• Sonuç bulunamadı

Öykünün Biçimlenmesinde Edebiyat Dışı Koşulların Etkisi

B. Türk Edebiyatı Bağlamında

3. Öykünün Biçimlenmesinde Edebiyat Dışı Koşulların Etkisi

vurgulanması gereken bir nokta tür adlandırmalarında edebiyat dışı bazı koşulların etkisidir. Bu bakımdan Özgül’ün Râif Necdet Kestelli’den aktardığı şu sözler duruma farklı açılardan yaklaşılması gerekliliğini ortaya koyması bakımından oldukça

önemlidir: “Men’ edilen romanlara, küçük hikâyelere istibdâdın son zamanlarında – tercüme olmak ve hissiyât-ı âşıkaneden bahsedilmemek şartıyla- lûtfen müsâade vermişlerdi. Fakat ‘roman’ ismi yerine ‘seyâhat-nâme’, ‘küçük hikâye’ yerine de ‘küçük fıkra’ yazılıyordu” (37).

Görüldüğü gibi burada türe ilişkin adlandırmalarda siyasi koşulların oynadığı rolün altı çizilmiştir. Dolayısıyla öykü türünde açıkça gördüğümüz karışıklığın kaynaklarını sorgulamada bu noktaları da dikkate almadan, tek başına yazarların esnekliğinden ya da bilinçsizliğinden söz etmek yanlış olacaktır. Nitekim günümüzde bile yayın stratejilerine, ekonomik nedenlere bağlı olarak yayıncıların türler

konusundaki edebiyat dışı belirlemelerine rastlanmaktadır. Bu bakımdan gerçekten de gerek süreli yayınların etkisi, gerek toplumsal, siyasi, ekonomik vb. koşullar, öykünün edebiyat tarihindeki konumunu belirlemede dikkate alınması gereken noktalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Oysa kaynaklarda Kestelli’nin bu belirlemesinin üzerinde duran ya da benzer olasılıkları sorgulayan yaklaşımlara rastlamak söz konusu değildir. Amerika’daki gibi ekonomik koşulların, yayın sektörünün etkilerini Osmanlı’da göremeyen eleştirmenlerin, bu durumu türün zaten

59

ithal olduğuna kanıt olarak görmeleri bile mümkündür. Tanzimat Fermanı sonrasında 19. yüzyılda giderek hızlanan Batılılaşma faaliyetlerinin edebiyattaki uzantısı olarak yorumlanan yeni türlerin, Batı ülkelerindeki gelişmeler karşısında yeni bir dünya görüşüne duyulan ihtiyaç sonucunda “ithal” edildiği, toplumsal koşulların etkisiyle ilgili yegâne yorumdur. Dönem metinlerinin gerçekçi dünya görüşüne doğru bir gelişim çizgisi izlediklerinin her fırsatta dile getirilmesi de bununla ilgilidir.Ancak gözden kaçırılan nokta, öykünün ortaya çıkışının toplumsal, felsefi temelini Batılı yeni bir düşünceyle karşılaşma durumunda eskiye karşı yaratılmak istenen bir alternatif olarak görmek ile türün Batılı ölçütlere tam bir uygunluk sergilemesinin gerekli olduğunu düşünmek arasındaki farktır. Kuşkusuz Batı edebiyatlarının ve düşünce biçimlerinin bazı etkileri olduğu yadsınamaz ancak bütün türleri bu etkiler yüzünden taklit olarak görmek tatmin edici bir açıklama sunmamaktadır.

Söz konusu etkilenmeleri yorumlamakta önemli bir boyutu olan çeviriler konusunda İslam Ansiklopedisi’nde Batı edebiyatından ilk telif roman ve uzun hikâye örneklerinin 1870'ten sonra ortaya çıktığı söylenmekte ve "modern hikâyeye geçişte önemli rol oynayan ilk çeviriler" içinde Tercüme-i Telemak, Sefiller, Atala gibi yapıtlar sayılmaktadır. Ancak bu sayılanlar dışında öykü türüne ait çevirilerin varlığı konusunda fazla bilgi olmaması değerlendirme yapmayı zorlaştırmaktadır. Oysa; Bates, Yazınsal Bir Tür Olarak Kısa Öykü adlı kitabında Batı edebiyatlarında öykünün gelişmesinde Rus yazarların çevrilmesinin payının büyük olduğunu söyler ve “Yalnızca İngiltere’de değil, Amerika’da da, Rus yazarlarından yapılan bu çevirilerin yokluğunda kısa öykünün nasıl gelişeceğini tasarlamak gerçekten olanaksız” (100) diyerek bu bağlantının önemini vurgular. 19. yüzyılda bazı yazarların yabancı dil bildiklerini ve yabancı yayınları takip ettiklerini kendi

60

oranda bilginin, kaynağın olmayışı bu konuda engel oluşturmaktadır. Yine de tezin üçüncü bölümünde Emin Nihat’ın Müsameretname’de yer alan “Gerdanlık

Hikâyesi”nin Alexandre Dumas Fils’ten ve Samipaşazade Sezai’nin “Arlezyalı” başlıklı metninin Alphonse Daudet’den çeviri olduğunun söylenmesi üzerine özgün metinlerle yapılan karşılaştırma bu doğrultuda biraz fikir verecektir.

Öte yandan Kayahan Özgül, öykünün özellikle Amerika’da süreli yayınların etkisiyle ortaya çıktığı düşüncesinden hareketle "nerede periyodikler erken

gelişmişse, orada hikâyenin de erken gelişme şansı artar, zira hikâye formu

periyodiklerin çocuğudur" demektedir (34). Bu anlamda Tanzimat'tan sonra giderek önem kazanan basın faaliyetlerinin, yayım biçimlerinin öyküyle ilişkisine bakılması önem kazanır. Çünkü Özgül'ün belirttiği gibi "bir periyodiğin gazete mi, yoksa dergi mi olduğu; gazete ise, hafta sonu nüshası olup olmadığı; dergi ise, aylık mı yoksa haftalık mı olduğu [...] gibi pek çok husus hikâyenin hem formunu hem de tematik tercihlerini şekillendirir" (35).

Ancak, Kayahan Özgül, Küçük Şeyler bağlamında değerlendirmelerini ortaya koyarken de, öykülerin daha önce yayımlanmadıklarını belirterek “hikâye-periyodik münasebeti kurulmadan modern hikâyeciliğimizin başladığını göstermesi

bakımından” kitabın önemini belirtir. Bu iki yorum birleştirildiğinde “periyodiklerin çocuğu” olmayan Küçük Şeyler’in modern hikâyeyi başlatması ancak doğrudan Batılı ölçütleri taklit etmesiyle açıklanabilmektedir. Zira Özgül de kitabı Batılı anlamda öykünün ilk örneği olarak görmektedir.

Kanımca burada örneğin roman türünün Batı’da ortaya çıkışını burjuva sınıfına bağlayarak Doğu toplumlarında bu sınıfın var olmaması üzerinden türün yokluğunu ve örnek alınmasını açıklamaya çalışan yaklaşımlar gibi öykü için de Amerika’dakine benzer koşullar aramak ve durumu bu karşılaştırma üzerinden

61

yorumlamaya çalışmak yerine, metinlerin başlı başına kitap olarak ya da kitaplaşmadan önce gazetelerde cüzler hâlinde yayımlanmalarının nasıl etkiler, farklılıklar yarattığına bakılması daha doğru olur. Bu doğrultuda cüzler hâlinde yayımlanan Letaif-i Rivayat ve Müsameretname ile kitap olarak basılan Küçük Şeyler ve Karabibik incelenirken bu nokta üzerinde de durulacaktır.

Türün biçimlenmesine etki eden gelenekselden yeniye uzanan çizgide felsefi, düşünsel bir etkiden de söz edilebilmektedir. Kayahan Özgül'e göre kıssa, müsâmere, makame, mesel vs. formların hepsinde "gerçeklerin nakli" esas alınmıştır. "Hatta o kadar ki zamanla kıssa'nın ve hikâye'nin, tarih [...] manaları da belirmiştir. Tarih aktarıcılığının mes'ûliyeti yetmez gibi, dinî anekdotların aktarılışında hadislerle güvence altına alınan bir gerçeğe uyma mecburiyeti de anlatıcıyı bağlar. Bu durumun sadece Doğu'ya has bir hâl olduğu zannedilmemeli. Batı edebiyatlarında da benzeri bir adlandırma görülür. İngilizce'de 'story' (hikâye) kelimesinin 'history' (tarih) kelimesiyle bağı açıktır. Fransızca'da 'histoire' (eski hâli 'estoire') ve Almanca'da 'Geschichte' kelimeleri 'tarih' ve 'hikâye' manalarını birlikte kapsarlar" (32)

demektedir. Özgül’ün bu değerlendirmesi Edward Said’in Beginnings adlı kitabında geleneksel Doğu toplumlarında Kuran’ın üstüne söz söylenemez biricikliğinden ve diğer bütün metinlerin onun karşısındaki ikincil konumlarından söz edişini akla getirmektedir (199). Said, çalışmasında romanın konumu üzerine odaklansa da Doğu edebiyatlarındaki romanın ortaya çıkışı ve farklılığını açıklamak için giriştiği bu arayışın diğer edebî türleri de kapsayıp kapsamadığı sorgulanabilir. Özgül’ün “dinî anekdotların aktarılışında hadislerle güvence altına alınan bir gerçeğe uyma

mecburiyeti”nden söz edişi bu bakımdan daha da anlamlı görünmektedir. Diğer yandan buradaki “gerçeğe uyma” ile Tanzimat sonrası modern öykünün örneklerini arayanların öne sürdüğü gerçekçiliğin aynı olmadığı unutulmamalıdır. Edward

62

Said’in İslami dünya görüşünde “edebî etkinlik yoluyla alternatif bir dünya yaratma ya da gerçek dünyayı değiştirme isteği”nin (81) bulunmadığına ilişkin sözlerine koşut olarak Kayahan Özgül, eskiden kurgulanmış anlatıma dayalı metinlerin pek onaylanmadığını söyler. Ancak Özgül’ün saydığı mesel, kıssa, makame gibi daha çok öğretici metinleri çıkardığımızda destan, masal, halk hikâyesi, mesnevi gibi türler için de aynı durumdan söz edebilecek miyiz? Nitekim kurgusal olan bu türlerle öykü arasında ilişki kuranlar da var. Hatta Özgül'e göre de hikâyeye yakın hacimde ve didaktik olan, saydığı bu formlar (kıssa, mesel, müsamere, makame) zaman içinde hikâye ile yollarını birleştirmişlerdir. O hâlde bugün eleştirmenlerce didaktik

olmaları, halkı eğitmek amacı gütmeleri gibi geleneksel özelliklerinden dolayı modern, Batılı olmadıkları için ilk örneklerin eleştirilmesinin ne kadar yersiz olduğu ve bunun altında bütünüyle bir dünya görüşünün yatıyor olabileceği anlaşılmaktadır.