• Sonuç bulunamadı

Patristik Felsefenin Altın Çağı

Belgede FELSEFE TARİHİ (sayfa 188-192)

Patristik felsefenin ikinci dönemi, özellikle Clement, Origenes ve Aziz Augustinus’un felsefeleriyle seçkinleşmiştir. Patristik felsefenin altın çağı olarak bilinen bu dönemin en önemli özelliği, söz konusu dönemde Yunan felsefesiyle Hıristiyanlık arasındaki karşıtlığın en aza indirgenmiş olmasıdır. Başka bir deyişle, Patristik felsefenin bu ikinci dönemi Yunan felsefesiyle, özellikle de Helenistik felsefeyle Hıristiyanlık arasındaki ciddi yakınlaşma, hatta uzlaşma ve etkileşim dönemine tekabül eder. Yaklaşık 250 yıl süren bu dönemde, Hıristiyan Kilise Babaları Yunan felsefesinden, o en kötü eller tarafından kullanıldığı zaman bile zarar gelmeyeceğini, tam tersine bu felsefenin Hıristiyan inancını açıklayıp temellendirme faaliyetinde çok yararlı olacağını anlamış ve Hıristiyanlığın dogmalarını Yunan düşüncesinin terminoloji ve kavramsal çerçevesiyle ifade etmeye başlamışlardır. Bu dönemin en önemli filozofu olan Aziz Augustinus’un kendisine Plotinos yoluyla intikal eden Platonik geleneği temele almasından da belli olduğu gibi, Hıristiyan Ortaçağ felsefesine damgasını vuran Yunan filozofu, Hıristiyanların İslam filozoflarından Aristoteles felsefesini öğrendikleri 12. yüzyıla kadar, Platon olmuştur.

FelsefeTarihi

Clement

Patristik felsefenin olgunluk dönemi veya Altın Çağı’nın ilk önemli filozofu, Titus Flavius Klemens ya da İskenderiyeli Clement’tir. 150-219 yılları arasında yaşamış olan Clement aklı inanca, felsefeyi dine tabi kılan ve daha sonra Aziz Augustinus ve Aziz Anselmus’ta ön plana çıkacak olan credo ut intelligam (anlayabilmek için inanıyorum) tavrının ilk örneğini gözler önüne sermişti.

Hıristiyanlığa sonradan dönen Clement, aslında dönemin en önemli entelektüel merkezi olan İskenderiye’de daha ziyade Platonik felsefe üzerinde yoğunlaşmış bir teolog idi. Başka bir deyişle, Hıristiyan dinini ve bilgeliğini en iyi ve en doğru bir biçimde ifade etmek için Yunan felsefesinin sağladığı araçlardan yararlanma yolunu seçmişti. Bu açıdan bakıldığında, Clement felsefeyi küfür sayan, onu dünyaya şeytanın soktuğuna inanan diğer bazı Kilise Babalarının aksine, Yunan felsefesine büyük bir sevgi ve hayranlık beslemiş ve felsefenin bütünüyle ilahi bir ürün olduğunu söylemişti; felsefe, bilgeliği tüm kavim ve uluslar için parlayan Tanrının inayetinin bir sonucu ya da lütfudur.

Clement’in benimsediği felsefe anlayışı, aslında senkretik ya da eklektik bir felsefe anlayışını temsil etmekteydi; Stoacı etik, Aristotelesçi mantık ve Platoncu bir metafizikten oluşan bir eklektik felsefe görüşü, onun ihtiyacına fazlasıyla uygun düşmekteydi. O, felsefeye olumlu bir değer biçse de Yunan felsefesini Hıristiyanlık için sadece bir hazırlık, Yunan dünyasının vahye dayalı din için eğitilmesi olarak gördü. Felsefe, onun gözünde, yalnızca Hıristiyanlık için bir hazırlık değil fakat Hıristiyanlığın anlaşılmasına katkıda bulunacak bir yardımcıydı. Çünkü yalnızca inanan ve anlamak için hiçbir çaba göstermeyen kişi, bir adamla kıyaslandığında, tıpkı bir çocuğa benzer. Clement’e göre, tıpkı vahiyle uyumlu kılınamayan bilimin, spekülasyon ve akılyürütmenin doğru olamaması gibi, körü körüne inanç veya salt pasif bir biçimde kabulü de istenmeyen, ideal olmayan bir şeydir.

Gerçekten de Yahudi hukuku ve peygamberlerini İncil’e bir hazırlık olarak değerlendiren Aziz Paul gibi, Clement de Hıristiyanlığı Platonik felsefeyle Eski Ahit’in her yönden bir devamı olarak gördü. Bu yüzden dünyadan ve etten vazgeçtikleri, şeytandan uzak olmaya karar verdikleri için felsefeden vazgeçmelerini gerektirecek hiçbir neden bulunmadığını söyleyen eğitimli Hıristiyanları savunma amacı güttü. Gerçekten de Kilise

içinde hemen herkesin felsefecilere kuşkuyla baktığı, ortodoks Hıristiyanların kurtuluş için imanın fazlasıyla yeterli olduğuna inandıkları, felsefenin şeytanın icadı olduğunu söyledikleri bir sırada, felsefede, ilahi hakikatin, bulanık bir biçimde de olsa yer aldığını öne sürdü. Platon’un Tanrının aşkınlığına, Tanrıya son çözümlemede benzer olmak durumunda olan ruhun nihai hedefinin Tanrı görüsü olması gerektiğine ilişkin kavrayışlarının Hıristiyan inancına ayırt edilemezcesine benzediğini düşünüyordu. Stoacılar duygu ve tutkulara yönelik terapi ve mutlak ahlaki hakikatlere dair görüşleriyle kendisinin inandığı pek çok şeyi ifade etmekteydiler. Clement, bu yüzden, Philon’un da etkisiyle, gerçek felsefenin insan zihnini teolojiye hazırladığına kanaat getirdi ve bunu herkese göstermeye çalıştı.

Clement, işte bu çerçevede, kurgusal veya spekülatif düşünen aklı teolojinin hizmetine koştu, onu Hıristiyan teolojisinin sistemleştirilerek geliştirilmesi işinde kullandı. Yine de imanı hakiki bilgeliğin tek yolu olarak gören Clement, Tanrı konusunda olumlu bir bilgiyi reddetti. Bu anlamda o, Ortaçağ felsefesinde daha sonra çok kullanılacak olan negatif teolojinin, via negativanın ilk örneğini verdi. Başka bir deyişle, Clement’e göre, biz Tanrının ne olduğunu hiçbir zaman bilemeyiz fakat yalnızca ne olmadığını bilebiliriz. O, örneğin bir cins ya da bir tür değildir; yine o, deneyimlediğimiz ya da kavrayabildiğimiz her şeyin ötesinde olmak durumundadır. Tanrıyla ilgili olarak, bize biraz da Platon ve Plotinos’u anımsatan bir biçimde konuşan Clement’a göre, biz insanların Tanrıya iyilik, güzellik, kadir-i mutlaklık, mutlak bilgi benzeri sıfat ya da yetkinlikler yüklememiz çok doğaldır; bununla birlikte, bu sıfat ya da yetkinliklerin, biz onların kavramlarını kendi duyu dünyamızdan hareket ederek kurduğumuzdan dolayı, Tanrı için yetersiz kalıp, geçerli olamayacağının unutulmaması gerekir.

FelsefeTarihi

Origenes

Patristik felsefenin altın çağının ikinci önemli filozofu Kitab-ı Mukaddes üzerine yazdığı şerhler ve sistematik teoloji alanında kaleme almış olduğu ilk eser ile tanınan Origenes’tir (185-254). Sadece bir teolog değil fakat felsefeciliği ve bu arada Yunan felsefesine ilişkin derin bilgisiyle de ün kazanan Origenes, Hıristiyanlığın kutsal üçleme, İsa’nın insanları kurtarmak üzere kendini feda etmesi, Tanrının inayeti ve cisimleşme gibi

temel inanç ya da dogmalarını felsefi bir görüşle ve hem akıl ve hem de imanın ışığı altında sistemli bir şekilde açıklamanın zorunluluğuna ve önemine işaret ederken, Hıristiyanlıkla klasik felsefenin sentezine giden yolda ciddi adımlar atmıştı.

Origenes, Hıristiyan teolojisine yaptığı katkılarda, Hıristiyanlığı Yunan felsefesiyle kaynaştırma yönünde yoğun bir çaba gösterdi. Platon’a, onda teslis inancının bir versiyonunu gördüğü için büyük bir inanç beslemekteydi. Nitekim Origenes, Baba, Oğul ve Kutsal Ruh üçlemesini Platoncu ve Yeni-Platoncu düşüncenin etkisi altında, türümcü öğretiyle yorumlamıştır. Gerçekten de araştırmalarında kullandığı kavram, model ve argümanları hemen tümüyle Stoacı, Peripatetik ama özellikle de Platonik felsefe okullarından elde eden Origenes, Hıristiyan Tanrısının, belli birtakım yüklemleri, belli rolleri olan üç ayrı ilahi varlık şeklinde tecelli ettiğine inanıyordu. Bu üç Tanrıdan Baba olan mutlak olarak basit, hiçbir şeyden etkilenmeyen, değişmez, mutlak gerçeklik idi. Dışarıdan, herhangi bir kaynaktan almış olduğu hiçbir şey bulunmayan Baba, Tanrının kendisi varlığın ve iyiliğin en yüksek kaynağıydı. Kendisinde olduğu şekliyle Bilgelik, Hakikat ve Hayat gibi birçok sıfatla karakterize olan Oğul Tanrı ise varlığını Baba’ya borçluydu ve Origenes’e göre, dünya ile olan ilişkisi bağlamında Kurtarıcı, Çoban, En Yüksek Rahip gibi isimler almak durumundaydı. Akıllı varlıklara çeşitli manevi armağanlar getiren Kutsal Ruh ise varlığını ve iyiliğini Baba’dan, bilgelik ve zekâsını Oğul’dan alıyordu.

Origenes’e göre, Tanrı dünyayı ve içindeki her şeyi, ezelden beri varolan maddeye şekil vermek suretiyle değil de hiçten yaratmıştı. Baba’nın temel sıfatı Bilgelik olan Oğul’u ezeliyette yarattığını öne süren Origenes, zamansal dünyanın genel düzeni içinde planını, ilk örneklerini ve temel kalıplarını kudretinin ve iyiliğinin bir ifadesi olarak meydana getirmişti. Var olan her şeyin cinsleriyle türlerinin, çok ile bir arasındaki ana halkayı oluşturan Oğul’da bulunduğunu öne sürmekteydi. Origenes’in Hıristiyan inancına felsefi bir temel kazandırma çabası, bununla birlikte onu zaman zaman Kilisenin resmi öğretisine aykırı görüşlere götürdü. Buna göre o, bir ve tümüyle manevi olan, hakikati ve aklı, özü ve varlığı aşan Tanrının dünyayı, özgürce değil de doğasının zorunluluğuyla yarattığını öne sürmekteydi. Başka bir deyişle, mutlak iyilik olan Tanrı, yayılmak iyiliğin doğasında bulunduğu için atıl ya da eylemsiz olamazdı.

Yine, yaradılışın Tanrının ezeli olan maddeye şekil vermesinden meydana geldiğini öne süren Platon’dan ve diğer Yunan filozoflarından Tanrının varolan her şeyi hiçten yarattığını söylemek bakımından ayrılan

Origenes, bir yandan Tanrının maddenin de Yaratıcısı, tam ve gerçek anlamda bir Yaratıcı olduğunu, diğer yandan da biri diğerinin ardından gelen ve hepsi birbirinden farklılık gösteren sonsuz sayıda dünya bulunduğunu öne sürmüştü. Dünyada kötülerle kötülüğün varolduğunu kabul etmekle birlikte, bu kötülüğün olumlu bir şey olmayıp iyiliğin yoksunluğu olduğunu, dolayısıyla Tanrının bundan sorumlu tutulamayacağını öne süren Origenes, Tanrının tüm ruhları nitelik bakımından aynı yarattığını fakat varlığa gelmezden önceki günahın onların beden içinde gizlenmeleri sonucunu doğurduğunu ve ruhlar arasındaki niteliksel farklılığın onların bu dünyaya girmezden önceki davranışlarından kaynaklandığını savunan öğretisiyle de ortodoks görüşten ayrılmıştı. Ona göre, ruhlar bu dünyada irade özgürlüğüne sahiptir fakat onların eylemleri özgür seçimlerinin yanında, Tanrının, ruhların bir beden içine girmezden önceki davranışlarıyla orantılı olan inayetine bağlıdır. Bu duruma rağmen bile, onun sisteminde tüm yaratıkların nihai ve en yüksek amacı Tanrıya dönmek olduğu için bütün ruhlar ve hatta şeytan bile, saflaştırıcı çilelerin, günahların kefareti olan acıların ardından, en sonunda Tanrıya dönecektir.

FelsefeTarihi

Belgede FELSEFE TARİHİ (sayfa 188-192)