunu unuturdu.
Süleyman Nazif’in dilinde cinsî ihtiraslar yer bulmazdı. Onun için “ kadın” isminin geçmediği bu üslûpta şâfiî bir haşinlik hissedilir. Olgunlaşmış er
kek güzelliğinin en güzel bir örneği addedilmeğe lâ
yık olan güzel başı en hassas ve en zengin bir zekâyı taşımakla beraber, üstat — eski “ estetik” e sadık kalmak için olacak — yeni coğrafyaya itibar
*etmez ve dünyayı daraltan telli veya telsiz telgraf
tan, trenden, otomobilden haberdar görünmeğe hiç tenezzül etmezdi. Onun için lisanında “ arz” , “Afri
ka” “Asya” “ şimal” cenup” gibi kelimeler, esraren
giz bir uzaklık ve bir sonsuzluk hissini verirdi. “A ” harfinin zincirleme gitmesiyle yukarıya doğru geli
len üslûbu, diğer taraftan dumanlı ve smın belir
siz lâfızların tesiriyle ufkî bir tarzda genişlerdi. Bun
dan dolayı bu dü, bazen fikre hiç ihtiyaç duyma
dan, sırf kelimelerin sihriyle, sema ve denizin baş döndürücü yükselme ve genişliğini almağa muvaffak olurdu.
Süleyman Nazif “ kelime” lerin serdarı idi. “Ke
limeler” şimdi onsuz, başı boş bir sürüdür.
116 AHMET HÂŞİMI
OSMAN PEHLİVAN80
Bir akşam, san’at dostu bir ailenin evinde bir musikî ziyafetine davet edilmiştim. Bana tanburacı Osman Pehlivan’ı tanıtacaklardı. Medhi dilden dile“
dolaşan bu adamın senelerden beri adını işitirdim..
Musikîsini de işitmek ve kendisini tanımak imkânını bahşeden fırsatı büyük bir istekle kabul ettim.
Pehlivan, girdiğim büyük odanın bir tarafında, lâmbaların aydınlığında, sert bir kaya parçasından biçilmiş zannedilen pos bıyıklı başım iptidaî bir tanburanm telleri üzerine eğmiş, akordunu yap
makla meşguldü. Elindeki tanburanm şeklinde diğer birçok musikî âletleri, bir vahşi hayvan avcısının silâhlan tarzında, bir köşeye dayatılmış, ustanın muhtemel emirlerini bekliyorlardı. Pehlivanın genç kansı, kocasının yanında oturmuş, sihirli musikînin tellerden ve tahtalardan fışkırmasını bekleyerek,, nasırlı parmaklann saz üzerinde yaptığı hazırlıklan,, badem biçiminde kesilmiş siyah gözleriyle takip edi
yordu. Birçok meşhur davetlilerle dolu olan büyük oda, ürpertili bir sükût içinde idi. Herkes havada:
bir mucizenin tecellisini bekliyor gibiydi.
Pehlivan, türkülerine başladı. İhtiyar hançere- den çıkan boğuk ve âhenkli sesle, ince bakır tellerin şakrak sesi, tıpkı bu ihtiyar koca ile bu genç zev
cenin aşkı ve anlaşması gibiydi. Genç bir hanım, heyecandan titreyen bir sesle, yavaşça intibaını ku
lağıma fısıldadı:
— Bu garip adam bir Avrupa müzesinde gör
müş olduğum bir mermeri hatırlatıyor: Narin ve beyaz bir deniz kızım kucağında tutan korkunç bir
GUREBAHÂNE-Î LAKLAKAN ıır canavar.... Bu nahif saz, bu haşin pehlivanın elinde esir bir Siren81’i andırmıyor mu?
Musikî tanrısı Apollon’u kamıştan kavalına’
mağlûp eden çoban Marsiyas gibi kırlarda yaşa
yan, bostan eken ve toprağın verdiği mahsûl ile- geçinen pehlivanın, bütün Türk coğrafyasına ait tür
külerini dinlerken, edebiyatta Alain imzasiyle ta- nılmış, Sorbonne profesörlerinden Chartier’nin (kalb) kelimesi hakkmdaki şu düşüncelerini hatırladım:
“ Kalb” kelimesi, her dilde hem “ sevgi” hem de-
“ cesaret” mânasına gelir. Kelimeler, asırların tec
rübesiyle mânalarını aldıklarına göre, her dilde,,
“ kalb” kelimesine verilen mânalardaki bu uygunluk,, halk müşahedelerinin, her devirde ve her memlekette- aynı hakikatle karşılaşmış olduğuna bir delildir.
Sevmeyi bilmeyen ölmeyi bilmez; savaş sevginin-, tamamlayıcısıdır. Barsak yatağı olan karın içinde,, yani beslenme ve hazım mıntıkasında değil, sinede, yani hayat kuvvetlerinin bölündüğü zengin ve asil, mıntıkada bulunan “kalb” i aşk ve kahramanlığa, merkez olarak kabul eden halk hikmeti, bu suretle,, aşk ve cesaret gibi iki fazilete ancak süflî ihtiyaç
lardan yükselmekle ve kendini hor görmekle erişile
bileceğini de anlatmak istemiştir. Gerçekten bezir- gân gibi hesap tutan bir “ aşk” veya bir “ cesaret”
tasavvuru kabil midir?
Osman Pehlivan’m sazı, hep dağ başlarında fır
tınalar, rüzgârlar ve yağmurlar altında veyahut bağlarda, bahçelerde, sâkin bir yaz akşamının altın
ları içinde dolaşan bağrı yanık bahadırların yer yer aşkım hikâye ettiği içindir ki, ruhu bizzat aşkın*
118 AHMET HÂSIM
-pençesi gibi sıkıyor ve her an vücut yakıcı ürpen- jneler uçuruyor ve gözden görülmez yaşlar akıtıyor.
Haşin pehlivanın sazını dinlerken anlıyoruz ki:
Aşk ve kahramanlığa iki kardeş olduğunu hiç bir ımillet, şarkılarında, Türk milleti gibi anlatmayı bil- jnemiştir.
MİZAH
Bundan üç dört sene evvel meşhur karikatürcü Torain^’in Fransız Akademisine aza seçilişi bü
tün dünyayı hayret içinde bırakmıştı. Zira Forain .büyük kudretine rağmen bir “ güldürücü” idi ve bu itibarla ilim ve edebiyatı barındıran vakur binanın
•çatısı altında yeri olmamak lâzım geliyordu.
Gerçekten dünyanın her tarafında san’atı, her ne vasıta ile olursa olsun, diğerlerim güldürmekten ibaret olan adam halk tarafından yalnız hor görül
meye hedeftir. Bu umumî telâkki tesiri iledir ki mizah: Yazıda edebiyatın, resimde san’atın ve sah
nede tiyatronun en şerefsiz ve en aşağı yeri adde- -dilir. Halk lehçesi “ Güldürücü” nün sosyal mevkiini dikkate almıştır; her dilde ona verilen isimler pas
kal, maskara, soytarı gibi lâfızların eşidir. Bu gibi kelimelerin, hiç bir dilde saygı ve teveccühü ifade
•etmediklerini ayrıca söylemeye lüzum var mı?
Hayvan çehresinde “ gülüş” ü tecelli ettirecek uzvî tertibatın kıtlığından mı, yoksa, hayvan ruhu
nun neş’eye kabiliyetsizliğinden mi nedir, herkesin bildiği felsefe ve mantıkta gülmek kabiliyeti, başlı başına, insanın üstün bir vasfı ve zekâsının bir işa- ıreti addedilir.
GUREBÂHÂNE-t LAKLAKAN
Bir mizah yazarı, bana bir gün, hoş görmedi
ğim bir tarzda taarruz etmek istemişti. Tecavüzden, neş’esiz bir dakikamda haberdar olduğum için cevap- vermeyi zarurî addetmiştim. Bana verdiği cevapta:
“ Be hey hayvan! Ne kızıyorsun? Gülmenin insanın, şanından olduğunu bilmez misin?” demişti. Şimdi, burada söyleyeyim ki gülmek hassasının yalnız in
sana mahsus olduğuna ben hiç kani değilim.
Diğer hayvanların gülemeyeceklerini biz nasıl', kendiliğimizden bilebilir ve nasıl düşünmeden iddia edebiliriz? Sopa altında merkebin neş’eye hah mi:
var? Otlamaktan ve uzun barsaklannı doldurmak
tan koyun ve keçinin gülmeye vakti mi var? Her köşede ve her delikte çelikten korkunç dişlerini şimşek sür’atiyle kilitlemeye hazır binlerce ustalıklı;
tuzağın tehlikeli çemberi içinde yiyecek ufak bir- gıda kırıntısını aramakla meşgul, aç ve perişan fa
renin gülmeyi hatırına getirmesi için cidden çıldır
mış olması lâzım gelmez mi?
Fakat “ gülüş” istediği kadar insanın bir üstün vasfı mahiyetinde olsun, halk nazarında gülüş hiç
bir zaman gözyaşının vekar ve asaletine sahip de
ğildir.
Manakyan83 ayarında bir dram san’atkârınm ismine dün ciddiyet izafe etmekte hiç kimse tu
haflık bulamazken, zamanımızın iki hâlis üstadı olan Nâşit84 ve Dümbüllü İsmail86 Efendilerin adlarını gülmeden söylemek her halde, ciddî bir toplantıda insanı derhal dışarı attırmaya yetecek bir hatadır.
Sanki güldüren adam karşısındakine neş’eyi verir
ken aynı zamanda kendine karşı saygısızlığı da tel
kin etmiş oluyor.
120 AHMET HÂSIM
itiraf etmeli ki “gülüş” ruhun asü bir faaliyeti eseri değildir. Hiç kimse kendine gülmez; güldüren, diğerinin aczi, kusuru ve dalgınlığıdır ve gülen, ken
dinden fazla memnun olan gururumuzdur. Fikir ya
ratmakta veya düşman gözetlemekte veyahut son
suz suya veya gökyüzüne bakıp düşünmekte olan adam gülmez, “ aşk” m çehresi “hüzün” ün çehresi gibi sakin, ölçülü ve haşindir. Ruh, neş’e sahasında, ancak tebessümün dudaklar üzerinde çizdiği hatta kadar ileri gidebilir, zira ondan sonra etin kabahğı ve karışıklığı başlar. Gülen bir adamın çehresinde gerilen dudakların açık bıraktığı iki çıplak diş sırası, hayvan sırıtmasını andırmaktan uzak olmadığı ka
dar gülmeyen bir insan ve bühassa gülmeyen bir kadın çehresi, İlâhî bir çehre olmaya yakındır.
“ Mizah” m diğer san’atlar arasmdaki bu hakîr ve alçak vaziyetine rağmen, Forain’i ilk karika
türcü olarak Akademi âzalığına seçtiren sebep ney
di? Sebep şu idi ki Forain’in çizgisi, alelâde bir soytarı şakşağı değil, Moliere86’in kalemi ve Nas- reddin Hoca87’nın nüktesi gibi fenaların sırtında bir kırbaçtı. Forain’in gülünç yaptığı, çirkinleştirdiği ve halkın istihzasına fırlattığı şey, malûm uzvî ân- zalar, bönlük ve alıklık değil, zararlı zekâların kay
nağından doğmuş insan kusurları ve cemiyet bozuk
luklarıdır. Kahkahası, semavî bir gazabın akisleri gibi, yalnız zâlimlerin yüzünü sarartır. Sırf mazlum
lara, mağlûplara ve düşkünlere karşı derin merha
meti sevkiyledir ki, mes’ut olanların boğazına sal
a rd ı. Forain’in karikatürü şefkat ve merhametin tesirli bir telkin vasıtası idi.
GUREBÂHÂNE-1 LAKLAKAN 121 Bir tarih dönemecinin fırtına ve rüzgârları or
tasında yıkılmış köhne bir dünyaya karşılık mey
dana getirilecek yeni âlemin bir an evvel gök ve- havaya doğru yükselebilmesi için, en hakir kuvvet
lerin bile harekete gelmeye mecbur olduğu şu daki
kada, ahmağa iğrenç bir neş’e, cinslere karşılıklı, ürpermeler teminiyle meşgul; kudretin tokadından korkan, yalnız acz ve zaafa saldıran kendinden za
yıflara gücü yeten mizahımız için Forain’in o mer
hametle titreyen kalemi ne feyizli bir tefekkür ve- vicdan muhasebesi konusu olabilirdi!