• Sonuç bulunamadı

Modernite/Yabancılaşma’ya Karşı Başkaldırı ve Direniş

ARİF AY ŞİİRLERİNİN TEMA VE İÇERİK BAKIMINDAN

2. ARİF AY’IN ŞİİRLERİNİN TEMA VE İÇERİK BAKIMINDAN İNCELENMESİ

2.7. Yüzleşme: Ölüm:

2.8.1. Modernite/Yabancılaşma’ya Karşı Başkaldırı ve Direniş

Son dönem edebiyatının en önemli sorunsalı olan yabancılaşma, Arif Ay’ın da sık sık işlediği konulardan biridir. Modernleşme ile birlikte insanın bir makine gibi otomatik davranışlar sergilemeye başlaması ve kişiden kişiye değişebilecek özelliklerinin törpülenerek farklılıkların en aza indirildiği, tek tip haline getirilen bireylerden oluşan toplumlar oluşmaya başlamıştır. Çünkü modern toplum kavramı, belirli bir insan tipini, insanla doğa ve insanla insan arasındaki ilişkilerin belirli bir davranış biçimini (veya belirli bir “kültür”ü), belirli bir iktisadi ilişkiler sistemini ve

nihayet, genellikle bu öğelerin oluşturduğu toplumsal ve iktisadi temel üzerine bina edildiği düşünülen bir siyasal yapıyı içermektedir (Köker, 2012: 42). Arif Ay bu noktada kendi kültürümüze, kolektif ben’imize yabancılaştığımızı söylemektedir ve bunun reçetesi olarak da direnmeyi sunmaktadır.

Arif Ay’ın uygarlık anlayışının karşılığı, İslam uygarlığıdır. İslam uygarlığı ise yeryüzünün dengesidir. Fakat şuan topluma dayatılan sosyal düzen, gayri insani bir düzendir. Bu şekilde uygarlığından kopartılan toplum, aynı zamanda o uygarlık çemberi içindeki uluslardan da kopartılmıştır. Kendine yabancılaşan insan, onlara da yabancılaşmıştır ve bunun için tek çıkar yol vardır, o da direnmek. Şaire göre bu noktada sanatçının, yazarın tavır adamlılığı ortaya çıkar. “Ben kendi değerler dünyasına, hayat tarzına sahip bir yazar gibi rahat değilim. Fildişi kulem yok. Tüm kulelerim ve kalelerim yıkılmıştır. Her şeyi yeniden sorgulamamız gerekiyor (İsimsiz, Yedi İklim, 1993: 78).” diyen Arif Ay, bu sözlerle sanatçının misyonunu da ortaya koymaktadır. Şairin modernleşmeye karşı oluşunun temelinde işte bu yabancılaşma yatmaktadır.

“dünya dönüyor harbi söylesem yalan olmaz”

fosil bir çağa erdi” (“Aşk Kapıdan Baktırır I”, Güne Doğan Koşu, s.473) diyen Arif Ay, bu yabancılaşmanın kökeninde de kapitalizmi görmektedir.

Şiirimin Şehirleri adlı eseriyle ilgili bir söyleşide sorulan soruya aşağıdaki cevabı veren şair, modernitenin insan üzerindeki olumsuz etkisine vurgu yapmakta ve bu şiirlerde geçmişe duyulan bir özlem olduğunu ifade etmektedir. Şair, aynı zamanda modernitenin her şeyi tuz buz ettiği, yabancılaşmanın, insanı tanınmaz hâle getirdiği bir süreç yaşandığını düşünmektedir. Tüm insani değerler bir bir yok olurken güzelliklerin de ortadan kalktığını ve insanın çirkinleştikçe yaşadığı mekânların da çirkinleştiğini belirten Arif Ay, kitapta yer alan şehirlerin İslam uygarlığına başkentlik yapmış şehirler olarak mimarileriyle, kültürel dokularıyla, mekânlarıyla insani özelliklere sahip olduğunun altını çizmektedir. Ona göre, bu şehirler taşıdıkları özü yeniden harekete geçirerek küfre karşı durabilirler (Öz, 2012: 1).

Modern toplum, iktisadi ilişkiler düzeyinde insanın kendi emek gücü üzerinde özgürce tasarruf edebileceği bir durumu ifade etmektedir. İnsanın kendi emek gücü üzerinde özgürce tasarruf edebilmesi düşüncesi ise, doğrudan kapitalizm adı verilen

iktisadi yapının ayırt edici özelliğidir (Köker, 2012: 47). Modern toplumun ekonomik yapısının dayandığı temel olan kapitalizm ya da Edebiyat dergisinde yer alan karşılığı ile “anamalcılık” zaten Arif Ay’ın yıllardan beri savaş açtığı bir sistemdir.

Yazılarından, daha da önemlisi eserlerinden anlaşıldığına göre şairin bölgesel değil evrensel bir sorun olarak değerlendirdiği kapitalizm, dünyaya mutsuzluktan başka bir şey getirmemektedir. Özellikle de kapitalizmin bir başka boyutu olan küreselleşme, bireyi herkesleştirmeye yönelik bir adımdan başka bir şey değildir. İçinde yaşadığı zamanı, “tabularla örülmüş bu örümcekli çağ” (“Hüzünler 1”, İma Kitabı, s.21) diyerek eleştiren şaire göre bu sorun, edebiyatın da en önemli meselelerinden biridir.

Ona göre günümüz edebiyatının ve insanının temel sorunu ‘kimlik’ sorunudur.

Modernite ve küreselleşme furyası, insanı insanlıktan çıkaran bir olumsuzluk olarak önümüzde durmaktadır ve günümüz edebiyatının büyük bir bölümü de kendini bu olumsuzluğa kaptırmıştır. Şair, bu edebiyatın dişe dokunur bir okuru olmadığını da düşünmektedir (Yarış, 2012: 19).

Temelinde emperyalizm ve kapitalizmin hüküm sürdüğü, şairin “Yusuf’un kuyusundan fışkıran petrol/plastik elmalara dönüşürken” (“Kahire konuşuyor”, Şiirimin Şehirleri, s.67) dizesinde de belirttiği şekliyle her şeyi özünden koparan ve yapaylaştıran modern yaşamın bireyde oluşturduğu kimlik sorunu, onu varoluş amacından da gittikçe uzaklaştırmaktadır. Yaşanılan çağda bu hastalık, bir salgın gibi gün geçtikçe daha fazla insanı etkisi altına almaktadır. Arif Ay’ın “kambur özgürlüğün kan çalgısı” (“Çağmak Karanlığa”, Hıra, s.56) olarak adlandırdığı çağ, Kierkegaard’a göre de yaşamının anlamını unutmuş, bireyselliği kitle içinde erimiş, öznesi olmayan konuşmaların ve yükümlülüklerin alanında eylem gücünü kaybederek edilgen hale gelmiş, gevezelik ve gündelik dedikodular arasında kendi varoluş gerçekliğinden uzaklaşmış insanların çağıdır (Taşdelen, 2004: 36).

Çağın bir başka özelliği de mazluma yapılan zulmün hat safhada olmasıdır.

Bu durum şairi hem öfkelendirmekte hem de üzmektedir. Ona göre yaşadığımız çağ,

“tabut çivileyen” (“Alaf”, Hıra, s.62) bir çağdır. Edep dergisindeki bir yazısında çağın bu özelliğini eleştiren Arif Ay, aynı eleştiriyi Müslümanlara da yöneltmektedir ve Suriye, Gazze, Afrika başta olmak üzere tüm dünyada insanlara yapılan zulümden, kıyamdan herkesin sorumlu olduğunu ifade etmektedir. Bu vahşetin sürüp

giderken kimsenin olmadığını düşünen şair, bu şekilde medenî bir dünya ile insanlıktan da söz edilemeyeceğini belirtir ve sözlerine şu dizelerle son verir:

“Yüzyılımız zalim!

Yüzyılımız iğrenç!

Müslümanlık mı? Ara ki bulasın (Ay, 2014b: 2)!”

Arif Ay, bir diğer yazısında ise bu çağın insanının kendini yok etmekte olduğunu ifade ederek karanlık bir çağın yaşandığını ve bu çağın karanlığının Ortaçağ’ın karanlığından daha koyu olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre günümüzde insan, insanlığını kaybetmiş ve vicdansızlaşmıştır. Tanrı’dan kopan, şirke teslim olmuş bu insanlar, zalimdir ve tabiatı yok ettiği gibi kendini de yok etmektedir (Işıklı, 2014c: 2). Varoluş gerçekliğinden uzaklaşan, kimlik bunalımı yaşayan, birey olmaktan çıkıp herkesleşen çağ insanı, Arif Ay’ın şiirlerinde sıkça eleştirilmiştir. Modernite ve insanın yabancılaşması, Arif Ay şiirinde kimi zaman öfkeyle, kimi zaman umutsuzluk içinde yer almıştır. Bu nedenle farklı açılardan ele alınan meselenin şu başlıklar altında incelenmesi uygun düşmektedir:

2.8.2. (Bireyi Herkesleştiren ve Yabancılaştıran) Teknolojiye Karşı Başkaldırı ve Direniş:

Artık hayatın tüm alanlarına nüfuz eden ve kullanılması kaçınılmaz bir hal alan teknoloji, faydalarıyla birlikte zararları bakımından da sıkça tartışma konusu olmaktadır. Heidegger’e göre, gerçek anlamıyla teknoloji (techné) varolan her şeyi ortaya çıkartma, öne çıkartma, açığa çıkarma, üstünü ve gizini açmadır. Fakat modern felsefeyle birlikte teknoloji bu anlamdan uzaklaşarak, varolanı açığa çıkartmak yerine, varolanı denetleyen ve belirleyen oldu. Modern teknoloji, varolanın çerçevelenmesi olarak varolanın üstünü örttü (Çüçen, 2012: 180). Heidegger’in bu tespitinden hareketle teknolojinin amacından saparak farklı bir yola girmiş olduğunu söylemek mümkündür. O halde insanoğlu onun bu yönü göz önünde bulundurarak teknolojiyle arasındaki ilişkiyi nasıl dengeleyeceği sorusu akla gelmektedir. Modern Çağ’la başlayan insan ve varlık yabancılaşması, Heidegger’e göre ancak insan ve Varlık’ın birbirine yaklaştığı ve birlikte olduğu olagelme ile aşılabilir (Çüçen, 2012:

183). Heidegger’in bununla ilgili bir çözüm önerisi de bulunmaktadır. Ona göre çağımızda insan, modern bilim ve teknolojinin

çerçevelemesinden kurtularak hem kendi varlığına, hem de Varlık’a dönmelidir. Her ikisini de dolayımsız olarak anlamalı ve kavramalıdır. Bu nedenle insan, tekniğin özünü anlamanın yanı sıra tekniğin esiri olmaktan kendini kurtarmalıdır. Bunun yolu da kendi varlığının gizemini nasıl açacağını bilmesidir. Gizemini açmak ancak Varlık’ın özgürlüğüne bağlıdır. Özgürlük, Varlık’ın yazgısı veya kaderidir. Ondan kaçamaz (Çüçen, 2012: 282). Sartre ise insanların anlamı yaratma ve iletmede gösterdikleri yeteneksizlikler ve yetersizliklerin ortaya çıktığını ve bu durumun da çatışmayı başlatan ana etken olduğunu belirtirken daha trajik bir noktaya değinerek kişinin makineleştiğinin bile farkında olmadığının (Akdeniz, 2012: 26) altını çizmektedir. Ünlü filozof bu konuyla ilgili ayrıca şunları söylemektedir:

“Günümüz insanının ana sorunu teknolojik imkânlarının, insanı yoksullaştıracak şekilde kullanılmasıdır. Kişilerin yaratıcı güçleri gittikçe küçülmektedir. Kişi kendisiyle olan savaşında yitirilmişliğini yaşamaktadır. Bireyin kendisini unutması, kendinden kurtulma isteği ile cemaatleşmenin fişek gibi fırlaması, kendi seçimlerini kendisinin yapamaması, kendi değerlerini kendisinin belirleyememesi; kişinin çölleşmesine neden olmaktadır. Cemaatleşme ve teknoloji bireysel özneyi düzleştirmektedir (Akdeniz, 2012: 26).”

Taylor ise teknolojiye yönelik eleştiriler hakkındaki görüşlerini dile getirirken tıpkı sahicilik arayışının görece üstün yollarıyla alçak yolları arasında olduğu gibi, teknolojiyi de yaşamanın görece iyi biçimleriyle kötü biçimleri arasında bir mücadele olabileceğini söylemektedir. Fakat bu mücadelenin engellendiğini hatta çoğu zaman hiç başlayamadığını düşünen Taylor, bunun sebebi olarak ahlaki değerlerin üstünün örtülmesi ya da gözden kaçırılmasını göstermektedir. Ona göre bu tıkanmada eleştirenlerin payı var çünkü salt tahakkümcü yanını vurguladıkları teknoloji toplumuna ilişkin amansız betimlemeleri diğer kaynakların tamamını görünmez kılmaktadır. (Taylor, 2011: 80-81).

Arif Ay’ında teknolojiye karşı tutumu yukarıdaki görüşlerden farklı değildir.

Bu noktada en belirgin olan özelliği, şairin teknolojiyi sevmemesidir. Sevmemekle birlikte ondan kaçılamayacağının da bilincindedir ancak insan ve teknoloji arasında çok fazla bağ kurulması, insani özelliklerin yitmesine sebep olmaktadır. İnsanın gittikçe mekanikleştiğini düşünen şair, bireyin tüm davranışlarının eşyaya göre ayarlanmış olduğunu belirtmektedir. Bu da onun asıl insancıl yanını güve gibi yiyip bitirmekte ve farkında olmayan bir tükeniş içine sürüklemektedir (Ay, 1993a: 77).

Arif Ay, bu tükeniş içindeki insanın çelik ve beton yığını bataklığında gittikçe battığını belirterek her yerin karmaşayla dolu olduğunu, dingin bir yaşamdan çok uzaklaşıldığını düşünmektedir. Bunda da en büyük pay, eşyanın insanı çepeçevre kuşatmış olmasıdır. Çeliğin ve betonun öne çıktığı bir çağı yaşayan insan, hız ve gürültü içinde bir bataklıkta yaşamaktadır ve debelendikçe de batmaktadır (Ay, 1993a: 70).

Marifetin teknolojiyi üretmek değil, onu doğru kullanmanın ve insanı onun emrine vermek değil, onu insanın emrine vermek (İsimsiz, Yedi iklim, 1993: 78) olduğunu belirten şair için teknolojinin insana verdiği en büyük zarar, onu Mutlak olandan koparmasıdır. Şair, insanların artık makinenin hizmetinde olmayı tercih ederek iyice tutsak hale geldiğini belirtmektedir:

“Makina karşısında küçülmüş, kendi büyüklüğünü unutmuş bir insanda ‘giz’

mi kalır? Bu problem, Batı’nın kendi problemidir. Çünkü o, mutlak'tan kopmuş bir yaşamı seçti. Böylece özgür olacağını sandı. Koğuştan doğan boşluğu makine ile doldurmaya çalıştı. Asıl tutsaklık burada başladı. Kendisine hizmet edeceğini sandığı makineye bu kez kendisi hizmetçi oldu. Bakınız ne diyor Sovyet Şairi A.

Voznesenski: "Nazarî olarak, müstakbel bilgisayarlar insanın yaptığı her şeyi yapabilecektir. Sadece iki istisna vardır: Dindar olamayacak ve şiir yazamayacaklar (İsimsiz, Yedi iklim, 1993: 78).”

Şair, “Uygar Böcekler” adlı eserinde kendini özgür sanan, modern köleleri konu edinir ve şiirin adından da anlaşılacağı gibi bu sisteme ayak uyduranları bir böcek gibi görmektedir. Hem adı, hem de teması itibariyle Kafka’nın Değişim’ini anımsatan şiirde bir değil, birçok Gregor Samsa vardır:

“aldınız sırtınıza yapıları çelik kasaları ezilmiş yüreğiniz şimdi köşelerde yassı bir tortu”

(“Uygar Böcekler I”, Hıra, s.51)

“İnsanlar kendilerini dinin buyruklarına göre değil de, teknolojinin gücüne göre konumladıkları sürece böcek kalmaya mahkumdurlar. Teknolojiye göre kendini konumlandıran insan, bir tüketici çılgınıdır. Maddi varlığı arttıkça, ruhu küçülmektedir (Y. Emre, 1994: 6).” diyerek bu konudaki görüşlerini dile getiren Arif Ay, eserde de bu insanlara gönderme yapar. Onların varoluş anlamını yitiren yürekleri; dostluğa, kardeşliğe yer kalmadığı için bir tortuya dönüşmüştür. Artık yalnızca bir et yığınıdır. Sistemin çarkında kaybolan bu insanlar, birbirine uzak

yakınlıklar içinde yaşamaya devam etmektedir. Bu durum elbette şairi rahatsız eder ve onda çekip gitme arzusu uyandırır:

“böyle bilmezdim sabahı bırakın gideyim uzaklara orda anlarlar beni

orda kardeşliğin sımsıcak eli”

(“Uygar Böcekler II”, Hıra, s.52)

Arif Ay, teknolojinin insana ait böyle güzel vasıfların bir bir kaybolup gitmesine neden oluşuyla ilgili Mart 2014’teki Edep dergisindeki yazısında şunları söylemektedir:

“Okullarımız da artık teknolojiyle donanımlı bir hale getiriliyor. Akıllı tahtalar, tabletler vs. teknoloji arttıkça iyi bir eğitim yapılacağı aldatmacasına biz de inandık. Oysa teknolojinin üretildiği ülkeler işin farkında ve okullara teknolojiyi sokmamanın çabasındalar. Çünkü eğitimin ve öğretimin teknolojiyle değil, doğrudan doğruya iyi yetişmiş öğretmenlerle başarılacağını biliyorlar. (Ay, 2014a: 2)?”

Arif Ay, bir başka şiirinde bu kültürel yozlaşmayı, içi boşaltılmış değerleri, yabancılaşma ve tüketmeye dayalı ilişkileri ironi yoluyla anlatmakta; popüler kültür ve onun bir saman alevi gibi hızlıca yanıp sönen değerleriyle dalga geçmektedir:

“mendilim kar dolu balıklar köye indi mezarım aynalı

sevdiğim kız Tanzanyalı ceviz doldurdum küpe dağları dizdim ipe

mezarda beni yalnız koma arada gel kefenim yama”

(“Ve Pop”, Yirmi Yaş Şiirleri, s.59)

İnsanoğlunun etrafını saran bu kirli ve anlamsız kültürsüz kalabalığının nedeni ise anamalcılıktır.Bu noktada şairin Batı’ya karşı öfkesini degörmek mümkündür çünkü Arif Ay’ın şiirlerindeki medeniyet eleştirisi ya da ona duyulan öfke, bir çeşit ‘Batı'ya karşı direniş’, medeniyet çerçevesinde yaşamımızı kirleten yozlaşmaya gösterilen tepkidir (Karataş, 2007: 130). Bu nedenle şair; “ne modern mimarlar türedi/her eve kanepe çek-yat” (“İstanbul Konuşuyor”, Şiirimin Şehirleri,

s.12) dizeleriyle teknolojinin ona sunduğu konfora dört elle sarılan insanın, dışarıdaki gürültüden, içindeki sesi duyamaz hale geldiğini söylemektedir.

Gürültüyü, “eşya konforu artı tefecilik eşittir anamalcılık” olarak formülleştiren şair, bunlarla koşullanan insanın sürekli, “çişini” ortaya yapan bir çocuğun ürkekliğini, suçluluğunu yaşadığını düşünmektedir. İnsanın yalnızca dışarıdaki değil, yüreğindeki gürültü içinde de kaldığını belirten Arif Ay, bunun daha tehlikeli olduğunu vurgular ve tam bir boğuntu dediği gürültüyü, insanın yıkılan iç dünyasının enkazı ve büyük bir depremin gürültüsü olarak değerlendirir (Ay, 1993a: 71).

Şüphesiz içindeki gürültüyü duya(bile)nlar, çarkın dışında kalmayı becerebilmiş insanlardır. Onlar varoluş amaçlarını yitirmemiş; yani şairin kendi ifadesiyle Tanrı’dan kopmamış kişilerdir. O, bu nedenden dolayı kalemini insanlığın hizmetine adamıştır. Şair, kendisine yönetilen “Müslüman dünyanın kanayan yaralarına bakarak yaşam ve şiiri buluşturan bir toplamdan hareketle şiir, şair-hayat ilişkisi sizin açınızdan ne ifade ediyor?” sorusuna tam da bu noktada büyük önem taşıyan bir cevapla karşılık vermektedir. Ona göre insan yapıp ettiklerinden sorumludur ve huzuru mahşerde yapıp ettiklerinin hesabını verecektir. Şair, devlet başkanı ya da âlim olmak bu gerçeği değiştirmez. Şair olarak hayata ve şiire bu inançla baktığını belirten şair, şiiri hayatının bir şubesi olarak görmez. Aksine, şiir onun hayatının bir bütünü; düşüncelerinden, duygularından, yapıp ettiklerinden süzülen bir şeydir. Şiiri, insandan insana geçen bir akım olarak değerlendiren Arif Ay, bu şekilde bir manyetik alan ve kulluk bilinci oluşturduğunu, onu canlı tuttuğunu ifade eder. Ona göre kul olmak; özgür ve güzel olmaktır. Şiir de zaten özgürlüğün ve güzelliğin kendidir ve hem lisan hem gönül anlamında bir dildir. İnsanlar eğer bir inanç birlikteliği içindeyse bu dil sayesinde acı, bireysel olmaktan çıkar çünkü her birey, üyesi olunan bu birlikteliğin bir organı haline gelir. Birinin duyduğu acıyı öteki de duyar ve Müslüman dünyasında kanayan bir yara varsa, o yara şairin kendisinde de kanar. Arif Ay, o acıyı duymuyorsa kendinden korkması ve kendini gözden geçirmesi gerektiğini de belirtir (Öz, 2012: 1-2). Şair bu düşüncesini, “Aşk Kapıdan Baktırır” adlı şiirin dördüncü bölümünde mısralara dökmektedir:

“ekşi homurtusuyla mor bir sinektir kalpleri Tanrı adına yaşanmayan bir hayatın

leşine konup kalkan”

(“Aşk Kapıdan Baktırır IV”, Güne Doğan Koşu, s.477) Bu yüzdendir ki insanoğlu hayatın tam tadını alamamakta ve hakkı olan yaşamak, bir yasak gibi onu yormaktadır:

Arif Ay’ın yukarıda bahsettiği “Tanrı adına yaşanmayan bir hayatın”

sahipleri

arasında Müslüman olanlar da vardır. Şair, Müslüman halka yapılan zulümlerden özellikle İslam devletlerini, diğer Müslüman halkları sorumlu tutar. Çünkü İslam’ın zulme karşı emrettikleri doğrultusunda hareket etmeyip küresel çıkarlara hizmet eden, bilimden uzaklaşarak hem İslam’ın, hem de kendi özüne yabancılaşan Müslümanlar çoğunluktadır. Bu nedenle şair bazı eserlerinde bu konuya değinir ve İslam ülkelerinin içinde bulunduğu hali hiç beğenmez. “İstanbul konuşuyor” adlı şiiri de Batı’dan ziyade Müslümanlara yönelik bir eleştiridir. Batı’da olduğu gibi buralarda da maddenin herkesi aynılaştıran etkisini, eski İslam medeniyetlerine gönderme yaparak anlatmaktadır:

“eline vur ekmeğini al

arkasından “tekbîr Allahuekber tekbîr”

dünyanın ne güzel sloganı burada kirlenir

oysa kuşlar uçmanın geometrisini bilmeden uçar ağaç meyveyi böbürlenmeden verir bilirdi bir zamanlar dârü’l-fünûn

(“İstanbul konuşuyor” , Şiirimin Şehirleri, s.14-15) Benzer şikayetler, “Şam Baharı”nda da devam etmektedir. Suriye’nin içinde bulunduğu çıkmaza işaret eden şair, ‘Şam baharı’ gibi Batı medyasının literatüründe bulunan sözcükleri kullanarak bu zulmün arkasında kimleri gördüğünü dile getirir fakat Arif Ay şiirinin özü kavrandığında onun Müslüman halka oynanan oyunlardan yalnızca Batı’yı sorumlu tutmadığı anlaşılır. ‘Zalimler sofrası’nda onlarla birlikte, işbirliği içinde olan Müslüman yöneticiler de bulunmaktadır. Diğer Müslümanların sessizliği ise “kapımıza son model atların yığılması”nın, insanı makineye muhtaç ederken aynı zamanda makineleştiren, düşünme yetisini kaybettiren sistemin sonucudur.

“Şam baharı böyle oldu

zalimlerin sofrasında kanlı kiraz katırlara inat yükleyen dağlar kadar sabrın sonsuz denizini dalga dalga kapımıza yığan son model atlar zalimler bunları da bilmez çünkü her şey kayıt altında

gökyüzünü gezdiriyor acıdan bir bulut miraç meşalesi ellerinde meleklerin”

(“Şam Baharı”, Şiirimin Şehirleri, s.39)

Sonuç olarak Arif Ay, teknolojinin bireyi kendinden uzaklaştıran, özünden kopararak kimliksiz bırakan gelişimine karşıdır. “Hızlı ulaşım araçları çoğaldı, mesafeler kısaldı ama “özlem” duygusunu yitirdik. Camiler çoğaldı; cemaat azaldı.

İletişim araçları gelişti; iletişimsizlik, yalnızlık ve yabancılaşma aldı başını gitti.

Yiyecek içecek arttı ağzımızın tadı kaçtı (Önder, 2012a: 3).” sözleriyle bu duruma tepkisini bir kez daha dile getiren şair için teknolojinin girmediği hayat, son derece sakin ve huzurludur. O, bu huzuru istemektedir. Makinenin yaşamı saran çelik kolları arasında sıkışıp kalan insanın da zamanla düşünmeyen, sorgulamayan, eleştirmeyen, üretmeyen ve bir makine gibi programlanmış hayatını sürdüren bir varlığa dönüşmesi şairi öfkelendirmektedir.

2.8.3. Huzurun ‘Şehir’lerinden İnsanı Betonlaştıran ‘Kent(leşme)’e Karşı