• Sonuç bulunamadı

HELENİSTİK FELSEFE

Belgede FELSEFE TARİHİ (sayfa 139-159)

İlkçağ felsefesinin Helenistik felsefeden sonraki ikinci dönemi; siyasi anlamda, kent-devletinin sona erdiği MÖ 322 yılıyla Helenistik çağın son büyük imparatorluğunun Roma’nın bir parçası olduğu MÖ 30 yılı arasındaki dönemin felsefesinden meydana gelen Helenistik felsefeyle Roma’nın egemenliği altında, yaklaşık olarak MS 5. yüzyıla kadar süren Roma felsefesinden meydana gelir. Bu dönem aynı zamanda klasik kuramların, vuku bulan çok temel sosyal ve politik değişimlere bağlı olarak büyük bir dönüşüme uğradığı bir dönemdir.

Helenistik-Roma felsefesinde baskın olan felsefe, elbette Yunan felsefesidir. Çünkü Roma’da Yunan felsefe okullarından bağımsız, ayrı bir felsefe okulu kurulmuş değildir. Daha ziyade, orada Helenistik dönemin felsefe okulları Marcus Aurelius, Epiktetos, Cicero, Lukretius ve Sextus Empirikus gibi filozoflar tarafından temsil edilmiştir. Bu yüzden, Helenistik felsefenin en önemli özelliğinin Akdeniz’in ve özellikle de Doğu’nun Helenleştirilmesi olduğu söylenebilir. Yaklaşık yedi yüzyıllık bir dönemde Yunan kültürü Akdeniz’i kuşatan dünyaya büyük bir hızla yayılmış, özellikle son dönemlere doğru İskenderiye kültürün, felsefi kültürün önemli bir merkezi haline gelmiştir.

Söz konusu Helenistik-Roma felsefesi döneminde, dört büyük felsefe okulu, sırasıyla Epikürosçuluk, Stoacılık, Septisizm ve Yeni-Platonculuk çağın başat felsefeleri olarak ortaya çıkmış ve bunlardan ilk üçü kendi aralarında ciddi bir rekabet içinde olmuştur. Söz konusu dört okuldan, her şeye rağmen hazcı etiği ve Tanrının evrene müdahalesini reddeden varlık görüşüyle Epikürosçu Okul’un, daha ağır basan ve döneme çok büyük ölçüde damgasını vuran felsefe olarak seçkinleştiği söylenebilir. Amaçlı bir evren anlayışıyla en yüksek insani iyi olarak aklın doğru ve yerinde faaliyetine duyulan inanç ise en güçlü ifadesini Stoacılarda bulmuştur. Stoacıların görüşlerinde somutlaşan bu amaçlı evren görüşü, son çözümlemede Sokrates’ten miras alınan bir görüş olarak, Epiküros’un mekanist varlık görüşüne taban tabana zıttır. Bu dönemde ortaya çıkan başka bir felsefe okulu da dogmatik oldukları gerekçesiyle tüm felsefelere ve özellikle de Stoacı felsefeye gösterilen tepkiyle seçkinleşen, Septisizm olmuştur. Nihayet, Roma çağının sonlarına doğru, Platon felsefesinden yola çıkan Plotinos, dine yaklaşan bir felsefeyi temsil ederken, Hıristiyanlık ve İslamiyet için gerekli felsefi çerçevenin oluşmasına etki etmiştir.

fizik ve etik şeklinde düzenlemesidir. Başka bir deyişle, felsefi bilgiye veya gerçekliğin bilgisine meydan okuyan Şüphecilik ve çok sonraları ortaya çıkan Yeni-Platonculuk bir tarafa bırakılacak olursa, Helenistik dönemde bir felsefe okulu ya da doktrinal bir felsefe, (i) belli bir doğruluk ölçütü de ihtiva eden bir keşif metodolojisi, (ii) dünyanın kökeni, bileşenleri, yapı ve düzeniyle insanın ondaki yerine ilişkin bir kavrayış ve (iii) mutluluğun ne olduğuna ve ona nasıl ulaşılacağına ilişkin bir açıklama ortaya koymak durumunda olan bir sistemden meydana gelmekteydi. Başka bir deyişle, Helenistik dönemde bu üç konudan etiğin çok daha öne çıktığı söylenebilir.

Gerçekten de mantık, Aristoteles’ten miras alınan bir tavırla, bilgi kuramını da kapsayacak şekilde, doğru bilgiye ulaşmanın yöntemi ve felsefenin vazgeçilmez aracı olarak görülmüştür. Nitekim bu anlayışın bir sonucu olarak, özellikle Stoacılar mantık alanına çok önemli katkılarda bulunmuşlardır. Ama fizik nispeten geri planda kalıp, daha ziyade etik için bir temel ve hazırlık olma fonksiyonunu yerine getirmiştir. Bundan dolayı, bu dönemde filozoflar, fizik ya da varlık alanında yeni kuramlar geliştirmek yerine, Sokrates öncesi doğa filozoflarının görüşlerini aynen benimsemişlerdir. Buna göre, Stoacılar Herakleitos’un varlık anlayışını, Epiküros ise Demokritos’un atomcu görüşünü pek büyük bir değişiklik yapmadan benimsemiştir.

Bundan da anlaşılacağı üzere, Helenistik felsefede ön plana çıkan çalışma alanı ya da disiplin etik olmuştur. Bunun nedeni, bireyin amacına ulaştığı, iyi bir yaşam sürdüğü, kendisini her bakımdan evinde gibi hissettiği kent-devletinin yıkılması, kent-devletinin yerini alan imparatorlukla birlikte, bilinen dünyanın sınırlarının genişlemesi ve bireylerin kaçınılmaz bir biçimde dünyaya, topluma ve kendilerine yabancılaşmaları, yalnız ve başıboş kalmalarıdır. Başka bir deyişle, Helenistik çağda din ve politik, yaşamın bireyin bilincine sağlamış olduğu dayanak noktaları bu dönemde çöktüğü ve dolayısıyla eskiden kendi kaderini elinde tuttuğuna inanan insanın yerini, hiçbir şeyi değiştiremeyeceğine inanan yabancılaşmış insan aldığı için bir başına kalan insan teselliyi felsefede arar. Platon ve Aristoteles’in hitap edip etkiledikleri sosyal düzene kıyasla çok daha geniş bir toplum düzeninde, felsefeden beklenebilecek tek şey, ilgisini birey üzerinde yoğunlaştırması, bireyin felsefeden beklediği yol göstericilik görevini yerine getirmesidir.

Epikürosçuluk

Helenistik dönemin ilk büyük felsefe okulu, Epikürosçu Okul’dur. Okul Yunanlı bir filozof olan Epiküros tarafından kurulmuştur. MÖ 341 yılında doğmuş olan Epiküros (MÖ 341-271), felsefe tarihinde, daha çok belli bir yaşam tarzının savunucusu olan bir ahlakçı olarak bilinir. O, insan yaşamının sıkıntılarıyla ilgilenmiş, insanın bu dünyadaki mutsuzluğunun, tanrılarla, ölüm ve kaderle ilgili yanlış inançlardan kaynaklandığını, söz konusu yanlış inançların, ancak onların yanlışlığını ve temelsizliğini ortaya çıkaracak bir varlık görüşüyle ortadan kaldırılabileceğini düşünmüştür. Başka bir deyişle, özgün katkısı etik alanında olan Epiküros, bu amacına ulaşabilmek için belli bir bilgi ve varlık görüşü ortaya koymak durumunda kalmıştır.

Bu çerçeve içinde, felsefenin amacının, insana mutlu bir yaşam sürmesi için yardımcı olmak olduğunu düşünen Epiküros, tıpkı Sokrates gibi, özel bilimlerin bu amaca hiçbir katkı sağlamayacağı kanaatindeydi. Ona göre, bizim temelde ve öncelikle, varlığa ilişkin doğru bilgiye ulaşırken sağlam bir bilgi ölçütüne sahip olabilmek amacıyla mantık bilgimiz ya da bir bilgi kuramımız olmalıdır. İkinci olarak da var olan şey ve olayların doğal nedenlerini, var olan her şeyin, doğaüstü değil de doğal nedenlerin eseri olduğunu anlayabilmemiz için fizik ya da varlık bilgimizin olması gerekir. İşte bu bilgi, bizi Tanrı, ölüm ve kader korkusundan kurtaracağı için gerçekten de yararlı olan bir bilgidir. Nitekim, o materyalist görüşüyle insanları bu korkulardan kurtarmaya çalışmıştır. Son olarak da ne’den sakınıp neyin peşine düşmemiz, neyi arzu edip, ne’den uzak durmamız gerektiğini öğrenmek için insan doğasını tanıma ve bilme zorunluluğumuz vardır.

(a) Metafiziği

Metafiziğiyle, insanı Tanrı ve ölüm korkusundan kurtarıp, bir ruh sükûnetine ulaştırmayı amaçlayan Epiküros, daha önceki atomcular gibi, gerçekten var olanın son çözümlemede iki ve yalnızca iki türden şeye indirgenebileceğini belirtmiştir: Atomlar ve boşluk.

Epiküros, bu tezine bir dizi metafizik kabul ya da önermeye dayanarak ulaşmıştır: Varolan şeylerin bir şeyden varlığa geldikleri apaçık bir olgudur, öyleyse (i) hiçten hiçbir şey çıkmaz, (ii) hiçbir şey bütünüyle ortadan kalkıp mutlak hiçliğe gitmez, şeylerin kendisine döndükleri, kendisine gittikleri bir şey olmalıdır. Ve nihayet, (iii) evren hiçbir zaman şimdiki halinden farklılık gösteren bir hal içinde olmayacaktır. Evren var olan her şeyi kapsadığına

göre, evrenin dışında, evrendeki değişmeye neden olan hiçbir şey yoktur. Dahası, bu durum tüm zamanlar için geçerlidir. Yani, varolan şeylere ilişkin genel bir açıklama ezeli-ebedi olarak geçerli olmak durumundadır.

Epiküros’a göre, cisimlerin varoldukları olgusu hiç kimse tarafından yadsınamayacak olan apaçık bir olgudur. Cisimler bir şey içinde olmak, bir şey içinde hareket etmek durumunda olduklarına göre, cisimlere ek olarak bir de boş mekânın var olması gerekir. Ona göre, cisimlerin ve boş mekânın dışında başka bir şeyin varolduğu düşünülemez. Epiküros var olan cisimlerin ortaya, iki ayrı türden cisimler olarak çıktıklarını öne sürer. Bunlar da sırasıyla bileşik cisimler ve söz konusu bileşik cisimlerin kendilerinden meydana geldikleri birimler olarak atomlardır. (ii)’de yer alan metafizik kabule göre, bileşik olmayan cisimlerin değişme ve yok oluş bakımından sınırlanmaları gerekir. Bu çerçeve içinde Epiküros, bileşik olmayan cisimlerin, yani atomların, şeylerin bileşik cisimler dağıldıkları zaman yok olarak hiçliğe gitmemek ve tam tersine varolmaya devam etmek durumundaysalar eğer, bölünemez ve değişmez olmaları gerektiğini söyler. Evreni sınırlayan hiçbir şey bulunmadığını, söyleyen Epiküros, buradan evreni meydana getiren bileşenlerin de sınırsız olmaları gerektiği sonucunu çıkartır. Atomların bundan başka, bölünemezlik benzeri birtakım değişmez özellikleri vardır. Bir atom varlığa gelmiş olamayacağı gibi, yok olup gitmez de. O değişmez, nicelik bakımından artmaz ve azalmaz. Atom homojen bir birimdir.

Atomların farklı büyüklük ve şekillere sahip olabilmelerinin onları sonsuzca küçük ve algılanamaz olan birimler olmaktan çıkaracağını düşündüğü için atomların büyüklük ve şekil bakımından birbirlerinden farklı olabilmelerine karşı çıkan Epiküros’a göre, atomlar ağırlık açısından birbirlerinden farklılaşırlar. O, atomların boşlukta aşağıya doğru düşmeleri ve yukarıya doğru yükselmeye direnç göstermelerinin ancak ağırlık özelliğiyle açıklanabileceği kanaatindeydi.

Epiküros’un metafiziğinin atomlar ve boşluktan sonraki üçüncü temel kategorisi, hareket ya da değişmedir. Atomlar aşağıya doğru düzgün hareket gücüyle dolu olup, her zaman aşağıya doğru hareket etmişlerdir ve gelecekte de aşağıya doğru hareket edeceklerdir. Bununla birlikte, Epiküros’un atomların hareketine ilişkin açıklaması, atomcu görüşün kurucusu olan Demokritos’un açıklamasından farklılık gösterir. Bunun da nedeni, Helenistik felsefede pratik felsefenin, dini kaygıların ve etiğin ön plana çıkmasıdır. İnsanda irade ve seçme özgürlüğüne açık kapı bırakmak için Demokritos’un mutlak anlamda determinist bir evren

görüşünden belli ölçüler içinde uzak duran Epiküros, atomların yalnızca aşağıya doğru hareket ettiklerini değil fakat aynı zamanda normal yollarından küçük bir sapma göstererek hareket ettiklerini de söyledi. Çünkü böyle bir sapma ortaya çıktığı zaman, atomların tümünün birden yönleri değişir ve dolayısıyla, her şey belirlenmiş olamaz. Bununla birlikte, sapmanın bir nedeni yoktur, bundan dolayı gelecekteki olayların seyri önceden bilinemez. Şu halde, Epiküros’un evren görüşünde rastlantıya da yer vardır.

Epiküros söz konusu maddi evren görüşünü, Tanrıları da içerecek şekilde genişletmiştir. Tanrılar da ona göre, var olduklarından, onların atomlardan meydana gelmiş olmalıdırlar. Bununla birlikte, Tanrıları meydana getiren atomlar en ince ve en yetkin atomlardır. Öte yandan, Epiküros, Tanrıları içinde yaşadığımız dünyanın oldukça uzağında bir yere yerleştirir. Bu ise Tanrıların yeryüzünde olup bitenlere karışmadıkları, dünyadaki her şeyin yalnızca atomların çarpışmaları ve birleşmeleri sonucunda doğal olarak oluştuğu anlamına gelir. Zaten Epiküros’un materyalist teolojisi insanları Tanrı korkusundan kurtarmayı amaçlar.

Gerçekten de Epiküros’un söz konusu atomcu görüşü, insanı, ruhsal sükûnete erişmesini engelleyen üç korkudan, sırasıyla Tanrı korkusundan, ölüm korkusundan ve kader korkusundan kurtarır. Tanrılar insanların işlerine karışmadıklarına ve onlara müdahale etmediklerine göre, Tanrılardan korkmanın anlamı yoktur. Ölümden de korkmamak gerekir çünkü biz yaşarken ölüm yoktur, ölüm geldiği zaman ise biz artık yaşamda değilizdir. Nihayet atomların düşüş ve çarpışmaları bir zorunluluğa, mutlak bir determinizme dayanmayıp, atomların gösterdiği küçük bir sapmanın sonucu olarak gelişigüzel ve rastlantısal olduğundan, kaderden de korkmaya hiç gerek yoktur. İnsan bu korkulardan kurtulduğu zaman, en yüksek amaç olan mutluluk yolunda tüm engelleri aşmış olur.

(b) Etik anlayışı

Epiküros, felsefesinin adeta bütününü temsil eden etik görüşünde, hazcı etiğin savunuculuğunu yapar. Nitekim o insan hayatının gerçek amacının, temel hedefinin, hazzın bizatihi kendisi, haz miktarının olabildiğince artırılması ama esas hedefin acıdan uzak olmak olduğunu söylemiştir. Epiküros bu sonuca ya da etik hazcılığa psikolojik hazcılıktan yola çıkarak, yani bütün hayvanların acıdan kaçıp hazza yöneldiği gözleminden hareketle varmıştır. Gerçekten de “hazzın mutlu ve kutlu bir yaşamın başı ve sonu olduğunu, [...] onun bütün seçimlerimizle, her tür istikrahın

başlangıcını oluşturduğunu” öne süren Epiküros’a göre, haz her şeyden önce acının yokluğuyla belirlenir. Bu nedenle, onun hazcılığı olumsuz bir hazcılık olarak tanımlanır. Öte yandan, Epiküros’a göre, tüm hazlar aynı değerde değildir; bu yüzden, onun niceliksel değil de niteliksel bir hazcılığı benimsemiş olduğu söylenebilir.

O, hazları doğuran üç tür arzu bulunduğunu söyler. Bazı arzular, yiyecek ve içecek örneğinde olduğu gibi hem doğal ve hem de zorunludur buna karşın diğerleri, bazı cinsel arzularda olduğu gibi, doğaldır ancak zorunlu değildir. Üçüncü türden arzular ise zenginlik ya da lüks isteği gibi, ne doğal ne de zorunlu olan hazlardır. Bunlar bedensel hazlara yol açarlar. Epiküros, bedensel hazları küçümsememek ya da yok saymamakla birlikte, bu türden hazlara düşkünlük göstermenin doğal ve doğru olmadığı gibi, kişiyi mutsuzluk ve acıya götüreceğini savunur. Buna göre, “kinetik” hazlarla “statik” hazlar arasında bir ayırım yapan filozof, bunlardan mutlu bir hayat için kaçınılmaz olan zihinsel ya da tinsel dinginliği sağlayan kalıcı, uzun süreli hazlara statik hazlar adını verirken, gelip geçici ve yoğun haz türü olarak kinetik hazları bedensel hazlarla özdeşleştirmiştir. Bedensel hazlar, Epiküros’a göre, hiçbir zaman tam olarak tatmin edilemez; bedensel hazların peşinde koşan insanlar, bu yüzden hep doyumsuz kalır ve hep acı çekerler. Buna göre, bir insan hep daha çok şey isterse, böyle biri halihazır daki durumundan hoşnutsuzluk duyup, huzursuz olur. İnsanı mutlu kılan, makul ve sade alışkanlıklardır, peşinden koşacağımız ve sakınacağımız şeyleri ölçebilen akıldır.

Epiküros hazcı etik anlayışını erdemli hayat telakkisiyle tamamlamaya çalışmıştır. Ona göre, temel erdem bilgeliktir çünkü bilge insan, kendi doğasının ihtiyaç duyduğu en azı belirleyebilecek ve bu ihtiyaçları kolaylıkla karşılayabilecek olan insandır. Bu ihtiyaçları karşılandığı zaman, onun ruh hali dengededir. Böyle biri ruhsal sükûnete ulaşmıştır. Bilge insanın ekmek ve sudan oluşan öğünü, ona bir aşçının çok lezzetli yemeklerinden daha çok mutluluk verir. Zira bilge insan, yalnızca az tüketmeyi değil, daha önemlisi, az şeyle yetinmeyi öğrenmiştir. Şu halde, insan doğasının aradığı en yüksek haz, ruhsal denge, ruhsal sükûnettir. Bu hale ise korkulardan ve acılardan kurtulduğumuz, hazlar arasında önem derecelerine göre bir öncelik sırası belirlediğimiz ve merak ile öğrenme isteklerimizi tatmin etmeye çalıştığımız zaman ulaşırız. Demek ki önemli olan anlamak, öğrenmek ve bilmektir, yani insanın ruhsal ihtiyaçlarını karşılamasıdır.

Epiküros, tarih görüşü bakımından evrimci bir tarih anlayışı benimsemişti. Buna göre, başlangıçta insan varlıkları yalnızdılar, gelişigüzel ürüyorlardı, sözel bir iletişim içinde değillerdi; onların bu dönemde, toplumsal kurumları yoktu, kendilerinden sonra gelen hemcinslerinden fiziki olarak daha güçlü oldukları için ayakta kalabildiler. Zaman içinde insan ırkı, biraz da ateşin keşfedilmesi sayesinde önemli ölçüde yumuşamış ve bunun sonucunda aile kurulup komşuluk ilişkileri başlamıştır. İşte bu evrede insanlar doğal tehlikelerden korunmak için dil, tarım ve ev inşası gibi birtakım teknik ustalıklar geliştirmişlerdir.

Devleti yaratmak için bir neden daha vardı. Tarihin ilk zamanlarındaki kıtlığın ardından, sanatların keşfinin temin ettiği göreli zenginlik, insanlara hayatlarının yanısıra mallarını da korumaları için devlet adını verdiğimiz politik örgütü yaratmanın bir zorunluluk olduğunu göstermiştir. Buradan da anlaşılacağı üzere, Epiküros söz konusu evrimci tarih anlayışı içine sözleşmeye dayandırdığı bir devlet öğretisi yerleştirmiştir. Bu sözleşmeci devlet anlayışı, önceleri ortak çıkar anlayışından yoksun olarak birbirleriyle mücadele eden insanların, zamanla ortak bir çıkar duygusuna sahip olduklarını, tehlikeleri birlikte önleyip birlikte çalışarak daha fazla haz ve mutluluk elde etmek amacıyla, devleti bir sözleşme temelinde kurduklarını söyler.

Bu devlet görüşü, devleti doğal bir kurum olarak gören Platoncu-Aristotelesçi devlet anlayışına taban tabana zıt bir görüştür. Buna göre, devlet doğal bir kurum olmayıp birey için varolan, sözleşmeye dayalı bir kurumdur. Toplumsal yaşam, bireyin çıkarı ilkesine dayanır; bireyler, kendilerini korumak, varlıklarını sürdürmek ve dolayısıyla mutlu olmak için bir araya gelerek, devleti bir sözleşmeyle kurmuşlardır. Adalet de bu sözleşmeye dayalı, salt uzlaşımsal bir değerdir. Bizim doğal haklar adını verdiğimiz haklar ise insanların yararlılıklarından dolayı benimsediği genel davranış kurallarıdır. Tüm yasalar ve devlet de dahil olmak üzere tüm kurumlar, bireyin güvenlik ve mutluluğuna katkıda bulundukları, eşdeyişle yararlı oldukları sürece, gerekli ve adil olurlar. İnsanlar adil olmak çıkarlarına uygun düştüğü için adil olurlar, adaletsizlik yapmak ise onların çıkarlarına ve dolayısıyla kendilerine çeşitli cezalar yoluyla zarar verdiği için kötülükten ve adaletsizlikten kaçınırlar. Bundan dolayı, adaletsizlik kendi içinde kötü olduğu için değil de sonuçları olumsuz olduğu için kötüdür.

Stoacılık

Helenistik dönemin ikinci büyük ve önemli okulu Stoacı Okul’dur. Stoacılık da Helenistik dönemde ortaya çıkan diğer okullar gibi, daha ziyade etik görüşüyle seçkinleşmiştir. Başlangıçta Kiniklerden etkilenen, özellikle de onların aldırmazlık etiğinin tesiri altında kalan Stoacı Okul, Kiniklerin anarşist yaklaşımından bir ölçüde uzaklaşarak Kinik bilgenin bağımsızlığını politik ve sosyal yaşamın katı gerçekleriyle uzlaştırma çabası içinde olmuştur. Felsefesini dönemin diğer okulları gibi, aralarında organik bir bağ bulunduğuna inanılan üç disiplinden oluştururken, sistemini mantık, fizik ve etik şeklinde düzenleyen Stoacı Okul’un temel kavramları logos (akıl) ve phusistan oluşur. (doğa). Stoacı Okul, felsefenin kendi bakış açılarıyla temel disiplin ya da yönlerini, doğa bir bütün olarak logos tarafından düzenlenip şekillendiği için birleştirmeye çalışmıştır.

Helenistik-Roma çağında uzun bir tarihi olan Okul, Kıbrıslı Zenon (MÖ 336-264) tarafından MÖ 300 yılında kurulmuştur. Okulun diğer önemli temsilcileri arasında Yunanlı filozoflar Kleanthes (MÖ 331-233), Khrysippos (MÖ 281-208), Panaetios (185-110), Poseidonos (MÖ 135-51) ile Romalı filozoflar Cicero (MÖ 106-43), Epiktetus (MS 50-138) ve Marcus Aurelius (MS 121-180) bulunur.

(a) Bilgi Kuramları

Stoacılar mantık konusuna, İlkçağda, Aristoteles’ten sonra en fazla katkıda bulunmuş filozoflardır. Mantığı, Aristoteles gibi bir araç olarak yorumlayan ve rasyonel söylemin bilimi olarak tanımlayan Stoacılar, bu bilimi retorik ve diyalektik olarak iki alana bölmüşlerdir. Onlar, diyalektik konusunda, Aristoteles’ten ayrılıp Platon’a yaklaşırken, kanıtlayıcı bir bilim, şeylerin gerçek doğasını konu alan bir disiplin olarak gördükleri diyalektiğin karşısına, pratik bir disiplin olarak, dil ve akılyürütmenin kendisinin iki temel özelliği ya da görünümü olduğu retoriği geçirmişlerdir.

Stoacılar diyalektik söz konusu olduğunda ilk yeri, izlenim, dil ve düşünce konusuna ayırmışlardır. Onlara göre, dil ve düşünce insanda a priori olan, doğuştan getirilmiş öğe ya da kapasiteler değillerdir. Konuşma ve düşünme yeteneği, insanda uzun bir dönemin ardından gelişen bir şeydir. İnsan zihni, doğuşta bir tabula rasa, baskı için iyi hazırlanmış ya da düzenlenmiş boş bir sayfa gibidir. Stoacıların ampirisizmi de bu anlamda, insan zihninin doğuşta boş bir levha olduğunu öne süren Locke’un ampirisizmini öncelemektedir. Boş sayfa üzerine düşen ya da basılan ilk

Belgede FELSEFE TARİHİ (sayfa 139-159)