• Sonuç bulunamadı

Ortaçağ, Hıristiyan/Katolik kültür alanlarında 6. yüzyıldan başlayarak yak- laşık 15. yüzyılın sonuna kadar uzanan önemli bir devreyi oluşturur. Ayrıca Ortaçağ, Hıristiyan dininine ait kurumların ve din adamlarının kadınlara karşı aldıkları düş- manca davranışların ve üretilen olumsuz fikirlerin başlangıç çağı olarak da tanımla- nır. Ama ortaçağın diğer ilginç bir yanı da bazı alanlarda /özellikle mesleki alanda- kadınlara tanıdığı, kendine özgü hareket özgürlüğü nedeniyle çelişkiler çağı olması- dır (Kadıoğlu, 2001: 14).

Ortaçağın başlangıcından, yaklaşık 7. yüzyıla kadar Hıristiyan toplumları, toplumsal düzenlerini henüz kesin olarak kuramamış, kadının toplum içindeki yeri de henüz yasalarla belirlenmemişti. Bu açıdan kadın, toplumsal yaşama her alanda he- men hemen erkek kadar katılabiliyor ve yine pek çok sosyal içerikli konularda erkek kadar etkili olabiliyordu.

Ortaçağ kadınları ticari alanlarda özellikle manifaktürde çok önemli bir po- tansiyel oluşturuyorlardı. Manifaktürde kadın ustalar yetişir bunlar esnaf localarına üye olurlardı. Kadınlar yine hekimlik, berberlik, sebze satıcılığı, fırıncılık, terzilik, değirmencilik, lokantacılık vb. mesleklerde söz sahibiydi. 12. yüzyıl ortalarında baş- layıp gün geçtikçe artan bir ekonomik gelişim dinamizmini yaşayan ortaçağ kentle- rinde, hemen hemen kadınsız bir iş alanı düşünülmez durumdaydı. Genel çizgileriyle kadınlar bu yüzyılda da diğer yüzyıllara göre daha imtiyazlı bir durumdaydılar. Hak- ları ve çıkarları belirli bir dereceye kadar, geçmiş yüzyılların imparatorluklarının fermanları ile korunuyordu (Kadıoğlu, 2001: 15).

Son otuz yıl içerisinde Amerika’da yapılan araştırmalar da, kadınların 13. yüzyıla kadar dini kuruluşlarda önemli görevler aldığı, kilise yaşlılar heyetinde, pa- paz veya piskopos gibi işlevlerinin olduğunu belgelerle kanıtlanmaktadır. Hıristiyan- lığın ilk yarısına kadar manastırlar, erkek ve kadınlar arasında bir iş ayrımına gidil- meden, birlikte çalışılan ve birlikte yönetilen yerlerdi. Hatta manastırlarda yaşayan rahibeler seksüel özgürlüklerine sahip bir biçimde, eski tapınak alışkanlıklarını bı- rakmaya gerek görmeden bu yerlerde çalışıyorlardı. Manastırlar, aynı zamanda has- taneler olarak işlev görürdü ve bu yerlerde rahibelerin hastalara veya yaralılara bak- mak, onların ailelerine ve yoksullara yardım etmek gibi önemli görevleri de vardı. Manastırlar aynı zamanda kadınların en önemli eğitim merkezlerinden birini hatta var olan tek eğitim merkezini oluşturuyorlardı (Kadıoğlu, 2001: 15-16).

Fakat 12. yüzyıldan itibaren kilisenin baskısı ile kadınlar, dış dünya ile iliş- kilerini kesmek ve sıkı bir disiplin altında yaşamak zorunda kalmışlardır. 14. yüzyıl- dan itibaren de rahibelerin dini içerikli dersler vermeleri yasaklanmıştır. Kilisenin, manastırlar üzerindeki baskısı, 12. yüzyıl sonrası ve 13. yüzyıl başlarında en üst do- ruğa ulaşmış, özellikle rahibelerin mal ve mülkleri ellerinden alınmış, maddi ve ma- nevi baskı yöntemleriyle sindirilmeye çalışılmıştır. Maddi olanaklardan yoksun rahi- beler, haklarını savunamaz bir durumda, bu yüzyıldan sonra giderek bölgelerindeki bir rahip veya kilisenin erkek otoritesinin yönetimi altına girmişlerdir.

Ortaçağın son iki yüzyılında dini kuruluşlar giderek kurumsallaşmış ve yeni kimlikleri ve güçleri ile toplumlar üzerinde daha fazla baskı kurmuşlardır. Bir erkek

otoritesi olan kilisede kadınlara kesin olarak bir yer tanınmaz artık. 13. yüzyılın ileri gelen ruhanilerinden Thomas von Aquin, kadınların erkeklerden daha aşağı bir cins olduğunu, bu nedenle idareci ve benzeri önemli görevler almalarının sakıncalı olaca- ğı görüşünü savunarak, kadınların kiliselerde görev almalarına ilişkin yasağın yürür- lüğe girmesinde önemli bir rol oynamıştır (Kadıoğlu, 2001: 17-18).

Kadını toplumsal ve siyasal yandan uzak tutmaya çalışan bu sistemde; reka- bet, onur ve o günkü düşünce yapısına göre bunlarla yakın ilişkisi bulunan yönetim ve yönetmenlik görevleri yalnızca erkeklere özgüdür. Okullar ve üniversiteler kilise tarafından katedraller çevresinde oluşturulur. Kültür ve eğitim mekânları olarak ma- nastırların yerini önce piskoposluk iktidarı, sonra da Roma Katolik hiyerarşisi alır. Eğitimlerini manastırlarda sürdüren kızlara bu yeni mekânlar yasaklanır. Eğitimde bu kopuşu, erkekler, kadınları serbest mesleklerden uzaklaştırmak için istemişlerdir. Kadının mesleki uğraş dışına itilmesi, 19. ve 20. yüzyıllarda rastladığımız tipik aile ve sosyal yapısının kurulmasının başlangıcıdır. Bununla kadının evcilleşmesi ve ko- caya bağımlı olması olgusunun temel taşları atılmıştır. Burada onur erkeğe, utanma duygusu da kadına aittir. Kadının onuru onun iffetidir. Kadının herhangi bir kamusal kurumu idare etmesi durumunda kadınlık özelliğini yitireceği ileri sürülmüş ve çev- resi tarafından erkekleştiği gerekçesi ile yani iffetsizlikle suçlanmıştır (Tanilli, 2006: 31).

13. yüzyılın başlarından itibaren uygulanmaya başlayan yasalarla kadının mahkemelerde, yargıç önüne tanık olarak çıkma hakkı kaldırılmıştır. Bu durumda bir erkek velisi vardır ve gerektiğinde kadını mahkemede bu erkek veli temsil eder. Ka- dının yakını erkeğin (baba veya koca, onların ölmüş olması durumlarında erkek ak- rabalarından biri), mahkemelerde kadını temsil etmenin ve onun yerine konuşma hakkının yanında, kadının tüm zenginliğini de kontrolü altında tutma ve onu kendi çıkarları adına, istediği gibi kullanma yetkisine sahiptir. Ayrıca isterse, kadını evlen- direbilir, satabilir, kaba güç kullanarak onu cezalandırabilir ve hatta ciddi bir açıkla- ma yükümlülüğü almadan öldürebilirdi (Kadıoğlu, 2001: 31).

Ortaçağ evliliği ekonomik bir birleşimdi. 11. ve 12. yüzyıllarda birçok yerde evlilik aileler arasında bir ittifak ve barış anlaşması, kadın ise anlaşma aracı ve temi-

natı olarak görülür; aile ittifakları kadın takasına dayanırdı. Kadının kendi rızasıyla evlenmesi pratikte olmasa da (kadının susması rıza göstermesi olarak yorumlanır) kuramda ve kilise indinde kabul edilirdi. Aynı zamanda evlilik akdinin kutsal karak- teri, dolayısıyla bozulmazlığı da kilise tarafından dayatılırdı. Kadınlar çok genç yaşta (soylular ve kentsoylular ortalama onüç yaşında, taşrada onyedi yaşında) üstelik de kendilerinde çok daha yaşlı adamlarla evlendirilirlerdi (Bock, 2004b: 22).

Varlık ve soy ideal bir birlikti. Toplumsal bir yanılsama olan bu evlilikte duygulara yer yoktu. Erkeğin, ailenin süregitmesini sağlayan soy hakkı kadının aley- hine bir olgu idi. Evliliklerde, soyun devamı ve ailenin bu yöndeki öncelikleri ön planda geliyordu. Tarafların büyükleri arasında süren uzun oturum ve tartışmalardan sonra çiftlerin evliliğine karar verilirdi. Çoğu kez yazılı yapılan sözleşmelerde sevgi- nin hiçbir rolü yoktu. Seçilen kadındı ve sevgi ve sevgili kavramları ile erkeğin evli- liği kadar yasal olan evlilik dışı ilişkisi anlaşılırdı. Çok küçük yaşlarda evlendirilen 12/13 yaşlarındaki genç kızlar böylece babalarının himayesinden ve denetiminden, kocalarının himayesi ve denetimine geçmiş olurdu. Koca, kadının beraberinde getir- diği taşınabilir veya taşınmaz mallar ve kadının da sahibiydi. Kilise tarafından yön- lendirilen, sıkı töre, katı ve de soyut bir aile kavramına dayalı düşünce yapısı içeri- sinde çok fazla hareket özgürlüğü bulamayan evli kadınlar ev içi ve ev dışı bütün etkinliklerini ve davranışlarını kocalarının istekleri doğrultusunda saptamak zorun- daydılar. Oysa kocanın sınırsız sayılabilecek kadar geniş bir hareket özgürlüğü vardı ve kadına hiçbir durumda hesap verme zorunluluğu yoktu. Kadının ve erkeğin bir arada oluşu, belirli bir amaca dayanan, bu sözleşmeli beraberlik, özellikle erkeğin davranışlarıyla daha kesin bir biçimde vurgulanıyordu (Kadıoğlu, 2001: 33-41).

Kate Millett’ın da vurguladığı gibi cinsel olduğu takdirde aşkın, aşk karıştı-

ğı zaman da cinsellin günah sayıldığı Ortaçağda kadınlar ineklerden biraz üstün, deli

bir erkekten ise daha aşağı tutulmuştur. Yoksulluğun, işsizliğin gelir dengesizliğinin, geri zekâlılığın, adaletsiz bölüşmenin, baskı ve ayyaşlığın kol gezdiği Ortaçağ top- lumlarında kızlıklarını koruyan kızlar cennete, koruyamayanlar ise cehenneme layık görülüyorlardı (1977: 91).

Ahlaksızlığın öncüsü haline gelen Ortaçağ toplumlarında sayıları durmadan kabaran bir fahişeler ordusu yaratıldı. Özellikle kilise, fahişeliği kurumsallaştırma işini kendi omuzlarına alarak, varlığı yasal açıdan da resmen kabul edilen fuhuşu başlı başına bir işletmecilik durumuna getirdi. Bütün bunlara rağmen kadını hiçe sayan Ortaçağda fuhuş yapan kadınlara hep ağır cezalar verilmiştir. Onların bir kafe- se konularak nehre sarkıtılmaları; kızgın demirlerle dağlanmaları, kulaklarının kesil- mesi, kazığa oturtulmaları ve büyücülükle suçlanarak ateşle yakılmaları, neredeyse günlük uygulamalar haline gelmiştir. Ama öte yandan, özellikle liman kentlerin ge- lişmeleriyle birlikte açlığın ve başka sıkıntıların kucağına itilen genç kızlar, general- lere sermaye toplayan profesyonel muhabbet tellallarının ellerine bırakılmışlardır. Ve bütün bunlar karşısında, zina yapan kadının anne ve babası yüzer kırbaç vurularak cezalandırılırken, aynı şeyi yapan erkek suçüstü dahi yakalansa hiçbir ceza görme- miştir (Kılıç, 2000: 151-153).

12. yüzyılda başlayıp 15. yüzyılda doruğa ulaşan ve 18. yüzyılda varlığını sürdüren büyücü avı kuşkusuz Ortaçağdaki en büyük katliam olmuştur. Ortaçağın sosyal hareketlerinin çekirdeğini oluşturan din ve kilise anaerkil toplumsal yapıyı yıkabilmek için sürekli büyük çabalar harcamıştır.

Üstelik bir kadının cadılıkla suçlanması için herhangi bir sebep yeterliydi. Mesela doğum esnasında anneyi kurtarmak için bebeği feda eden ebeler, doğurganlı- ğa saldırdıkları için, menopoza giren yaşlı kadınlar, kanlarını içlerinde sakladıklarına inanıldığı için, bekâr yaşayan kadınlar, yeniden evlenmeyen dullar, hiç evlenmemiş ya da ayrı yaşayanlar, erkekler olmadan yaşayabildikleri için cadılıkla itham edili- yordu. Erkeklerin yapabildiklerini yapabilmek de bir kadını cadılıkla suçlamaya ye- tiyordu (Sevim, 2005: 25).

1484’te iki Dominiken rahip, Heincrich Kraemer ile Johann Sprenger, Papa VIII. Innocentus’tan cadılığın kökünü kazımak için izin aldılar. Innocentus’a göre, her köyde kendisini şeytana teslim etmiş, büyücülükle ve karanlık işlerle uğraşan, hayvanlara, tahıla zarar veren, erkeklerin belini bağlayan kişiler vardı. Köylerde araş- tırma yapan iki rahibin bulguları Papalık fermanıyla onaylanınca, diğer rahip kardeş- lerini de uyarma ve bilgilendirmek amacıyla 1486’da Maleus Maleficarum’u (Cadı-

ların Kafasına Đndirilen Balyoz) yayımladılar. Yerel cadı avlarında ortaya çıkmış olan halk inançlarının bir sentezi olan bu yapıt, bütün Hıristiyanlık dünyasında

demonoloji konusundaki en yetkili başvuru kaynağı oldu. Otoritesi, sonraki üç yüz

yılda, cadı çılgınlığı boyunca neredeyse hiç tartışmasız sürdü (Berktay, 2003: 218).

Kadınlar hakkında geleneksel önyargılarla dolu olan bu metinde, bütün ka- dınların şu ya da bu ölçüde cadılık ve büyücülükle ilgili oldukları öne sürülür. Yazar- lara göre; cadılara inanmak, bir inanç sorunudur; inanmamak, başlı başına bir dinsel sapkınlık anlamına gelir. Ayrıca, cadıların kadın olduğu apaçıktır: Çok kadının oldu-

ğu yerde çok cadı olur. Erkekler, tıpkı Đsa gibi, Şeytan’ın iğvasına kapılmamayı başa-

rabilirler, ama kadınlar hem bedenen, hem de zihnen daha zayıf oldukları için kolay- ca Şeytan’a yenik düşerler. Sprenger ve Kramer, kendilerinden önceki birçok Kilise babası gibi, kadınların kendi zayıflıklarından ve yönetme konumunda olmamaktan nefret ettikleri için daima aldatmaya yatkın, kin dolu, gizli bir düşman haline geldik- lerini ve öç almak için büyücülük ve cadılığa başvurduklarını öne sürerler. Kadınlar, meşru olarak sahip olmadıkları iktidar ve gücü, Şeytan’la işbirliği yaparak elde et- meye çalışmaktadırlar (Berktay, 2003: 219).

Bu dönemde pek çok kadın cadılıkla suçlanarak yakılmıştır. 1692 yılların- daki Salem Cadı yargılamaları, Amerikan sömürge tarihinin en şaşırtıcı olaylarından biri olarak kabul edilir. Đngiltere’den göç eden Puritenlerin Amerika’ya ayak bastık- ları ilk tarihlerden itibaren, 1630 ile 1700 yılları arasında onlarca New England kasa- bası cadı davalarıyla sarsılmıştır. Katı bir hiyerarşiye sahip Puriten topluluğu her zaman Tanrı’ya itaatkâr erkeklerine gerekli hizmeti ve saygıyı göstermeyen kadınlara karşı acımasız davranmıştır. Örneğin, kadınla erkeğin Tanrı önünde eşitliğini ve ka- dının da Kutsal Kitabı yorumlama hakkı bulunduğunu iddia eden Anne Hutckinson, mahkûm edilmiş ve New England’tan sürülmüştür. Bu dönemde Hutckinson gibi sayısız kadın ya sürülmüş ya da yakılmıştır (Berktay, 2003: 225).

Üstelik Ortaçağ kilisesi büyücü avını Hıristiyanlık adına yapmış olduğunu, böylece çok Tanrılılığı yok etmeye çalıştığını ifade ediyor ve kilise tarihine bugüne kadar aklayamayacağı ciddi bir leke sürüyordu (Kadıoğlu, 2001: 47).

Ortaçağda erkek, toplumun her alanında egemen durumdadır ve kadına, işa- ret parmağı ile uyarıcı bir biçimde, sürekli gözdağı vermektedir. Bu çağda onu uya- ran daha pek çok parmaklar vardır; babalar, kocalar, kilise ve toplumun ahlak kural- ları. Ama bu çağ aynı zamanda yenilikler ve patlamalar çağıdır. Kırsal bölgelerde ve kentlerde yeni yeni gelişmeler, din ve kültürel alanlarda değişmeler vardır ve bu ge- lişmeler ve değişiklikler mutlaka kadının aleyhine değildir.

Ortaçağ kadını, topluluklarda dinleyici, okuyucu, bilimin ve sanatın koruyu- cusu olarak ve daha pek çok toplumsal etkinliklerle doğrudan veya dolaylı bir biçim- de –küçük çapta da olsa- yer alıyordu. Ortaçağın sonlarına doğru ise kadının sesini yavaş yavaş yükseltmeye başladığı görülür. Bu dönemde kadın her şeyden önce eği- timin önemini kavramıştır. Okuma yazma bilen kadınların sayılarında giderek art- mıştır. Yalnızca üst düzey aile kadınları çerçevesinde kalmış da olsa, yazmaya baş- lamışlardır. O yüzyıllarda olduğu gibi, yazıları günümüze kadar gelmiş pek çok orta- çağ kadın yazarın kimlikleri hâlâ karanlıktır. Pek çok yazı ve kitapçıkların hangi ka- dın tarafından yazılmış olduğu bilinmemektedir. Yüzlerce kadının meydanlarda ya- kıldığı bir çağda, kimliklerini gizli tutmaları doğal bir olgudur. Bu kadınların yazıla- rının bazıları tümüyle kaybolmuş, diğerleri ise isimsiz yayınlandıkları için bir kadın tarafından yazıldığı tahmin edilmektedir (Kadıoğlu, 2001: 48-49).

Benzer Belgeler