• Sonuç bulunamadı

Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma Hayatı: 64 

A. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sosyal Yapısı: 62 

1.1. Osmanlı İmparatorluğu’nda Çalışma Hayatı: 64 

Osmanlı üretim düzeninin en önemli unsuru “toprak” ve bunun etrafında oluşan “Toprak Rejimi”dir. Bu nedenle, ortaya çıkan “Osmanlı Toprak İşçiliği” de kendine has özellikler göstererek dikkat çekmektedir. Toprak işçiliğinin yanında daha çok şehirlerde önem kazanan esnaf ve zanaatkâr birlikleri (ahilik), Osmanlı çalışma hayatı bakımından dikkat çekicidir. Tarım işçileri kırsal mekandaki çalışma hayatını temsil ederken, esnaf ve zanaatkarlar da ahilik müessesesi şehir çalışma hayatının özelliklerini anlamamıza yardımcı olmaktadır.

a. Toprak Düzeni:

“Bütün zenginliğini topraktan çıkaran bir devir ve cemiyet nizamının

hususiyetini anlayabilmek için, toprağın tabi bulunduğu tasarruf şekilleriyle, bu tasarruf şekillerinin icap ettirdiği içtimai münasebetleri göz önünde bulundurmak lazım geleceği aşikardır. Bu itibarla biz, zirai bir ekonominin hükümran olduğu Osmanlı İmparatorluğu nizamı içinde daha fazla halk yığınlarının hayat şartlarıyla alakadar olmak isteyen sosyal ve ekonomik bir tarih işçiliği için, mevzuumuzu teşkil eden toprak meselelerinin tetkikini zaruri bir methal telakki etmekteyiz” (Barkan,

1980: 281). Gerçekten, Osmanlı toprak rejimini ve onu ortaya koyan dinamikleri iyi anlamadan, Osmanlı üzerine sağlıklı fikirler ortaya koyabilmenin imkanı yoktur.

Osmanlı toprak rejiminde, Hariciye ve Öşriye gibi muhtelif ve oldukça sınırlı düzenlemelere rastlanmasına rağmen, egemen düzenleme biçiminin “Tımar Sistemi”

ve “Mirî Arazi Rejimi” olduğu görülür. Toprağın muhtelif düzenleme biçimlerinin, Osmanlının tarihi içinde çok farklı sosyal ve ekonomik karakterlere sahip toplumlarla karşı karşıya kalmasının gereği olarak ortaya çıktığı söylenebilir. Tüm bu farklılıklara rağmen, egemen toprak rejimi olarak Tımar Sistemi’nin uzun süre uygulanabildiği de göz ardı edilmemelidir.

Osmanlı’da “Tımar düzeninin yaygınlaşması, bir ortaçağ ekonomisi

çerçevesinde büyük bir imparatorluk ordusunun gereksinimlerini karşılama zorunluluğundan doğmuş ve Osmanlı İmparatorluğu’nun mali, sosyal ve tarımsal politikasının temeli olmuştur”. Bu, toprakla ilgili hak ve sorumlulukların devlet,

sipahiler ve köylüler arasında pay edildiği bir tür “bölünmüş mülkiyet” sistemiydi (Kinross: 166).

Mirî Arazi Rejimi’nde toprağın sahibi devletti. Bir devlet mülkü olan toprağın, kontrol hakkı da devlete aitti. Devlet, araziyi tımar olarak verdiği kişileri köylü ile kendisi arasında bir ara mekanizma olarak kullanıyordu. Mirî Toprak Rejimi, işleyenler yani köylüler açısından tasarruf şeklini ciddi şekilde sınırlıyordu (Barkan-, Meriçli, 1988: 93). Yaygın kanıya göre, Osmanlılara intikal eden tımar sistemi, İslam’ın toprak arayışından beslenerek ve İslam Medeniyeti boyunca gelişerek gelen daha sonra Selçuklulara geçerek tekamül eden bir toprak rejimidir (Cin, 1985: 54- 55). Doğulu-Batılı İslami özellikleriyle Mirî toprak rejimi, sosyolojik olarak çiftlikleşmeye ve feodalleşmeye kapalı, köyleşmeye sürekli açık bir sosyal düzenin temellerini oluşturmuştur.

b. Toprak İşçiliği:

Osmanlı toprak rejimi ile ortaya çıkan “toprak işçiliği”, bu rejimin özüne uygun uyum gösteren bir karakteristik özelliğe sahip olmak durumundadır. Bu nedenle, Osmanlı toprak işçiliğinin Osmanlı toprak rejiminde olduğu gibi uzun süren bir değişim sonucu ortaya çıktığı söylenebilir. Esasında “…Köylünün başkalarına ve

devlete ait arazi üzerinde daima ve ‘ırsi’ ve ‘kiracı’ vaziyetinde çalışması şeklindeki bir toprak rejimi, toprak münasebetlerinin tarihi kadar eski zamanlardan beri her yerde ve her zaman mevcut bulunabilmiş bir toprak işçiliği tipi teşkil etmektedir”

(Barkan: 132).

Osmanlıların çok kendine mahsus ve özgün şartlarında, toprak işçiliğinin de kendine mahsus özelliklerle geliştiği söylenebilir. Mirî toprak rejiminde toprak işçileri yani köylüler, devlete ait toprağı kira ile işler durumda farz edilmektedir. Köylünün toprağı satabilmek, hibe edebilmek, vakfedebilmek, borç için ipotek edebilmek, vasiyetle çocuklarına bırakabilmek hakları söz konusu değildir. Yalnız, ölenin erkek evladı ya da erkek akrabaları toprağın tekrar kiralanmasında tercih nedeni idi. Üç sene üst üste boş bırakılan topraklar, sahibinden alınıp yeni bir çiftçiye kiraya veriliyordu.

Mirî toprak rejimi yukarıda sayılan özellikleriyle, ziraat arazisinin fazla parçalanıp dağılmamasını, satış ve borçlanma yolu ile elden çıkarılarak, köylünün kolayca ırgatlaşmasını ve vergi birimlerinin bütünlüğünü koruyarak, kontrolün sağlıklı bir şekilde sağlanabilmesini uzun süre temin edebilmiştir (Barkan- Meriçli: 93).

“Bu toprak rejimi esprisi içinde, toprağı işleyen kimse yapması gerekeni

yapıyorsa, yerinden atılamaz ve hakları çiğnenemezdi. Böylece köylüler, özellikle Osmanlı egemenliğinin ilk iki yüzyılında bir baskı altında değillerdi (feodalleşme anlamında baskıdan söz ediliyor). Osmanlıların onaltıncı yüzyıl sonlarına kadar en büyük tarımsal sorunları işçi eksikliğiydi. İşte bu nedenle köylüler toprakları üzerinde kalmaya zorlanıyordu. Kimi zaman on yıllık vergi bağışıklığı ya da üretim fazlasını serbest pazarda satabilme hakkı gibi özendirici önlemlerle kıraç topraklara çekilmek istenirdi. Onaltıncı yüzyılda nüfusun hızlı artışı, işçi sayısını çoğalttığı için çiftçiler giderek artan sert önlemlerle karşı karşıya kaldılar” (Shaw, 1982: 220-221).

Mirî arazi rejiminin getirdiği kriterlerin, toprak işçiliğinin iktisadi boyutuna kazandırdığı şekil yanında, sosyal boyutunun etkileri de önemli ve dikkatle üzerinde durulması gereken bir konudur.

Müstakil ve küçük köylü işletmelerinin bu karakterlerini koruyucu tedbirleri ile Mirî Toprak Rejimi, bir yerde köyde bütünleştirici bir sosyal ilişkiler düzeninin ortaya çıkması ve güçlenmesini teşvik ediyordu:

“Her ne sebeple olursa olsun, Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tımarlar içinde

beylere ait büyük hassa çiftliklerinin bulunmayışı ve mülk topraklar üzerinde bile hakim zirai işletme tipinin müstakil küçük çiftçi işletmesi halinde olması, bu devrin toprak münasebetlerine ve sosyal düzenine hakim bir olgu teşkil etmiş ve reayanın sipahilere karşı borçlu bulunduğu şahsi hizmetler, ücretsiz olarak yiyecek temini ve angarya çalışması gibi derebeylik artığı külfetlerin en küçük ve kaçınılmazlık derecesine indirilmesi prensip olarak kabul edilmiştir” (Barkan-Meriçli: 94).

Gerçekten, imparatorluk kanunnamelerinde köylü için öşrünü en yakın pazara götürmek ve köyde sipahi için bir ambar yapmaktan başka şahsi bir hizmet kabul edilmemektedir. Eski kanunnamelerden ve onlar üzerinde daha sonra yapılmış olan değiştirme kayıtlarından anlaşıldığına göre, Osmanlı İmparatorluğu kendisine mahsus bir nizamı kurabilmek için koyu bir derebeylik izlerini taşıyan örf ve adetlerle mücadele etmek mecburiyetinde kalmıştır (Barkan-Meriçli: 97).

Osmanlı Devleti’nde toprak işçilerinin sosyal ve hukuki statüleri ile ilgili Ö. L. Barkan’ın genel kabul görmüş düşünceleri şöyledir: “Osmanlı İmparatorluğu’nun

sosyal düzeni içerisinde çiftçi sınıfların hukuki statüsü tetkik edilirken, bu sınıfları bilhassa Batı Avrupa memleketlerinin ortaçağda ‘serf’ namı altında tanınan köylü zümrelerinin durumu ile karşılaştırıp meseleyi Türkiye’de servaj rejimi mevcut mu idi? şeklinde ortaya koyup incelemek adet olmuştur. Ancak, İmparatorluğun asıl köylü tipini teşkil etmiş bulunan ve Hıristiyan veya Müslüman ayırt edilmeksizin ‘reaya’ ismi altında tanınan çiftçi sınıflarının hukuki statü bakımından serflerden açık şekilde farklı ‘hür insanlar’ olduğu söylenebilir” (Barkan-Meriçli:100).

“Türkiye’de 14 ve 15. asırlarda bazı varlıklı şahısların esir pazarlarından

satın aldıkları veya harp ganimeti olarak sahip oldukları kölelerini, kendi nam ve hesaplarına işletecekleri büyük çiftliklerde, bir ziraat işçisi (ırgat) olarak çalıştıracakları yerde, çoğu zaman onları özerk birer küçük köylü işletmesi teşkil edecek tarzda gerekli araçlarla ve aileleriyle birlikte toprakları üzerine yerleştirdikleri biliniyor” (Barkan-Meriçli: 101).

Anadolu’da toprak sahibi ile eski köle arasındaki paylaşım, farklı şekillerde gerçekleşmekteydi. Bu paylaşma, tohum çıktıktan sonra ürünün yarı yarıya paylaşılması, ürünün belli nispetlerde paylaşılması (ortakçılık) ve mahsul ne olursa olsun değişmeyen bir kısmını ödeme (kesimcilik) şekillerinde bir kırsallık ilişkisi biçiminde gerçekleşebiliyordu. Bu şekliyle ortaya çıkan yeni statüde, eski köleler ortakçı-kul yahut kesimci-kul ismini alıyordu.

Osmanlı toprak işçiliğinde ‘reaya’ ve ‘ortakçı-kul’ statülerinden başka, bu statülere pek benzemeyen bir kategori olarak ortaya çıkan “sürgün işçiliği” de belirtilmelidir. Sürgün işçiliği, çok yaygın olmayan ve kendine has bir hukuki statüye sahip işçilik tipini oluşturmaktadır. Sürgün işçiliği, reayanın hukuki statüsüne bir miktar benzemesinin yanında kul ortakçılığına benzemez. Kul-ortakçılar, kuruluş ve gelişme tarihi boyunca kendilerinin sürgün olduğunu iddia edecek bu statüye geçmek istemişlerdir (Barkan, 1980: 582).

Osmanlı arşivini çok iyi bilen Barkan, Osmanlı belgelerini iktisat tarihi açısından araştırıp değerlendirmiştir. Osmanlı iktisadına ait çok sayıda belgeyi gün ışığına çıkarmıştır. Bu çalışmaları Türkiye’de iktisat tarihi biliminin kurulmasında, yurt içinde ve dışarıda Osmanlı iktisat tarihine ilginin artmasında önemli rol oynamıştır. Ömer Lütfi Barkan, eserlerini çeşitli arşiv belgelerinin yorumuna dayandırmıştır. Arşiv araştırmasına dayalı olarak gerçekleştirdiği bu çalışmalar hakkında, yeterli bilgiye sahip olduğu hukuk, sosyoloji, edebiyat ve tarih konularında otoritesi tartışılmaz. Onun iddialı olduğu bu toplumsal alandaki bir başka arşiv araştırmasının sonucu aşağıdadır:

“Görülüyor ki; Osmanlı İmparatorluğu’nda riayet esas itibariyle devlete ait

telakki edilen bir toprak üzerinde yerleştirilmiş bir kiracı, toprağa bağlı bir kolon olmakla beraber; bu bağlılıklar ve mükellefiyetler hiçbir zaman tetkik ettiğimiz memleketlerdeki soysuzlaşmış ve şahsileşmiş tabiyetler şeklini almamıştır. Bu hususla, merkezi devlet otoritesinin merkezden azil ve nasp edilir memurları, müfettiş ve kadılarıyla daima kuvvetini hissettirmiş olması kadar, İmparatorluğun toprak mülkiyeti telakkisini ve zirai rejimin organize ediliş tarzını da hesaba katmak lazımdır “( Barkan: 766).

Osmanlı İmparatorluğu’nda ‘sahib-i arz’ veya ‘sahib-i riayet’ sıfatıyla köylünün karşısına çıkan kimselerin, tam anlamıyla ne arzın ne de riayetin sahibi oldukları ve bu sıfatlara ancak son derece teşkilatlı ve merkeziyetçi bir devletin memuru sıfatıyla haiz bulundukları muhakkaktır. “İmparatorluğun her tarafta tamim

ettiği idare adamı ve asker tipi olan tımarlı sipahi ne bir derebeyi, ne de yerli toprak asaletini temsil eden bir toprak zenginidir” (Barkan: 767).