• Sonuç bulunamadı

Osmanlı Endüstrileşmesinde Engelleyici Unsurlar

I. BÖLÜM

2. CUMHURİYET’İN DEVRALDIĞI MİRAS

2.2. Osmanlı Endüstrileşmesinde Engelleyici Unsurlar

Avrupa’nın 16. yüzyıldan sonra giderek endüstri toplumu olma yolunda ilerlediği süreçte, aynı yüzyılın sonlarından itibaren Osmanlı’nın tüm kurumları ve ekonomik sistemiyle bozulma dönemine girmiş olması manidardır. Bu bakımdan yeni bir ekonomik sistemle yaşamın her alanında güçlenen Avrupa’ya karşı, Osmanlı toplumunun kendini yeni sisteme göre yeniden üretebilmesini engelleyici bir takım unsurların bulunduğu açıktır. Bu unsurların her biri zihniyette ve uygulamada en başta tek bir kaynağa, Osmanlı devlet rejimine endekslidir.

Niyazi Berkes, Osmanlı devlet rejiminin ne feodal ne de teokratik, hele ikisinin bileşiminden hiç kaynaklanmadığını belirtir: O’na göre Osmanlı devlet rejiminde belirleyici olan öğeler, politik olarak doğu despotizmi ile dince Sünni halifeliği geleneğidir. Buna göre devletin kaynağı, zapt ve fetih ile halk üzerinde kurulan gücün miras gibi geçer oluşu, bir baba mülkü sayılmasıdır. Bu yönüyle dünyevi bir kişiliğe bağlı olan devlet, sultanın halifeyle birleştiği noktada da teokrasiye benzer bir görünüm alır.22 Ama salt olarak ne ilki, ne de ikincisi bir devlet modeli olarak hayata geçmemiştir. İslam fakihlerine göre de İslam din ve hukukunun korunması ve uygulanmasının tek yolu siyasi otoritedir. Bu sebeple devleti oluşturan bütün yapı, sınıflar, zenginlik kaynakları, yalnız ve yalnız hükümdarın kudretini arttırmaya hizmet etmelidir.23 Böylelikle kaynağı İslam dini dışında bulunan bir devlet kabul edilirken, bu devletin meşrulaştırılması da, onun, İslam dinini koruması ve gereklerini uygulamasıyla gerçekleştirilmiş olur. Bütün bunlar bize, hükümdarın, Tanrı tarafından konulmuş bir düzenin yürütülmesi için tanrısal bir görevle yükümlü olduğunu gösterir. Hükümdar, Tanrı tarafından seçilmiştir ve hükümdarlık tanrısal bir hak olarak Osmanoğullarına geçecek bir mirastır.

Böyle bir devlette ideal toplum düzeni, sürekli olarak denge halinde duran bir toplumdur. Tanrı, toplumun sınıflarını ayrı ayrı belirlemiş, her birine verdiği görevlerle onları yerine yerleştirmiştir. Bu, reayadır. Reaya üretim işleriyle uğraşır ve vergi verir. Çiftçiler, tüccar ve hirfet erbabından oluşan bu sınıflarda herkesi kendi

22

Niyazi Berkes, Türkiye’de Çağdaşlaşma, 12. Baskı, YKY, İstanbul 2008, s. 25 23

sınıfı içinde tutmak, ötekine geçmesini önlemek devletin birincil görevidir ve siyasi- sosyal düzenin salt koşuludur.24 İdeal olan değişme değil, dengedir. Çünkü inkılâp bozulmaya yol açar, dengesi bozulan toplumlar da yok olur.

Böyle bir düzenin devam ettirebilmek için padişah kendine yönetici bir sınıf oluşturmuştu. Ancak bu sınıf toplumdan yalıtık, hatta yabancılaştırılmış bir sınıftır. Bu yabancılaştırma devşirme sistemi kapsamında kapıkulu ocağının kurulmasıyla daha da kolaylaştırılmıştır. Nitekim reaya’nın yönetici sınıfa geçişi serbest olduğu takdirde toplumsal dengenin bozulacağına inanılıyordu. Avrupa ile Osmanlı’nın ayrıldığı en temel noktalardan biri bu oldu. Avrupa’da ulus devletler doğduğu zaman, krallar güçlerini toplumsal sınıfların çıkarları üzerine kurmuştu. Burjuvanın, gücü arttıkça adım adım ilerlediği siyasi kazanımları sonunda topyekun kendi çıkarlarına hizmet eder bir duruma dönüşmüş ve Avrupa’da parlamenter anayasalı devletler böyle doğmuştu. Oysa Osmanlı devletinde yönetici sınıflar toplumsal sınıfları temsil eden kişiler değildir. Çünkü devlet toplumdan gelmez, toplumun ekonomik çıkar sınıflarının çıkar gereklerine dayanmaz, siyasi-yönetsel otorite toplum üstüne tanrı tarafından oturtulmuştur.25

Osmanlı devlet rejiminin toplumsal uygulama alanındaki yansımalarına kısaca bir göz atarsak ilk olarak onun feodal yapılanma ile olan zıtlığı göze çarpar. Osmanlı devletinde toprak mülkiyeti önemli ölçüde padişaha aittir. Yüksek dereceli memurlara kendi mülkiyetlerinde küçük çaplı malikâneler verilse de bunlar devletle hesaplaşabilecek bir güce asla ulaşamamıştır. Geri kalan bütün topraklar Osmanlı çiftçisine mülkiyet hakkı tanımadan sadece tasarruf hakkı verilerek tahsis edilmiştir. Bu sınıf devletin en temel vergi ve asker kaynağını teşkil etmesinden dolayı çiftçinin korunmasına ve toprağını terk etmemesine özel önem verilmiştir.

Toprağın işletilmesi için askerlik hizmetindeki başarılarına göre belli gelir birimlerine sahip toprak parçaları tımarlı sipahilerin kontrolüne bırakılmıştır. Tımarlı sipahiler toprağın kesintisiz işletilmesini güvence altına alırken, aynı zamanda üründen kendi adına vergi tahsil ederek geçimliğini sağlamış; artan kısımla da

24

Halil İnalcık, a.g.e., s. 256 25

devlete asker beslemiştir. Tımarlı sipahiler için kontrolleri altında araziler bulunması ve askeri bir güce sahip olmalarından dolayı feodalleşme eğilimine açık oldukları düşünülebilir. Ancak devlet bunun için önlem alarak buna fırsat tanımamıştır. Devlet her tımar bölgesinde bulunan köy nüfusunu, yetişen ürünleri ve devlete düşen vergi miktarını düzenli olarak defterlere kayıt düşerdi. Kaldı ki, tımarlı sipahilerin tımar yerleri zaman zaman değiştirilirdi. Daha radikal bir çözümse padişahın müsadere hakkını kullanmasıydı. Zaten 17. yüzyılda iltizam sisteminin iyice yaygınlaşmasına, tımarlı sipahilerin bu toplumsal işlevlerini kaybetmelerine rağmen tımarlı sipahiler hiç bir direniş göstermeden sessizce ortadan silinmiştir.

Diğer taraftan kapitalist endüstriyel üretim için gerekli koşulların, basitçe, sermaye, sermaye tekelinde bulunan üretim araçları ile bu araçları pazar için üretime sokacak ücretli emekle sağlandığını hatırlatalım. Öncelikle sermaye birikiminin zorunlu olduğu göz önünde bulundurulursa, Osmanlı kentlerinde canlı bir ticari hayatın bulunduğu ve buna göre büyük iş yapan tüccarların elinde önemli bir sermaye birikimi olduğu kabul edilebilir. Hatta Bursa’da dokuma tezgâhlarına sahip bazı girişimcilerin bulunduğu ve bunların elindeki 26 tekstil atölyesinde ortalama 19 işçinin çalıştığına bakılırsa, manifaktur düzeyinde bir üretimin de yapıldığı anlaşılmaktadır.26 Bu türden gelişmeler modern endüstriyel üretime geçiş için kolaylaştırıcı oluşumlardır. Fakat ne para ne üretim araçları kendiliklerinden sermaye değildir. Sermayenin üretim araçları ile ücretli emeği de içine alarak sürekli bir döngü halinde üretime sokulması gereklidir. Oysa Osmanlı’da sermayenin üretime girmesini engelleyici en büyük güçlerden biri lonca sistemidir. Lonca örgütleri üretim üzerindeki denetimlerini ülkede batı etkilerinin yoğun olarak hissedilerek ülkenin açık bir pazar haline geldiği 19. yüzyıla kadar sürdürmüşlerdir. Loncaların bu kadar güçlü olmalarının kaynağı, devlet tarafından surnamelere konu yapılabilecek kadar önemsenmelerinde yatar. Devlet kendini tehdit edebilecek çapta sosyal düzeni bozucu etkenleri önlemek için lonca örgütleriyle kethüdalar aracılığıyla sürekli bir ilişki içinde bulunmuş, fiyat belirlenimlerinden, hangi ürünün

26

ne kadar ve ne kalitede üretilmesi gerektiği konusuna kadar işbirliği yapmış, loncaları desteklemiştir.

Sermayenin üretime sokulamamasının diğer bir nedeni de padişahın müsadere etme hakkında gizlidir. Devlet gerekli gördüğünde istediği kişinin servetine el koyabilirdi. Bu türden bir uygulama sermaye sahiplerini, servetlerini ya vakfetme yoluyla korumaya ya da daha geç dönemler için iltizam yoluyla mukataalara yatırmaya yöneltiyordu.

Her şey bir yana endüstriyel üretim için Osmanlı’da ücretli emekçi bulmak da pek mümkün gözükmüyor. Bu süreç Avrupa’da öncelikle serflerin topraklarından atılarak ücretli emekçilere dönüşmesiyle gelişmişti. Ne var ki, Osmanlı’da toprağın mülkiyeti padişaha aittir. Çiftçiyi toprağından edebilecek başka bir güç yoktur. Devlet ekonomisinin iyice bozularak iltizam yönteminin yaygınlaşmasıyla, çiftçi üzerindeki vergi yükünün yaşam koşullarını zorlayıcı düzeyde artmasından sonra kırsal kesimin şehirlere göç ettiği dönemler olmuştur. Ancak çoğu kez saray, kent hayatının düzeninin bozulmasından dolayı bu kitleyi şehir dışına sürmüştür.

Kısaca özetlersek, Osmanlı devletini siyasaca ve ekonomi politiği olarak Avrupa’dan ayıran en önemli fark şöyle belirginleşmişti: Avrupa’nın merkantilist devletlerinin güç ve zenginlik bileşeninde, endüstriyel gelişime büyük önem vermesi ve böylece sermaye sınıfının toplumda yön verici bir konuma yükseltilmesi bulunuyordu. Buna karşılık Osmanlı İmparatorluğu, kuruluş ve kökleşme dinamiklerini oluşturan askeri güç ve fetih temeline bağlı kalarak, sürekli olarak toprak kazanma yolunu tercih ediyordu. Zayıfladığı dönemlerde de yine askeri gücünü yeni gelişmelere göre yeniden üretip kaybedilen toprakları geri kazanma politikası yürütüyor; üretim alanında, kentlerde lonca sistemine; kırsalda toprak tasarrufu ve tarım alanında devlet mülkiyeti yöntemine önem veriyordu.

Görüleceği gibi Osmanlı siyasi ve ekonomik zihniyetinde endüstrileşmeyi olanaklı kılacak dinamizm ancak ön-endüstriyel aşamada kalabilmiş, bundan öte gidememiştir. Ancak Avrupa üstünlüğünün kabul edilmeye başlandığı 18. yüzyıldan sonra batılılaşmanın koşulları özellikle düşünsel düzlemde yer bulmuş, ekonomi liberalleşmiş ve bazı sanayileşme girişimleri olmuşsa da devletin oldukça zayıfladığı

bu dönemlerde, Avrupa çıkarlarına yarayan ticari anlaşmalarla ülke Avrupa ürünlerinin açık pazarı haline gelmiştir. Dahası devlet ekonomisinin Düyun-ı Umumiye gibi bir kuruluşun bulunmasına bakarak ne derece Batı kontrolünde olduğu anlayabiliriz. Böyle bir ortamda devletin ciddi bir endüstrileşme hamlesi yapmasının ne kadar güç olduğu açıktır. Ekonomi bağlamında ulusal bir uyanış ancak İttihat ve Terakki yönetiminde olmuş, ne var ki I. Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkileri ciddi sonuçlar alınmasına fırsat tanımamıştır.

Benzer Belgeler