• Sonuç bulunamadı

A. Osmanlı İmparatorluğu’nun Sosyal Yapısı: 62 

2.1. Şehirli Mekanda Çalışma Hayatı: 69 

Kökleri Ortaçağ Batı Avrupa’sının ve Osmanlı öncesi Doğu-İslam toplumlarının izlerini taşıyan Anadolu esnaf ve zanaatkar birlikleri, Osmanlı sosyo- kültürel sistemi içerisinde Lonca ve Ahi teşkilatları olarak, kendisine has özgün bir bütünlük içinde karşımıza çıkarlar. Ahi teşkilatları, Anadolu’da ortaya koydukları gelenekleri ile ortaçağın temel belirleyicileri olan loncaların, zaman-mekan-insan unsuru etkileşimi içerisinde, farklı bir oluşumu ortaya koymuştur (Yazıcı: 65).

XIII. yüzyıl itibarıyla, büyüyen Selçuklu kentlerinde, ekonomik canlılıkla birlikte, sayıları çoğalan esnaf ve zanaatçıların güçlü örgütler kurdukları gözlenir (Avcıoğlu, 1998: 2054). Aynı tarihlerde Batı kentleri de benzer bir gelişme içindedir. Ortaçağın ilk yüzyıllarında Batıda kent yaşamı silinir, söner. X. yüzyıldan sonra,

tarım ve ticaretin gelişmesiyle, kentler canlanır. XI ve XII. yüzyıllarda gelişen Batı kentleri, başlangıcından itibaren kent uygarlığına dayanan İslâm kentlerinden farklı bir evrim geçirir. İslâm kültürü ve Bizans İmparatorluğu’nda kent, siyasal ve ekonomik merkezdir. Büyük emirler, ulema, arazi sahipleri kentlerde otururlar ve yönetimi ellerinde tutarlar. Kentlerdeki tüccar ve zanaatçılar az örgütlüdür ve kent yaşamında etkin bir rol oynamazlar. Batıda ise kent, bir merkez değil, bir “çevre”, Selçuklu deyişiyle bir “uç” olarak ortaya çıkar ve feodal denetimin geniş ölçüde dışında kalır. XII. Yüzyılda yoğunlaşan komünal hareket, birbirlerine bağlılık yemini eden kentli örgütlerin, feodal efendilerine karşı bir ayaklanması sayılabilir. Böylece, kendi yasalarıyla kendini yöneten iç özerkliğe sahip kentler ortaya çıkar. Gerçi pek çok kent, Venedik ve Floransa gibi bağısız cumhuriyetlere dönüşemez. Alman Hansa’sı ve Flandr gibi ticari kudret kazanamaz, ama krala ya da arazilerinde oturdukları feodal prense bağlı olarak, bir iç özerklik elde ederler (Avcıoğlu: 2055). Bu kentlerde genellikle az sayıda büyük tüccar egemendir. Venedik bir büyük tüccarlar cumhuriyetidir. Floransa gibi imalatın ön plana çıktığı kentlerde, zanaatçı örgütleri XII. Yüzyılda büyük tüccarlarla iktidarı paylaşmayı başarırlar. XIV. Yüzyılda, her yerde olmamakla birlikte, bazı kent-zanaatçı örgütleri, yöneticilerini atama, siyasal bir örgüt olarak tanınma ve iktidara katılma haklarını kazanırlar.

Benzer bir gelişme, aynı tarihlerde özellikle Selçuklu kentlerinde izlenir. Tüm Selçuklu kentlerinde, “ahi” denilen güçlü zanaatçı örgütleri bulunur. Selçuklular’ın daha yeni aldıkları Antalya’da bile, 1216-1217 tarihli bir vakıfta Ahi Eminüddin Mahmut adı geçer. Bu kayıt, yeni ele geçen bir kente bile hemen nüfus göçü yapıldığının ve zanaatçı örgütlerinin kurulduğunu gösterir. XIV. Yüzyılın ilk yarısında Anadolu’yu gezen İbn Batuta; Anadolu’da Türklerin yaşadığı her yerde, kent, kasaba ve köylerinde ahi örgütü olduğunu söyler. Batıdaki örneklerine benzer biçimde, zanaat sahiplerinin kendi aralarında özgürce örgütlenmeleri ve başkan seçmeleri söz konusudur. İbn Batuta’nın Denizli ahileri hakkında verdiği bilgiler, bazı kentlerde ahilerin, günümüz rakip sendikaları gibi, ayrı kuruluşlarda örgütlendiklerini ve bu kuruluşların birden çok mesleği kapsadığını gösterir: İbn Batuta ve arkadaşları Denizli’ye gelip çarşıdan geçerken dükkanlardan çıkan bazı insanların atlarının dizginlerine asılmasına tanık olurlar. Başka bir grup insan,

bunları durdurup çekişmeye girişir. Uyuşmazlık uzayınca, taraflar hançerlerini çekerler ve birbirlerine saldırırlar. Anlaşılır ki, bunlar Ahi Sinan ile Ahi Duman’ın yoldaşlarıdır. İki grup ahi, konukları hangi grubun ağırlayacağı konusunda anlaşamadıklarından kavga ederler. Sorun, kura çekme yoluyla çözülür. Konuklar sırasıyla her iki grubun da misafiri olurlar (Avcıoğlu: 2057).

Genel olarak ifade etmek gerekirse, “esnaf kurumları, küçük sanatların

belirmesi ve sanayinin sırf zirai olmaktan çıkması, yani şehirlerin kurulmasıyla doğmuştur.” (Durkheim, 1986: 27). Anadolu ahi geleneğinde de, yerleşik düzene

geçişte “şehirleşme” ve “esnaflaşma” arasındaki çok hayati bağı hemen görebiliriz. Türkmenlerin Anadolu’ya göçü ile beraber yerleşik düzene geçmelerinde çok önemli bir rol üstlenen ahi teşkilatları, aynı zamanda Anadolu’da hızlı bir esnaflaşma sürecini de başlatmışlardır. “O çağlarda Anadolu’da dolaşan İbn-i Batuta’ya göre

ahiler, kırsal kesimde zaviyeler aracılığı ile göçebelerin yerleşmesini örgütlemişlerdir ( Kılıçbay, 1982: 300).

“Ahi birlikleri, kuruluş dönemi Osmanlı toplumunda, sosyal fonksiyonlarının

yanında siyasi fonksiyonlar da yerine getirmişlerdir. Özellikle, ‘Osman Bey’ in faaliyetleri esnasında, Anadolu’da ahilik ve Babailik olarak iki önemli tarikat vardı. Ahi reislerinden olup Eskişehir civarında İtburnu mevkiinde tekkesi bulunan Şeyh Edebali, o havalinin en itibarlı ve sözü geçen ulularındandı; tahsilini Mısır’da yapmış olan Edebali’nin kızı Malhon Hatunu Gazi Osman Bey almış ve bu suretle ahilerin nüfuzundan istifade etmiştir. Nitekim Şeyh Mahmut Gazi, Ahi Şemserdin ve oğlu Ahi Hasan ve sonradan Osmanlılarda Kadı, Kazasker ve Vezir olan Cendereli (meşhur tabiri ile Çandarlı) Kara Halil de ahilerden olup, bunların hepsi Osmanlı Beyliği’nin kurulmasında ve büyümesinde hizmet etmişlerdir” ( Uzunçarşılı, 1988:

105-106).

Uzunçarşılı’nın aynı eserinin bir başka böümünde ise şu bilgilere yer verilmiştir; “Osmanlı beyliği kurulurken, ahilikten ‘Alperenler’ denilen ve Babai

tarikatından olan Gazilere ehemmiyet verilmiş ve bunlar için casiyeler yapılmıştı. Orhan Bey’in maiyetinde muhtelif savaşlara iştirak etmiş olan Geyikli Baba, Abdal

Musa, Abdal Murat ve Duğlu Baba ve emsali babalar, sonradan adını Bektaşiliğe çeviren Babai tarikatına mensup Alperenlerdendiler. Orhan Gazi zamanında, Bursa’nın Uludağ ( Keşiş Dağı) eteğinde, Babailere mahsus zaviyeler yaptırılmıştı. Yine bu zümreye mensup olarak, Bursa Yenişehir’de bulunan Pastinbus Baba’ya I. Murat tarafından bir zaviye inşa ettirilmiştir” ( Uzunçarşılı: 531).

Ahiler ve Babailer, Türklerin Anadolu’ya girmesinden itibaren başlayan, Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslamlaşması sürecinin de manevi mimarları olmuşlardır. “Ahiler Türk kitlelerinin yeni girdikleri İslam dinine ve yeni vatan

Anadolu’ya ısınıp kaynaşmalarını, yerleşik hayata intibak edebilmelerini sağlamada önemli rol oynamışlarıdır” (Büyükboyacı, 1986: 164).

Fransız sosyolog Durkheim, “hiçbir sosyal faaliyet şekli yoktur ki, kendine

mahsus bir ahlak disiplinine ihtiyaç duymasın” der (Durkheim: 22). Gerçekten,

özellikle Ortaçağ boyunca gerek Batı’da, gerekse Doğu’da esnaf ve zanaatkar teşkilatlarının çok önemli mistik yönünün bulunduğu görülmektedir:

Genel anlamda, doğuda “Tasavvuf ve tarikat ahlakı, esasında yaşanan dünya

ile ilişiğini, alt ve üst orta sınıflar üzerinden yürütmüştür. Şeriat hükümlerinin ve ince mistik ayrımların tavanda ve doktrin katında bıraktığı tasavvuf sade, samimi ifade temsilleri ile esnaf ve artizan katlarına kadar taşımakla ahlak kurallarına sağlam bir taban, bir çeşit pratik işlerlik kazandırmış oluyordu. Esasında çağın birçok çalkantılı ve esintilerini tasavvufun ve özellikle Batıni hareketlerin dışında anlamanın mümkün olamayacağı çoktan gün ışığına çıkarıldığı gibi, esnaf topluluklarını da tasavvuf ve tarikatlardan soyutlayarak tek başına tanımanın mümkün olamayacağı yeterince anlaşılmış bulunmaktadır” (Ülgener, 1991: 87).

“Ülgener’e göre, “Tasavvufla beraber düşünce dünyasına cemaatleşmiş

şekliyle biz anlayışı yerleşmiş ve biz kavramı doğu dünyasına topluca damgasını vuran bir karakteristik halini almıştır”. Bu durum yaygın bir şekilde Anadolu ahi

Bu şekliyle “Fütüvvet ve tarikat ahlakı, pasif ve uysal bir alt tabaka

ruhiyatını yoğurmakta el ele vermiş vaziyettedir. Birinin esnaf ruhuna sindirmek istediğini diğeri dini müeyyidelerden aldığı kuvvetle biraz daha yaymış ve derinleştirmiş oluyordu. Otoriteye kayıtsız şartsız bağlanış, en ufak bir sızıntı göstermeden ona kendini terk ediş… İşte, tasavvuf ahlakının izi üstünde olduğu kıymetler!” (Ülgener, 1981: 94).

“Anadolu teşkilatlarında görülen bir diğer özellik de, zanaat erbabı ile

tasavvuf ahlakı arasındaki vazgeçilmez ilişkidir. Tasavvuf ahlakı kanaat ve teslimiyet hususundaki iddialarına müşahhas bir timsal ararken, pek tabii olarak tüccarı değil, nispeten basit ve sakin yaşayışı ile zanaat erbabını seçmiş ve ölçü edinmiştir. Üstelik tasavvuf büyüklerinin çoğu başkasına yük olmamak için rızkını, basit el işçiliği ile kazanmayı tercih eden kimselerdi. Bu sebeple, esnaf ve tarikat ahlakının bidayetten beri birçok hususlarda birbirini desteklemiş ve el ele vermiş olmalarında hayret edilecek bir şey yoktur” (Ülgener, 1984: 152).

a. Ahilik Teşkilatı:

Ahilik ile ilgili önemli tartışma konularından biri ahiliğin bir tarikat olup olmadığı yönündedir. Ahilerin de Mevlevi, Nakşibendi, Bektaşi, Halveti, Celveti tarikatlarında olduğu gibi zaviyelerde bulunmasının ve bu zaviyelerde toplantılar yapılmasının yanılgılara yol açtığı söylenebilir (Yazıcı, 2004: 69).

“”Ahilik, tarihi ve sosyo-ekonomik zorunlulukların ortaya çıkardığı bir Türk

esnaf birliği kuruluşudur. Bunlara XIV. ve XV. Yüzyıllarda, Batı’daki benzer kuruluşların etkisi olmuş olabilir, ama ahi kuruluşları, daima çevresel ve toplumsal karakterini muhafaza etmiş; üretici ve tüketici ilişki bağlarını en iyi biçimde düzenlemeyi kendisine amaç edinmişlerdir (Çağatay, 1981: 111).

Ahi sözcüğü, Arapçada “kardeşim”, Türkçede cömert, eli açık anlamına gelen “akı” sözcüğünün terimleşmesi sonucu ortaya çıkmıştır (Çağatay: 111). Anadolu’da ilk ahi kuruluşunu, Kırşehir’de bir Türk düşünürü olan Ahi Evran Şeyh Nasiruddin Ebu’l Hakayık Mahmut B. Ahmet el-Hayi (1171-1261) gerçekleştirdi ( Çağatay: 4). Tarihsel belgelerde “ahi” sözcüğü ilk kez, Ahi Ferec Zencani’de geçer. Zencani, 1065-1066 yıllarında ölmüş Kuzeybatı İran’dan bir mistiktir. XII. Yüzyıl yazarı Fahrettin Atar da, IX. Yüzyıla ait Güneybatı İranlı bir Ahi İbrahim’den söz eder. Buna bakarak Cahen, ilk ahilerin İranlı olduğu görüşüne ağırlık verir. Kuzeybatı İran, Türklerin çoğunlukla yaşadığı ve oradan Anadolu’ya göç ettikleri bir merkezdir. Bu durum, ahiliğin Anadolu’da gelişmesini açıklayabilir (Avcıoğlu: 2062).

Bu dönemde, Osmanlı ülkesinin her yerinde değişik sanat sahiplerinin kendilerine göre bir teşkilatı vardı. Bu teşkilatların, esnaf şeyhi, kethüdası (kahya), yiğitbaşı ve ehl-i hıbre gibi, üyeleri bulunurdu. Esnafça seçilip, hükümetçe üyelikleri tasdik edilen bu kurul, esnafın bütün davranışlarından sorumlu olduğu gibi, aynı zamanda hükümetle esnaf arasında da aracı durumundaydı. Yolsuzluk eden sanat sahibi, bunlar vasıtasıyla ceza görürdü. Hükümet, mahalli kadılar vasıtasıyla sanat erbabına yapacağı tebligatı bu teşkilatlar vasıtasıyla yapardı. Esnafın alacağı ve satacağı eşyanın fiyatı muayyen olup, defterlerde kayıtlıydı. Bunun haricinde çıkıp intikar yapanlar ele geçerse ceza görürlerdi ( Şeker, 1987: 141).

“Şurası da bilinmelidir ki, Ahilerin kurduğu esnaf ve sanatkar birliklerinin

ortaya koyduğu ana kurallar, daha sonraları bu alanda hazırlanan kanunnamelerin, tüzüklerin temelini teşkil etmiştir. İlk sıralarda ahiler sadece debbahlık ve deri işçiliği ile uğraşırken, bu sanat kolları sonradan 32’ye varmış, örgütün kurduğu sağlam mesleki ve ahlaki düzen, birbirlerine bağlılık ve yardım, onların öteki esnaf ve sanatkarlar üzerinde etki ve üstünlük kurmaları sonucunu doğurmuş, gitgide Osmanlı ülkesindeki bütün Türk sanatkarları, ahi babalardan ya da onların yetki verdiği kişilerden aldıkları yeterlilik ve izin belgeleri ile iş görür, sanat icra eder bir duruma gelmişlerdir”(Şeker: 127).

Ahi teşkilatlarının iyi anlaşılabilmesinin bir yolu da fütüvvet esprisinin ve fütüvvetname olgusunun iyi anlaşılabilmesinden geçmektedir. Ahi geleneği boyunca, teknik tanımı bir yana “Fütüvvet; el açıklığı, konukseverlik, yerine göre zulüm ve

kahır görmüşlere sahip çıkma ve o yolda gözünü budaktan esirgememe manasında bir cesaret ve yiğitlik karşılığı olarak kullanılmıştır. Yiğitlik timsali ise ‘feta’, ‘fityan’ ve Anadolu’da ‘ahiler’ diye bilinen yarı derviş, yarı bahadır ve umumiyetle kendilerini bir sanat dalına adamış kişiler ki, cömertlik ve el açıklığı timsali olarak birçok seyyah ve ziyaretçinin (başta İbn-i Batuta) hayranlığını toplamışlardır”

(Ülgener: 90).

Fütüvvetnameler, genel anlamda dört temel ahlaki ilkenin üzerine inşa edilmekteydiler. Bunlar kuvvetli ve galip vaziyetteyken affetmek, hiddetli zamanda yumuşak davranmak, düşmana karşı iyilik etmek ve kendi ihtiyacı varken başkasına vermektir (Sertoğlu, 1986: 116).

İslamın ilk fütüvvet örgütleri, ahilerden farklı olarak, bir meslek örgütü değildir. İçlerinde birçok zanaatçı bulunsa da, birlikte yiyip içmek, eğlenmek, dans etmek, spor yapmak amacı güden gençlik örgütleridir (Avcıoğlu: 2063). Örgüt, üyelerin, meslekleriyle ilgilenmez. Mesleki örgütlenme, varsa bile çok gevşektir. X. Yüzyılda Bağdat’da tekstil sanayine, özellikle ipekliye yeni vergiler konunca, iki ayaklanma olur. Fakat ortada ipekçi ya da dokumacı örgütü yoktur. Zanaatçıları denetlemekle görevli devlet temsilcisi muhtesip, zanaatçı örgütleriyle karşı karşıya değildir. İslam hukuku da örgütü değil, bireyi tanıma eğilimindedir. Bununla birlikte, fıkıhta, özellikle fetva dergilerinde ceza hukuku ile ilgili olarak meslek dayanışması öngörülür: Meslek sahibi kişinin ödemesi gereken tazminattan, meslek grubu sorumlu tutulur. Bu, meslek grubuna tüzel kişilik tanıma anlamına gelir. Moğol istilasından önce, Semerkant, İsficab, Merv, Azerbaycan’da bazı mesleklerde bir çeşit dayanışma ve karşılıklı yardımı öngören meslek örgütleri görülür. Belli mesleklerin belli çarşılarda toplanmaları, dayanışma bilincini geliştirir. Ama bu, sınırlı kalır ve Anadolu ahi örgütleri gibi bir gelişme göstermez. Klasik İslamda varlığını duyuran bir örgüt varsa, o da fütüvvettir. Başlangıçta, bir “erkekler spor ve

eğlence kulübü” niteliğinde olan örgütler, eski Arapların feta (yiğit) ülkülerini, kent

yaşamının yeni koşullarında benimserler. Arkadaşlık, dayanışma, yiğitlik, eliaçıklık, başkasına yardımedicilik fütüvvet erdemleri olur. Siyasal ve dinsel bir amaç gütmeyen fityan (yiğitler) örgütleri, IX. Yüzyıldan sonra, Abbasi iktidarının zayıflamasıyla, siyasal bir güç kazanırlar. Otoritelere kafa tutarlar. Şiddet eylemlerine girişirler, ulemanın görüşlerine ters düşen davranışlarda bulunurlar. Bu nedenle, fityan’ı suçlamak için serseri, eşkıya anlamına gelen “ayyarun” deyimi kullanılır (Avcıoğlu: 2064).

Fityan’ın ürkütücü bir güç haline geldiği bir dönemde, İslamda mistik sufi hareketi gelişir. Sufiler, tarikatlar halinde örgütlenmeye başlarlar, dervişlik ortaya çıkar. Sufilik ve fityan arasında bir yakınlaşma görülür. Bazı sufiler, fütüvvet örgütlerinin yiğitlik, cömertlik, başkalarına yardımcılık gibi ahlaki değerlerini benimserler. Yazdıkları fütüvvetnamelerde, bu değerleri işlerler, sistemleştirirler. Fütüvvet ülküsünü kuramsal olarak ortaya koyarlar ve fityan örgütlerine kuramsal bir temel kazandırırlar. Sufilik ve fityan arasındaki bu ideolojik yakınlaşmanın yanı sıra, örgütlenme biçimlerinde de karşılıklı etkileşim görülür. Derviş tarikatları biçiminde örgütlenmiş fityan örgütleri ortaya çıkar. Eskiden dinsel-siyasal tartışma ve eylemlerin dışında olan fityan örgütleri, bu kavgalara karışır. Suriye’de Nûbüvviye adlı fityan örgütü, aşırı Şiilikle mücadeleye girişir. Diğer bazı fityan örgütleri, şii eğilimi taşır (Avcıoğlu: 2065).

Fütüvvetnamelerin biçimlendirdiği ahi geleneğinden mesleğe yeni girecekler, hem ahi müridi, hem de girdiği mesleğe çırak olurlardı. Başları tıraş edilir, işlemiş olduğu günahlara tövbe ettirilir, şalvar giydirilip kuşak kuşatılırdı. Bu kuşağı bağlamaya “şet” denilirdi. Kafirler, münafıklar, gizli ilimlerle uğraşanlar, içki kullananlar, hamam tellakları, kasaplar, cerrahlar, avcılar, madrabazlar ahiliğe kabul edilmezlerdi. Meslekte yükselmek, çıraklıktan itibaren belli aralarla yapılan imtihanlarla olurdu.

“Osmanlı, kuruluş ve yükseliş döneminde, bütün unsurlarıyla beraber manalı

bu mana etrafında oluşan sosyo-kültürel bütünleşmenin manalı bir boyutunu oluşturdu. Şehirli mekanlarda esnaf ve sanatkar teşkilatları (özellikle ahi geleneği) daha kırsal mekanlarda toprak işçiliği organizasyon biçimleri bu manalı bütünleşmenin birer unsurlarıydılar”(Yazıcı: 72 ).

Osmanlı toprak rejimi ve toprak işçiliği tipleri, içinde yeşerdikleri zihniyet dünyasına ve sosyo-kültürel sisteme bağlı olarak, son derece kendine özgü biçimlerde ortaya çıktı.

Bir bakıma her kuruluş, yani müessese, içinden çıktığı toplumun zorunlu kıldığı nedenlerle ortaya çıkar ve o nedenlerin gereklerine göre gelişir, değişir, bu biçimden başka bir biçime girer. Bu mantık içerisinde, kuşkusuz Anadolu ahi geleneği de kendine özgü şartlarında hayat bulmuş ve Osmanlı çalışma hayatının vazgeçilmez unsurlarından birisi haline gelmiştir.

Duraklama ve gerileme dönemi ile birlikte Osmanlı sosyo-kültürel sisteminde ortaya çıkan hızlı çözülme, kuşkusuz diğer alanlara olduğu kadar, Osmanlı çalışma hayatını da etkilemiştir. Klasik dönemde Osmanlı toprak rejiminin ana unsurunu mirî arazileri oluştururken, diğer tasarruf şekilleri istisna teşkil ediyorken, çözülme devri ile birlikte “mültezime mukataa” yaygınlaşmaya başladı. Zamanla mukataa (kira) sahipleri gerçekte hukuken değilse bile uygulamada mülk sahibi hak ve yetkilerini edinmeye başladılar.

Sosyo-kültürel sistemdeki çözülme ve zihniyet değişimi ile birlikte, esnaf ve ahi teşkilatlarında da çözülmeler görülmeye başlandı. Esnaflar arasında bozuk mal yapmaya ve satmaya eğilimli olanlar artmaya başladı. Esnaf kethüdasının ya da şeyhinin tayini sırasında yolsuzluklar görülmeye başlandığı gibi, zorbalıkla bu görevleri elde etmeye teşebbüs edenler ve bunda başarılı olanlar bile çıktı. Bunlar bir bakıma, sosyo-kültürel sistemin süratle çöküşünü hızlandıran gelişmelerdi (Özkaya, 1985: 11).

B. Osmanlı İmparatorluğu’nda İşçi Sınıfının Ortaya