• Sonuç bulunamadı

NİTELİKLER)

2.4.3 Osmanlı Devleti’nde Hekimlik

Osmanlılarda hekimlik mesleğini icra edecek kişilerde belirli özelliklere bakılırdı. Köleler ve soyunda köle olan kimseler hekimlik mesleğini icra edemezlerdi. Bunun sebebi de köleliğe tıpkı Yunan kültüründe olduğu gibi hoş bakılmamasıydı. Kölelik sadece kişiye has bir özellik olarak görülmeyip soyunda köle olan kimselerin de hekimlik mesleğini icraetmesine izin verilmezdi. Köleliğin getirdiği kötü

15

meziyetlerin kişiye intikal edebileceği düşünüldüğünden güven duyulmayacağına inanılıyordu. Bazı meslek gruplarını icra etmiş kişiler (çöpçü, hamam natırı, külhâncı vb.) tehlikeli ve bulaşıcı hastalığı (frengi, cüzzam vb.) olan kimselerin yanı sıra ahlaktan yoksun, büyük küçük ayrımı yapamayıp saygıda kusur eden, Allah’a isyan eden, halk içinde hoş bakılmayan kimselerde hekim olamazlardı (Akdeniz, 1977: 52-60).

Hekimlik mesleğine talip olan kişi yoksul olmamalıydı. Çünkü tıp eğitimi uzun bir süreç alıyordu. Kendi geçimini sağlayamayan kimse hekim olduktan sonra da hürmete layık görülmemekle birlikte ahali kendisini yoksul kimseye tedavi ettirmek istemezdi (Akdeniz, 1977: 52-60).

Fakir olan hekimi halk küçük görüp ona hürmet etmezdi. Hekimliğe talip olan kimse dış görünüş itibariyle iyi olmalıydı. Ne çok uzun, ne çok kısa olmamalıydı. Halk uzun boyluların ahmak olduğuna inanır, kısa boyluları küçük görürdü. Bu sebeple hekim orta boylu olmalıydı. Hekimliğe talip olan bireyin fiziksel engelinin olmaması gerekirdi. Hekim vücut itibariyle kusursuz olmalıydı ki karşı tarafa muayene ve tedavi sürecinde tam anlamıyla verimli olabilsin. Ayrıca hekimliğe talip olan kişinin yaşı genç olmalıydı. Gençlerin kavrama düzeyi yaşlılara göre daha hızlı olduğundan tıp tahsiline talip olan birey genç olmalıydı. Hekim adayı güzel şahsiyetli, güler yüzlü olmakla birlikte güzel konuşmalı, hastalara olan yaklaşımı son derece profesyonel ve şefkatli olmalıydı. Ayrıca Osmanlı’da hekim olmak isteyen talibin dini inancına bakılmazdı. Şeriata uygun hareket eden, ahlakı düzgün, haysiyet sahibi kişiler hekim olabilirdi (Akdeniz, 1977: 52-60).

Osmanlı tıbbında devletin görevlendirdiği hekim fakir zengin ayırt etmeksizin hastaları tedavi etmekle yükümlüydü. Örneğin hekimlerin çocuk düşürücü ilaç vermeleri yasaktı (Özkan,1993:128).

Tabib yumuşak huylu, nefsine hâkim ve lütufkâr olmalıydı. Çünkü insan şerefini tanımayan tabib insanlara hoş davranamazdı (Ünver, 1938: 15).

Hekimbaşıların ücretleri yaşadıkları yüzyıllara göre değişiyordu. Ayrıca bayram gibi özel zamanlarda padişah tarafından akçe ile gönülleri hoş tutulur ve yılda 2 defa değerli kumaşlar hediye verilirdi. Hekimbaşılar padişahla sefere çıktıklarında yüksek derecede ücret alırlardı. Bunların dışında Hekimbaşıların etrafında onların hizmetinde çalışanlar vardı (Bayat, 2000:301).

16

Hekimbaşıların başlıca görevi padişah ve ailesini sağlık açısından korumaktır. Padişahın sağlığı için kullanılacak ilaç, terkip ve macunlar Hekimbaşı Odasında saklanırdı. Hatta özel kaplara koyulup ağızları bağlanarak mühürlenirdi. Padişah yemek yerken o ortamda bulunur, yemeğin hazırlanmasını seyrederlerdi. Hanım sultanları da hekimbaşı muayene ederdi. Fakat muayene sırasında odada bir cariye daha bulunmakla birlikte sultanların üzerlerinde ince bir şal örtülü olurdu (Bayat, 1999: 7-8).

Her sene nevruz günlerinde padişah aile ve efradı için Nevrûziye adı verilen özel bir macûn hazırlayan hekimbaşılar, takdim sürecinden sonra karşı taraftan hediyeler alırdı. Sarayda zamanla tükenen mum, sabun vb. maddeler hekimbaşının hazırladığı formüllerle tekrar yapılırdı. Ülkedeki hekimlerin seçimlerini de hekimbaşı yapardı. Sağlık işlerinden sorumlu olmakla birlikte savaşta orduya katılacak cerrahları hekimbaşı seçerdi (Bayat, 1999: 7-8).

XIX. yüzyılda başlayan batılılaşma hamlelerinden biri olarak kurulan Tıbbiye 1839’dan sonra Galatasaray’a taşınmasıyla birlikte tıbbi kanunlar ve yönetmeliklerle beraber hekimbaşılığın bazı görevleri bu kurumlara aktarılmıştır. 1837-38’de Sıhhiye Dairesi’nin kurulmasıyla hekimbaşılığın askeri görevleri elinden alınmıştır. Yine 1838’de Umûr-ı Sıhhiye(Karantina Meclisi) salgın hastalıklarla alakalı birçok görevi üstlenmiştir. 1840 yılında kurulan Mekteb-i Tıbbiye’de kurulmuş olan Meclis-i Umûr-ı Tıbbiye ülkedeki hekimlik imtihanlarının ve ilaç imalındaki tüm kontrolleri üzerine almıştır. Hekimbaşılığın görevlerinin azaltılması sürecinin sonralarında 17 Nisan 1850 yılında Sultan Abdülaziz’in iradesiyle sadece saray görevleri kalmakla birlikte ismi SereTıbba-i Şehriyâri olarak değiştirilerek hekimbaşılık kaldırılmıştır. 1922 yılında saltanatın kaldırılmasıyla bu makamda lağvedilmiştir (Bayat, 1999: 10). Görüldüğü üzere Osmanlı’da hekim adayının özellikleri üst düzey olumlu niteliklerin birleşiminden oluşmaktadır. Bunun sebebi hekime verilen önemle birlikte insana verilen değerdir. Osmanlı’da, hekim kusursuz olmalıdır anlayışı hâkimdir. Bununla birlikte hekime büyük önem verilip, saygıda kusur edilmemektedir. Hatta insanların hekim olan yerde yaşaması gerektiğinden bahsedilerek, yönlendirmeler tıp ilmine ve hekimlere olumlu yönde olmuştur.

17 2.4.4 Osmanlı Devleti’nde Eczacılık

Osmanlı tarihinde eczacı tabirini ilk kullanan Salih Efendi’dir. Salih Efendi “Akrabadin” adlı eserinde eczacılığı İspençiçar olarak dile getirmiştir. Bu tabir İtalyanca Spezzer kelimesinden tercüme edilmiştir. Salih Efende eczacıların tabibin isteği doğrultusunda haplar, şerbetler ve macunlar yapmakla birlikte dükkânında çeşitli otları muhafaza ettiğinden bahsetmiştir. Eczacılar ilaçların yapılacağı çiçek ve otları mevsimine göre toplar, gerektiği gibi muhafaza ederlerdi (Şevki, 1991:217-223).

Hekimin isteği üzerine kaynatıp özel reçeller yapardı. Meyveleri uygun zamanında toplayıp kurutmak eczacıların göreviydi. Eczacılar tabiblerin elleri gibi olduklarından tıpkı tabibler gibi iyi meziyetlere sahip olup ahlaklı ve işinin ehli olmalıydılar. Aynı zamanda eczacılar işini büyük bir ilgi sevgi ve sanatla yapmalı, tıpla içiçe olmalı ve matematikten anlamalıydılar. Bunların yanı sıra eczacılar sanatlarını icra etmelerinde tam bir özgürlüğe sahip değildir. Çalışmalarında her zaman hekimle irtibat halinde olmalıydılar (Şevki, 1991:217-223).

Osmanlı eczacılık tarihinde tıbbî madde, ilaç ve drog anlamını taşıyan ilkkelime akkardır. Akkar dilimizde söylene söylene zamanla aktar halini almıştır (Ünver, 1983: 56).

18

II. Mahmut’un Osmanlı devletinde hekim ihtiyacını sağlamak amacıyla kurduğu Askeri Tıp Mektebi’nde bir ecza sınıfı açılmasıyla eczacılık başlamıştır. Bu kurum1839’ da eğitime başlamış olup, kurumun ambleminde ortada asa etrafına dolanmış bir yılan, solunda hilal, sağında yıldız ve her iki tarafında da defne dalı görülmektedir (Şekil 1) (Mat, 2008: 21).

Osmanlı Devleti’nde ilaçların etki güçlerinin tarifi iki yolla açıklanırdı. Bu yollar tecrübe ve kıyastır. İlacın kuvvetini tecrübe öğretir. Bu durumun tam anlamıyla görülmesi için bazı şartlar gereklidir. Bu şartlar:

1. İlacın tabiî olması gerekir. Yani sıcaklığının veya soğukluğunun kendiliğinden gerçekleşmesi gerekir. Dışarıdan bir etkiyle ilacın sıcak ya da soğuklaştırılmaması gerekir. Buna örnek olarak; sütleğen otu tabiat olarak sıcaktır. Soğutucu bir işleme maruz kalırsa soğuk hale gelir, bu durum ilacı tabiîlikten çıkarır ve uygun olmaz (Kâhya, 2003: 13).

2. Araştırmacı tek sorunu olan hastalık üzerinde araştırma yapmalıdır. Bir hastalığın birden fazla sorunu ortaya çıkıyorsa o sorunların fazlalığı ilacın etki gücünün anlaşılmasını zorlaştırır. Anlaşılacağı üzre ilaç etki gücünün tespiti için dar çerçevelerden yoğun bir şekilde tespit işlemi yapılır. Araştırmadan sonuç alınmadığında yöntem değişikliğine gidilmelidir (Kâhya, 2003: 13).

3. İlacın basit bir hastalığa olumlu etki sağlamış olması ilacın tabiatı hakkında genel bir yorum yapılmasını sağlayamazdı. Örneğin; ilaç soğuk tabiatlı bir hastaya iyi geldiği gibi sıcak tabiatlı bir hastaya iyi gelmesi ilacın tabiatı hakkında kesin bir yargıya varılmasını sağlamaz. İlacın hastalara dolaylı etkisi söz konusu olabilir. Bu duruma örnek; Sacamonya(scammonea) soğuk hastalarda ısıtıcı faydalı etki verir. Humma-i gıbb (dört günde bir gelen nöbet)(febristertiana) gibi sıcak tabiatlı hastalarda da iyileştirici etki gösterip safranın atılmasını sağlayıp hummayı iyileştirir. Bu gibi durumlarda deneysel yöntemler kullanılarak ilacın hastalıklara göre dolaylı ve doğrudan etkileri saptanır. Fakat ilacın tabiî yapısı hakkında genel geçer bilgi verilemez (Kâhya, 2003: 13).

4. İlacın etki gücünün hastalıkla eş değer olmasıdır. Hastalığın mizacının soğukluğu kullanılan ilacın mizacının sıcaklığına denk değilse ilacın etkisi olmaz. İlacın mizacının iyi öğrenilmesi için gerekli tedbir ve denemeler yapılır (Kâhya, 2003: 13).

19

5. İlacın kullanımı ardından hastalığa etki süreci gözlenmelidir. İlaç olumsuzlukları hızla ortadan kaldırmaya başlamışsa bu ilaç hastalığa iyi gelmiş demektir. İlacın etkisi hemen gözlenmiyorsa ilaca şüpheyle bakılır. Yalnız şöyle bir durum söz konusu olabilir. Bu ilaç vücuttan atıldıktan sonra da hastalığa olumlu etkide bulunabilir. Bu ilacın hastalığa doğrudan değil dolaylı yönde etkide bulunduğunu gösterir (Kâhya, 2003: 13).

6. İlacın devamlı gösterdiği etki onun tabiî etkisidir (Kâhya, 2003: 13).

7. İlacın insan vücudunda denenmesi gerekir. İnsan dışında denenecekse de deneysel yolla belirlenmiş yasalar çerçevesinde mizaçlara uygun olarak uygulanmalıdır (Kâhya, 2003: 13).

Basit ilaçların mizaçlarının kıyas yoluyla tarifi:

İlaçların hastaya etkisi bazı kurallar bazında belirlenirdi. Bunlar; ısıya, sıcaklığa, hızlıca donmalarına, kokulara renklerine bazılarının ise görülen etki ve kuvvetlerine göre tespitleri kıyas yoluyla tarife dayanak oluşturur (Kâhya, 2003: 13).

Müshiller çok sağlıklı beden temizleyici olarak tanınmakla birlikte eyâric kelimesiyle Allah’ın hediyesi ilaç olarak da tanımlanmıştır. Vücudu zararlardan arındırması onun Allah tarfından verilmiş doğal bir güç olarak görülmesini arttırmıştır. Hekimler müshilleri ağızdan küsküt suyuyla beraber kuru üzümle almayı önerirdi. Müshil çeşitleri; Eyâric-i Faykara(Acı Müshil):Sarısabır(öd ağacı)ve içersinde tarçın içeren bir müshildir. Mideye ve bağırsağa oldukça iyi gelen bir müshildir. Eyâric-i Lugaziye: Kutsal görülen çok yararlı bir müshildir. Vücutta istenmeyen hıltları narince temizler. Kasık ağrısı, kötü düşünceler, baş ağrısı, sağırlık, sara, organ gevşekliği, migren ve daha fazla birçok hastalığa iyi gelir(Kâhya, 2014: 55-56). Osmanlı tedavi ve sağlık anlayışında insanın hayatında önem arzeden her evre gelişimi için çaba harcanırdı. Bu evrenlerden büyük önem arzedenlerden birisinin eczacılık olduğu bilinmektedir.

Benzer Belgeler