• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Yazarlarının Öykü Hakkındaki Düşünceleri

B. Türk Edebiyatı Bağlamında

2. Osmanlı Yazarlarının Öykü Hakkındaki Düşünceleri

Günümüz öykü eleştirisinin bu sorunlarının ardından Tanzimat sonrası süreçte yazarların türe nasıl yaklaştıklarına bakmak hem o dönemde üretilen metinlere yönelik bakış açısını hem de eleştiriler arasındaki olası değişimi kavramaya çalışmak açısından yerinde olur.

Dönemin eleştiri alanındaki önemli adlarından biri olan Muallim Naci (1850- 1893), Lugat-i Naci kitabının “Hikâye” başlıklı yazısında hikâyeyi şöyle tanımlar:

“Nakletme, anlatma. Bazı vukuatın heyet-i mecmuası, fıkra, roman” (358). Şemsettin Sami de Kamus-ı Türki’de hikâye sözcüğü için “Nakletme, bir vaka ve sergüzeşti sırasıyla anlatma, rivayet. Hakiki veya uydurma ve ekseriya hisse kapmaya mahsus sergüzeşt, nokta, mesel, roman” (554) demektedir. Bu açıklamalardan hikâyenin sergüzeşt anlatma, yani öyküleme dışında fıkra, mesel ya da roman gibi edebî türlere eşitlendiği görülmektedir. Bu durumda dönem bağlamında yapılan eleştirilerde sıkça dile getirilen hikâyenin romandan ayrı bir tür olarak algılanmadığı savı kısmen doğrulanmaktadır.

İlk öykü örnekleri olarak nitelenen kitapların yayımından sonra, 1889 yılında bile Halit Ziya Uşaklıgil’in Hikâye adıyla yayımlanan ve roman üzerinde durduğu

54

kitabı bunun bir göstergesidir. Nurullah Çetin, Hece dergisinin Türk Romanı Özel Sayısı’nda yer alan “Tanzimat Döneminde Türk Romanı (1860-1878)” başlıklı yazısında, “Tanzimat dönemi yazarları ‘roman’ terimini kullanmakla birlikte roman ve hikâyeyi ikisini birden kapsamak üzere genellikle ‘hikâye’ terimini

benimsiyorlardı” (21) demektedir. İslam Ansiklopedisi’nde de türün ilk örnekleri göz önüne alınarak şu değerlendirme yapılmaktadır: “Modern anlamını henüz

kazanmamış hikâye kelimesi, hem hikâye hem roman türüne dahil edilebilecek ürünleri topluca kapsamı içine alan bir üst kavram olarak kullanılıyordu. İlk çeviri ve telif eserlerin adında bu kelime 'baştan geçen olaylar, rivâyât, sergüzeşt' anlamında yer aldığı gibi eser isimlerinde özellikle sergüzeşt kelimesiyle de sık sık

karşılaşılmaktadır” (494). Bu ilk yapıtlarda "eski hikâye geleneğinden intikal eden 'kıssadan hisse çıkarma' anlayışının" kendini açığa vurduğu söylenmektedir. Ancak bu sözler aynı zamanda var olan tek öykünün Batı ölçütlerine bağlı olduğu

görüşünün sorgulanması gerekliliğini gözler önüne serer.

Yazarların hikâye ile bir edebî türü kastetmedikleri bu nedenle hikâye etmeye dayanan roman için de bu sözcüğü kullanmaları yukarıdaki açıklamalar

doğrultusunda anlamlandırılabilir. Dolayısıyla buradan öykü ile romanı ayrı birer tür olarak görmedikleri sonucu çıkarılamaz. İslam Ansiklopedisi'nde bu konudaki önemli bir bilgi de “hikâyeyi 'sûret-i tasvîr ve tahrîr” bakımından kendi içinde bazı

tabakalara ayıran Ahmet Mithat'ın âdeta ad koymadan hikâye ile romanı birbirinden ayırdığının söylenmesidir. Ancak Mithat bir yandan da “ufak tefek romanlar veya tabir-i sahih ile hikâyeler, yani Frenkçesi nouvelle’ler yazmak”tan bahsederek Kayahan Özgül’ün belirttiği gibi ufak tefek roman, nouvelle, hikâye kavramlarını eşitler. Burada Batı edebiyatlarında novella ya da uzun hikâye denilen türden

55

ve çeviri eserlerden örnekler vererek türü dört tabakaya ayırmasının bugün kısa hikâye, uzun hikâye, roman ve nehir roman kavramlarıyla adlandırılan tür örneklerini hatırlattığı söylenebilir” (494).

Yine Kayahan Özgül’ün Hece dergisinin Türk Öykücülüğü Özel Sayısı’nda yer alan “Hikâyenin Romanı” başlıklı yazısında Server Cemal’in “Küçük Hikâye ve Âtîsi” yazısından alıntıladığı üzere Cemal, “Bizde ‘nouvelle’ bir zamandan beri ‘küçük hikâye’ diye tercüme olunduydu. Bunun, en muvâfık bir tâbîr-i mütercem olduğunu zannediyorum. Çünki ‘fıkra’, ‘kıssa’ gibi isimler lisânımızda diğer mânâlarda isti’mâl edilmiş ve ‘nouvelle’in ifhâm ettiği esas ve maksad bu mânâlar arasında kaybolmak tehlikesine mârûz bulunmuştur” (37) demektedir. Bu sözler döneme ilişkin yapılan bugünkü eleştirilerin tersine, açık biçimde 1870 yılında bile tür sorunuyla doğrudan ilgilenildiğini göstermektedir.

Öykü türünün ilk örnekleri arasında sayılan Mehmed Celal'in Venüs (1886), Cemile (1886) adlı yapıtlarına yazarın yazdığı önsözlerde kullandığı "romancık" ve "hikâyecik" ifadelerinin türün belirme sürecindeki kavram arayışlarını gösterdiği söylenmektedir. İslam Ansiklopedisi’ne göre "Bu dönemde romana kıyasla hikâye türünü belirginleştirme ve adlandırma yolunda dikkate değer bir gayret de Recaizade Mahmut Ekrem tarafından gösterilir. Muhsin Bey yahut Şairliğin Hazin Bir Neticesi (188) adlı eserinin sunuşunda, hikâye sanatının bir hayli gelişme gösterdiği Fransa'yı örnek vererek Fransızca'da 'nouvelle' ve 'conte' kelimeleriyle adlandırılan 'ufak hikâye' türünün kendine göre var olma şartları bulunan ayrı bir kategoriyi teşkil ettiğine işaret eder ve 'büyük hikâye' dediği romanı büyük bir tabloya, küçük hikâyeyi de minyatüre benzetir (Ufak Hikâyelere Dair Ufacık Bir Mütalaa, 1888)" (494-5). Nabizade Nâzım'ın yapıtlarına yazdığı (Karabibik, Hasba) önsözlerde de

56

benzer belirginleştirme kaygılarının görüldüğü dile getirilmektedir. Nabizade Nâzım, Hasba kitabında yer alan “Kaariinime” başlıklı kısımda şunları söylemektedir:

Evvela bazı zevâtın tereddütlerini ber-taraf etmek için şunu söyleyeceğim ki; bu “Hasba” gibi sairleri de yani “Zavallı Kız”, “Bir Hâtıra”, “Hâlâ Güzel” dahî birer hikâyedir; Frenkçe buna –Nouvelle- derler ki, -Vak’a- diye tercümesi belki daha muvâfık bulunur. Hikâye ile romanın farkı vardır. Roman bir vak’anın al-et-tafsîl hikâyesidir ki âzâ-yı vak’a ile eşhâs-ı vukuuât üzerine kariînin teveccüh ve

hissiyâtını celb ve cem’a her şeyden ziyâde dikkat olunur. Hikâye ise o vak’anın sadece nakil ve rivâyetinden ibârettir, tafsîlâta tahammülü yoktur. Âdetâ hikâye bir romanın hülâsası demektir. İnfiâlât-ı

şedîdeye de tahammülü yoktur. Ne söylenecekse bir kaç sahife içinde söyleyip bitirivermelidir; fakat her hülâsada olduğu gibi bunda da mârifet vukuuâtın canlı noktalarını tefrîk ve intihâbdadır. (133) Nabizade Nâzım’ın dile getirdiği bu düşünceler iki tür arasına açık bir fark koymakla beraber, hikâyeyi romanın özeti ve yalnızca olayın aktarılması olarak göstermesi, niceliğe bağlı yaklaşımlarla örtüşse de bugün için, hatta taklit ettikleri söylenen Batı edebiyatlarının o döneminde de kabul edilmesi zor bir değerlendirmedir. Ayrıca yazarın koyduğu bu ayrımı ne ölçüde benimsediği, uyguladığı da sorgulanmalıdır.

Ayrım getirmeye çalışan bir başka yazar Mehmet Celal’in (1867-1912), 1896 yılında yayımlanan Osmanlı Edebiyatı Nümuneleri adlı kitabında “küçük hikâyeler” ile “büyük hikâyeler” olarak ayırdığı türler arasında maddi bir ayrım olduğunu söyleyip bu belirlemesini açımlamasa da büyük olan, yüzlerce sayfa tutan metinlerin küçük olanlardan daha iyi olduklarına ilişkin yargının geçersizliğini ortaya koyması önemlidir. “Küçük hikâyeler maddeten büyük hikâyeler kadar hemen her şeyi ihtiva

57

edemezse de, manen pek büyük mesaili cami olur ki bunların hemen her satırı Monte Kristo, yahut Hasan Mellah gibi- büyük ve hayalî- bir hikâye teşkiline medar olur” (193). Celal bunu kanıtlamak için yüzlerce sayfa tutan bir yapıtın insanı hiç

etkilemeyebileceğini ancak “iki formayı tecavüz etme[yen]” bazı yapıtların

“[h]issiyat nokta-yı nazarından pek büyük ehemmiyeti haiz” olduklarını söyler (193). Dönemin önemli yazarlarından Mehmet Rauf ise, “bütün bu bahislerden evvel hikâyenin ne olduğunu söylemeye mecburiyet görüyorum ve bu beni

korkutuyor; zira henüz hikâyenin ne olduğunu bilmiyoruz” diyerek “Romanlara Dair: Bizde Hikâye” adlı 1897 yılında yayımlanan yazısında bir itirafta bulunur. Ancak hikâyenin ne olduğunu bilmiyoruz demekle Batılı anlamda bir hikâyeyi mi

kastediyor bunun düşünülmesi gerek. Çünkü bu ifadenin geleneksel öykü ürünlerinin bile bilinmediği, verilmediği anlamına gelmesi zor ya da doğruluğu tartışmalı. Rauf’un bu sözlerine bakarak hikâye türünün ithal edildiği savının geçerli olduğu düşünülebilirse de, yazarların önce bir edebî tür belirleyip daha sonra ona uyan ürünler vermeleri söz konusu olmadığına göre tanımı henüz yapılmamış ya da yapılamamış olan bir türde hiç örnek verilmemiş olması da söz konusu değildir. Ayrıca Mehmet Rauf eğer Batılı öyküyü kastediyorsa ve bu öykünün

anlaşılamadığını söylüyorsa, bugünkü pek çok eleştirmenin Rauf’u tekrarladıkları ve Osmanlı-Türk edebiyatında “anlaşılamayan” yönleriyle öykünün ele alınması

gerekliliği ortadadır.

Üstelik, Tanzimat dönemi yazarlarını kafalarının karışıklığıyla ve türler arası ayrımı yapamamakla suçlayan yaklaşımların ne ölçüde ilerleme kaydettikleri

kaynaklara bakıldığında son derece kuşkuludur. Edebiyat tarihlerinde dönemin diğer dikkate değer öykü yazarlarından biri olarak anılan Ahmet Hikmet Müftüoğlu'nun "hikâye"lerinden söz edilirken İslam Ansiklopedisi’nde, "çoğu özentili bir 'mensur

58

şiir' havası taşıyan bu dönem eserlerinden 'Haristan ve Gülistan' adlı Avrupai 'masal' tarzındaki 'uzun hikâyesi' anlatımı kadar, muhtevasıyla da ilgi uyandırmıştır" (495) denilmesi bunun çarpıcı bir örneğidir.

3. Öykünün Biçimlenmesinde Edebiyat Dışı Koşulların Etkisi: