• Sonuç bulunamadı

Kant sonrası felsefenin gelişim seyri semantik geleneğin çizgisi üzerinden takip edildiğinde, felsefenin temel konusu dil ve dilin sınırları içerisinde kalanın incelenmesi olduğu görülmektedir. Semantik geleneğin dile yönelik incelemesi, felsefenin tüm metafizik zeminin ortadan kaldırılarak dilin yalnızca çözümleme tabi tutulup bilimsel bir imkânının yakalanma çabası olarak nitelendirilebilir. Felsefenin dilin çözümlenmesine indirgenmesi temelde metafiziksel olandan tamamen arınabilmeyi mümkün kılacak yeni bir düşünme yöntemi arayışı olarak düşünülmelidir.

Bu anlamıyla semantik gelenek mantık ve dilden hareketle metafiziğin elenmesine yönelmiş ve böylelikle felsefeyi meşru bir zemine kavuşturmayı amaçlamışlardır (Altuğ 2006, 1). Ancak felsefe metafiziksel zemininden koparılması ile salt bir analiz ya da çözümleye indirgenmiş olunmaktadır. Bu da beraberinde kaçınılmak istenilen yeni birçok metafiziksel problemleri beraberinde getirmiştir.

Gödel’in tamamlanamazlık teoremlerine yönelik bir incelmeyi teşkil eden bu tez Gödel’den hareketle analitik önermelerin zemini üzerine bir tartışmayı semantik geleneğin analitiklik anlayışının ötesinde metafiziksel bir zeminde açıklama çabası olarak görülmelidir. Çünkü Gödel teoremlerinin yorumlandığı bölümde gösterildiği gibi salt dilin sınırları içerisinde aritmetiğin önermeleri yakalanamamakta dolayısıyla aritmetiğin önermelerinin varlığı de sorunlu haline gelmektedir. Bu sebeple Gödel teoremleri Kant’ın transandantal felsefesinden hareketle açıklanmaya çalışılmış ve semantik geleneğe bir itiraz getirilmiştir.

Özellikle tezin ikinci ve üçüncü bölümlerine bakıldığında semantik geleneğin temel düşünme zemininden hareketle ortaya çıkan metafiziksel problemler fark edilmiş olur. İşte semantik geleneğin düşünüş biçimine yönelik ortaya çıkan en önemli eleştirilerden biri de Quine’nın “Empirizmin İki Dogması” makalesinde iddia ettiği analitik önermelerin var olmadığı veya analitikliğin tatmin edici bir tanımının

122

verilemeyeceği düşüncesidir. Bu eleştiri semantik gelenek için dilin sınırları içerisinde tutarlı bir semantik kurulduğunda analitik önermelerin gösterilebileceği iddiasına bir saldırı olduğundan düşünülmeye değerdir. Tezin bu bölümde Quine’nın analitik önermeleri anlayış biçimi açıklanıp eleştiriye tabi tutulacaktır. Quine’nın analitiklik anlayışına yönelik eleştiri Kant’ın transandantal ve genel mantık ayrımı zemininden hareketli olarak gerçekleştirilecektir. Çünkü böyle bir zeminin ortadan kalkması Quine’ın eleştirilerini doğurmuştur. Ancak söz konusu zemin tekrar düşünceye dâhil edildiğinde Quine’ın eleştirilerinin ne ölçüde geçerli olabileceği tartışmalıdır. Bir başka deyişle, Quine’ın eleştirileri Kant’ın transandantal ve genel mantık ayrımının ortadan kaldırılması ile birlikte felsefe yapma zemininin değişikliğe uğramasının sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Hem semantik geleneğin hem de Quine’ın Kant’ın transandantal felsefesi söz konusu olduğunda fark etmedikleri Kant’ın yaptığı yargı ve önerme ayrımıdır. Daha öncede açıklandığı gibi Kant nesnenin ortaya çıkması için yalnızca genel mantığın alanında kalmamakta, transandantal mantığa geçiş yapmaktadır. Bu sebeple bir nesne düşünsel bir içeriği bir arada tutan yargı fiilinin varlığı ile mümkündür. Başka bir ifade ile görüsel olan ile kavramsal olan birleştirilmeksizin nesneden bahsedilemez. Yargı fiili burada önem kazanıp görüsel olanın kavramsal olanda düşünülmesini, birleştirilmesi sağlamaktadır. Bu sebeple de herhangi bir nesnenin analitikliği yargı fiili olmaksızın düşünülemez. Önerme ise yargı fiileri ile birleştirilen bir düşüncenin dilsel temsili olarak düşünülmelidir. Bu sebeple analitiklik önerme düzeyinde değil yargı düzeyinde belirlenmelidir. Çünkü önerme temsilin kendisidir, düşünsel bir içeriğe sahip olan bir yargının dilsel temsilidir. Bu sebeple hem semantik geleneğin analitiklik tanımları hem d Quine’ın analitliklik itirazı kabul edilemez. Şimdi Kant ve Quine’ın analitiklik anlayışları incelenmelidir.

Kant’ın “yüklemin özne tarafından içerildiği ve özneye fazladan bir şey vermeyen yargılar analitiktir” tanımlaması Quine için eleştirinin başlatıcısı olmaktadır. Quine için Kant’ın tanımlaması özne-yüklem biçimi ile sınırlandırılmış olması ve belirsiz bir içerme kavramına başvuruyor olmasından dolayı kusurludur. (Quine, 2015, s. 394). Bu tanımlamaya göre analitik önermeler tecrübeden bağımsız olarak anlamsal

123

doğruluğa sahiptir. Quine’ın itirazı da bu noktada başlamakta ve tecrübeye dayanmadan bir şeyin doğrulamasının yapılamayacağını iddiasını dile getirmektedir.

Quine bunu göstermek için anlam kavramını incelemekte ve analitik anlayışının olgudan bağımsız olduğu için sorun teşkil ettiğini düşünmektedir. Quine’ın bu noktada eleştirilerini yönelttiği düşünce biçimi Kant’ın bilgi anlayışını esasa almamaktadır. Quine’nın burada gözden kaçırdığı nokta Kant için bilginin ne olduğudur. Tez boyunca ifade etmeye çalıştığımız gibi Kant’ta bilgi duyumsamadan gelen temsillerin anlama yetisinin saf kavramları tarafından birlik verici bir şekilde düşünülmesidir. Dolayısıyla kendi başına bir kavramın bilgisinden ve meşru bir anlamından bahsedebilme imkânı söz konusu değildir. Yargı yetisi vasıtasıyla kavramlar duyusal temsilleri düşündüğünde bir kavramın anlamından bahsedilebilme imkânı çıkmaktadır. Bu anlamıyla Kant söz konusu olduğunda bilginin salt kavramsal bir mahiyet arz etmediği görülmektedir.

Genel mantık ile transandantal mantık arasındaki ayrım da tam bu noktada anlamlı hale gelmektedir. Çünkü bilgi salt kavramsal bir yapıya sahip olmuş olsaydı genel mantığın alanına dahil olurdu ancak bilginin formel olan yapısının yanında içeriksel olan bir yanı da vardır ki işte bu içeriği ele alacak ve ölçütlerini belirleyecek olan da transandantal mantıktır. Bilgi Kant için belirtilen yapıya sahip ise saf kavramlar nasıl olanaklı olmaktadır? Kant’ın üzerine çokça düşündüğü bu soruyu tezimiz içersidne ayrıntılı olarak ele aldık. Prolegomena’daki şu pasaj Kant’ın bu konudaki görüşlerinin güzel bir özeti niteliği taşımaktadır:

Böyle bir ilke bulabilmek için, tüm diğerlerini içeren ve tasarımın çeşitliliğini genellikle düşünmenin birliği altında toplamak için ancak çeşitli değişiklikler ya da etkenlerle farklılaşan bir anlama yetisi edimi aradım ve bu edimi yargıda bulunmada buldum. Mantıkçıların çalışmaları, bazı eksikleri olmakla birlikte, önümde hazır duruyordu; böylece ben, her türlü nesne bakımından belirlenmemiş olan anlama yetisinin saf işlevlerinin tam çizelgesini çizecek duruma geldim. Sonunda bu yargıda bulunma işlevlerini genellikle nesneyle, veya daha çok yargıları nesnel geçerli olarak belirlemenin koşuluyla ilgi içine sokunca, anlama yetisinin saf kavramları ortaya çıktı; öyle kavramlar ki, ancak bunların, bunlardan da ancak bu kadarının —ne daha çoğu ne daha azının— şeylerin sırf anlama yetisinden olan tüm bilgimizi oluşturdukları

124

konusunda emin olabilirdim. Bunlara, yakışık aldığı gibi, eski adlarını vererek kategori dedim; ama bunu yaparken, bu kategorilerden, ister kendi aralarında ister onlar ile görünüşün saf biçimleri (uzam ve zaman) ya da henüz deneysel olarak belirlenmemiş içerikleri (genellikle duyumlamanın nesnesi) arasında bağlantılar kurmakla çıkabilecek ve yüklenebilir olanlar adını alabilecek bütün kavramları tam bir şekilde eklemekten kendimi alıkoydum, ta ki, benim şimdi aklın kendisinin eleştirisiyle ilgilenmenin tek amacı olan transsendental felsefenin bir sistemi gerçekleşsin. (Kant, 2000, s. 76)

Burada açıkça görüldüğü gibi Kant’ta kategoriler yargı vermenin imkânları içerisinde ortaya çıkmaktadır. Şimdi elde edilen bu bilgiler eşiğinde Quine’ın eleştirilerinin ancak semantik geleneğin sınırları içerisinde anlamlı olabileceği görülür. Çünkü özellikle Frege’nin kuramı söz konusu olduğunda anlam ve gönderim birbirinden ayrılmış ve dolayısıyla semantik de basit olarak dilbilimsel biçimlerin eş anlamlılığını ve ifadelerin analitikliğini kabul etmek olarak anlaşılmaya başlanmıştır(Quine, 2015, s. 395). Quine tam da semantik geleneğin bu anlayışını sorunsallaştırıp analitik ve sentetik önermeler arasındaki ayrımın muğlaklığını göstererek bu geleneğin temel varsayımlarını boşa çıkartmayı hedeflemektedir. Yani Quine’nın sorduğu biçimiyle “dilin salt bir çözümlemeye tabi tutulması bir önermenin analitik olduğunun gösterilmesi için yeterli midir?” sorusunu tekrar ele alalım.

Kant için de analitiklik yargıların salt çözümlemesi ile elde edilebilir bir vasıf değildir. Ancak Quine, Kant’tan çok farklı olarak analitik ve sentetik önermeler arasındaki ayrımın keyfiliği sonucuna giderken Kant daha nesnel bir zeminde analitik yargılardan bahsetmektedir.

Quine iki farklı önermeyi birbirinden ayırt eder.

1) Evli olmayan hiçbir adam evli değildir.

Mantıksal olarak doğru kategorisi içerisinde değerlendirilecek olan bu önerme mantıksal içeriklerin tüm yorumuna göre doğru olan ve doğru olarak kalacak olan bir ifadedir. Bu anlamıyla zorunlu ve evrensel geçerli olan önerme a prioridir.

125 2) Hiçbir bekâr evli değildir.

Eğer bir şey mantıksal olarak doğru ise ve sürekli olarak doğru kalacaksa her şartta nihai bir doğru ve düşüncenin üzerine temelleneceği a priori bir imkânı teşkil edeceğinden ondan şüphelenmeye de gerek olmayacaktır. Quine’ın itiraz ettiği şey tam da budur. İkinci örnek analitik bir örnek olup yer değiştirme kuralı çerçevesinde birinci örneğin formuna dönüştürülebilir. Yani anlam bakımından doğru olan ikinci örnek mantıksal olarak zorunlu bir forma dönüştürülüp semantik kurama temel sağlar. Bu yer değiştirme işlemi de eş anlamlılık üzerinden gerçekleşmektedir. Quine böyle bir imkânın olup olmadığını sorun haline getirerek şu sorular üzerine düşünür: İkinci tür örneklerin tam bir belirlenmesine sahip miyiz? Zorunlu olarak eş anlamlılığın tam bir belirlenimine sahip miyiz? Quine her iki sorunun da bir belirlenimine sahip olmadığımızı söylemektedir. Üzerine düşünülmesi gereken eş anlamlılığın imkânının zemininin ne olduğudur.

Quine’ın uğraştığı sorun ikinci tür örneklerin birinci tür örneklere dönüştürülerek a priori bir bilginin olduğu savunusunu yıkmaktır. Bunu gerçekleştirebilmek için de ikinci türe giren analitikliğin tam olarak ele alınması gerekmektedir. “Bizim sorunumuz, bununla birlikte, çözümselliktir ve bu noktadaki temel zorluk eş anlamlılık kavramına dayanan ikinci sınıftan çok çözümleyici ifadelerin, mantıksal doğruların birinci sınıfında yatmaktadır” (Quine, 2015, s. 397) Görüldüğü gibi Quine analitik önermeler ile mantıksal doğruluğu eş tutarak sorunu çözmeye çalışmaktadır. Bu açıdan analitik önermelerin olmadığı iddiası tüm her şeyin sentetik ve a posteriori olduğunu söylemektir. Bu sebepten dolayı Quine analitik önermelere saldırmaktadır. Ancak Quine eş anlamlılığın zeminine yönemememektedir. Çünkü Quine analitik önermeler hakkındaki yorumları tamamen semantik geleneğin felsefe yapma sınırları içerisinde kalmakta, bu sebeple de bir kavramın ortaya çıkışı üzerine düşünmemektedir.

Quine burada bir ifadenin başka bir ifade ile aynı anlama nasıl geldiğini düşünür ancak buradaki düşüncenin sınırları dilsel tanımlar ile belirlenmiştir. Yani dilin kullanımı bağlamında bir kavramın tanımının yapılışının keyfiliği üzerinden Quine

126

analitik önermelerin varlığını sorunlu görürken, bir kavramın ortaya çıkışı üzerine düşünmemektedir. Böylelikle dilsel bir ifadenin başka bir dilsel ifade ile aynı anlamda olduğunun söylenebilmesi için ifadelerin tanımlanmış yani açık kılınmış olması gerektiğinden “bekar” kavramının “evlenmemiş adam” olarak tanımlanıp eş anlamlılık bağıntısının kurulması keyfi olarak görülmektedir. Bu noktada Quine, bir kavramın tanımının belirlenimi sözlük ile ilişkilendirmektedir.

Quine bu tür tanımların sözlük yazarları tarafından sağlanabileceğini düşünür. Yani bir kelimenin ne anlama geldiğinin öğrenilmesi için bir sözlüğe bakılıp karar verilebilmektedir. Ancak sözlük yazarlarının yaptıkları iş bu anlamıyla bir yasallık teşkil etmekte midir? Quine buna elbette hayır cevabını verir. Çünkü burada sözlük yazarının yorumu işe karışmıştır (Quine, 2015, s. 397). Aşağıda Quine’dan yapılan alıntı tanım ve eş anlamlılık sorununu daha iyi bir şekilde göstermektedir;

Ancak açıklama da, sadece tanımlanan ve tanımlayan arasında daha önceden var olan başka eş anlamlılıklara dayanır. Sorun aşağıdaki gibi düşünülebilir. Açıklamaya değer herhangi bir sözcük bütünler olarak yararlı olabilecek derecede açık ve yeterli olan bazı bağlamlara sahiptir ve açıklamanın amacı diğer bağlamların kullanımını kuvvetlendirirken bu yeğlenen bağlamların kullanımını devam ettirmektedir. Dolayısıyla, verilen bir tanımın açıklamanın amaçlarına uygun olması için gerekli olan şey, tanımlananın daha önceki kullanımlarında tanımlanan ile eş anlamlı olması değil, ama sadece daha önceki kullanımında bir bütün olarak alınan tanımlananın bu yeğlenen bağlamlardan her birinin, tanımlayanın benzer bağlamı ile eş anlamlı olmasıdır(Quine, 2015, s. 398).

Quine tanımlayan ile tanımlanan arasındaki eş anlamlılık bağıntısı kurulmasını keyfi ya da uzlaşımsal olarak düşünür. Burada Quine kavramların tanımlanmasından önce eş anlamlılığın kabul edilemez olduğunu düşünmektedir. Eğer eş anlamlılık tanımdan sonra ortaya çıkıyor ise bu bağıntı nereden gelmektedir? Tezimizde ortaya koymaya çalıştığımız gibi bu bağıntı tüm tanımlara öncelikli olarak kavrama yetisine sahip bir Ben’de tutulduğu için dilsel ifadeler arsasında böyle bir ilişki kurulmaktadır. Dolayısıyla Quine’ın gözden kaçırdığı nokta analitiklik ve eş anlamlılık söz konusu olduğunda dilin mekânının neresi olduğudur. Çünkü Quine temelde semantik geleneğin sınırları içerisinde tartışmayı devam ettirmesinden dolayı bir şeyi meydana getirecek ontolojik dayanak olan mekânın ne olduğuna dikkatini yöneltmemiştir.

127

Ancak ‘bachelor’ (bekar erkek) ve ‘unmarried man’ (evlenmemiş erkek) eş anlamların her yerde birbirinin yerini alabilen eş anlamlılar oldukları tamamen doğru değildir. ‘unmarried man’in ‘bachelar’ yerine koyulduğu durumda yanlış hale gelen doğrular, ‘bachelar of art’ (edebiyat fakültesi mezunu) ya da ‘bachelar’s buttons’ (peygamber çiçekleri) yardımıyla kolayca yeniden inşa edilebilir (Quine, 2015, s. 401)

Buradaki “bachelor” kavramının sözlük karşılığı olarak farklı anlamlara geldiğine yönelik gösterim, dilin kendi sınırları içerisinde bir değerlendirmesi olarak düşünülmelidir. “Bachelor” kavramının birçok anlamının olması ve diğer anlamları dışarıda bırakılarak “evlenmemiş erkek” anlamı verilerek eş anlamlılık bağıntısı üzerinden yer değiştirme ile elde edilen analitik önerme bu bakış açısından Quine’ı haklı çıkartmaktadır. Ancak “bachelor” teriminın evlenmemiş ya da diğer anlamlarının belirlenmesi ve kavramın ortaya çıkışının mekanı Ben’in kendisidir. Yani yukarıda söylendiği gibi buradaki anlamın ortaya çıkışının transandantal zemini söz konusudur ki bu zemin ortadan kaldırıldığında Quine’ı söylediği gibi tamamen keyfi bir alan olarak görülmektedir. Bu zeminin ortadan kalkması ile Quine analitik önermenin olmadığı gibi bir sonuca varmıştır. Ancak zemin tekrar düşünüldüğünde Quine’ın iddiası ve buradan hareketle varacağı pragmatizm savunulabilir değildir.

Kant tekrar hatırlandığında bilgi duyusal ve kavramsal olanın yargı yetisi vasıtasıyla bir araya getirilmesi ile mümkündür anlayışı zorunlu olarak genel mantığın sınırlarının ötesine geçip transandantal mantığa geçilmeyi gerektirmektedir. Bu anlamıyla tüm düşünme faaliyeti yargı verme olarak anlaşılmalıdır. Eğer yargı bilginin ortaya çıkışındaki temel yeti ise yargının mekânının belirlenimi aslında bilginin belirlenimini de sağlayacaktır. Yargı bu anlamıyla ruhun bir fiili olarak vardır. Yani kavrama yetisine sahip bir ben’in bilme faaliyeti söz konusu olmaksızın herhangi bir şeyden bahsedilebilme imkanı da yoktur. Burada semantik geleneğin felsefeyi sadece dilin mantıksal çözümlemesi ile sınırlandırmasının anlamının olmadığı ve dolayısıyla bu geleneğin sınırları içerisinde düşünen olarak Quine’ın itirazlarının da transandantal bir zeminde geçerli olmadığı görülmektedir.

128

Quine’ın İki Dogma makalesindeki eleştirilerine yönelik Kant üzerinden yapılan itirazın meşru zemini aslında tüm tez boyunca elde edilen sonuçlardır. Gödel’in tamamlanamazlık teoremleri çerçevesinde yakalanan şu olmuştur ki, biçimsel dizgelerin inşası biçimsel olmayan unsular vasıtasıyla inşa olunuyor olmasından dolayı birinci ve ikinci tamamlanamazık teoremleri ispat edilmiştir. Böylelikle aritmetik ve tüm düşünme fiili biçimsel ve hesaplanabilir olana indirgenebilir olmanın çok ötesinde bir mahiyete sahiptir.

Eğer düşünme tüm hesaplanabilirliği aşan bir mahiyet arz ediyor ise Quine’ın semantik geleneğin sınırlarından hareketle ortaya attığı analitik eleştirileri de kabul edilemez. Çünkü bu eleştiriler özel bir felsefe yapma yönteminin sınırları ile sınırlı olup genele teşmil edilebilir değildir. Bu sebeple bugün felsefe tartışmalarında Quine’dan hareketle analitik önermelerin olmadığı ve dolayısıyla ontolojilerin göreceli olduğu sonuçları savunulabilir değildir. Kant’ın analitik olanı sentetik birliğe tabi olarak düşünmesi de aslında Quine’ın eleştirilerinin geçersizliğini göstermektedir. Kant analitikliği salt dilin çözümlenmesi olarak değil, sentez temelli düşünüyor olmasından analitiklik için bir zemine sahiptir. Ancak semantik gelenek ve bu geleneğin sınırları içerisinde düşünen Quine’ın böyle bir zemine sahip olmamaları analitikliğin ne dilin çözümlenmesiyle yakalabilir olduğu ne de analitikliğin olmadığı sonucunu doğurmaktadır

129

SONUÇ

Analitik yargıların mahiyeti Kant ve sonrası felsefede önemli bir tartışma konusu olmuş ve biçimselcilik projesinin gelişimiyle birlikte tartışma farklı bir seyir almıştır. İlk olarak Kant’ın felsefesi söz konusu olduğunda yargıların sınıflandırılması onun nesne kuramı ile ancak anlaşılması ile açıklanabilir. Bu sebeple analitik yargının mahiyetine yönelik bir düşünme çabası tez boyunca şu soru üzerinden düşünülmüştür: Herhangi bir şey benim nesnem nasıl olmakta ve benim dışında bir şey ile ilişkilenmektedir? Bu sorunun açtığı imkân ile birlikte Kant’ın nesne kuramı ve özelde onun matematiksel nesneyi nasıl düşündüğü ortaya koyulmuştur.

Analitik yargıların mahiyetine yönelik tartışmanın matematiksel nesnenin ne olduğu ile ilişkilendirilmesi temelde Kant sonrası semantik geleneğin Kant’ın transandantal metafiziğini elemesi ile birlikte matematiğin nesnel bir zemine kavuşturulabileceğine yönelik bir seyir izlemesi ile devam etmiştir. Böylelikle nesne ve özelde matematiksel nesne Kant’ın düşündüğü gibi zamanın saf görüsü ve zamanın anlarının ardışık izlenimler dizisi olarak ayırt edilmesi olmadığı düşünülmüştür. Çünkü sayı Kant için türdeş birimlerin ardardalığının sentezi olarak düşünülmektedir. Buna göre sayının ortaya çıkabilmesi için zamanın birimler olarak anlara ayrılması ve bu anların ardışık izlenimler dizisi olarak sıralanması gerekmektedir. Bunun gerçekleşebilmesi için de kavramların işin içerisinde olması gerekmektedir.

Semantik gelenek Kant’ın bu düşüncesine matematiksel olanı nesnel olan ile ilişkilendirmemesinden dolayı karşı çıkmaktadır. Çünkü Kant’ta matematik görü ve kavram ile ilişkili olmasından dolayı transandantal zeminden hareketle düşünülmüştür. Görü ve kavramın mekânının ne olduğu sorulduğunda Kant’ta matematik yeni bir metafizik alana yerleşmektedir. Semantik gelenek de Kant’ın bu düşünüşünü nesnellikten kopuş olarak değerlendirmesi dolayısıyla hiçbir düşünsel edimin söz konusu olmadığı bir yapı içerisinde matematiğin inşasının imkânını aramışlardır.

Bu tartışmalar içerisinde analitik yargılar da Kant’ın felsefi zemininin değiştirilmesi ile birlikte dizge ve dizgelerin kurallarından hareketle gösterilebilir

130

olduğu şeklinde yeniden düşünülmüştür. Semantik gelenek için analitik olan artık Kant’ın iddia ettiği şekliyle senteze bağlı olarak değil dizgenin formel kurallarından hareketle gösterilebilir olduğu düşüncesine yönelmiştir. O halde bu noktada sorulması gereken soru analitik olanın bu şekilde düşünülmesinin imkânı olup olmadığıdır.

Söz konusu sorunun tez içerisinde cevaplandırılabilmesi için ilk olarak Kant’ın felsefesi incelenmiştir. Analitlik yargılar Kant tarafından nasıl düşünüldüğüne yönelik bir çaba olarak görülebilecek ilk bölüm Kant’ın Birinci Kritik’te yaptığı kavram-görü ayrımı ve yargı ve kavram ilişkisi bağlamında düşünülmüştür. Çünkü analitik olan Kant’ın nesne anlayışı ile ilişkili olduğundan Kant’ta nesnenin nasıl ortaya çıktığının ilk olarak fark edilmesi gerekmektedir. Bununla birlikte kavram-görü ayrımı ve ilişkisi ile kavram-yargı ilişkisi çözümlenmiş ve matematiksel nesnenin bu düşünüş biçiminde neye tekabül ettiği anlaşılarak analitik olanın açıklaması verilmiştir.

Buna göre Kant yargı ve önerme arasında bir ayrım yaparak yargının düşünsel bir içeriği turan fiil olduğunu düşünmüştür. Yargının söz konusu düşünsel içeriği tutabilmesi içinde içeriğin oluşmasını mümkün kılan duyumsama, müdrike ve muhayyilenin işlevleri gerekmektedir. Bu sebeple Kant nesnenin ortaya çıkmasını üç katlı sentez ile irtibatlandırmaktadır. Önerme ise yargı tarafından tutulan düşünsel içeriğin dilsel temsili olarak düşünülmüş ve analitlik olan Kant’ta her zaman yargı

Benzer Belgeler