• Sonuç bulunamadı

Huzurun ‘Şehir’lerinden İnsanı Betonlaştıran ‘Kent(leşme)’e Karşı Başkaldırı ve Direniş:

ARİF AY ŞİİRLERİNİN TEMA VE İÇERİK BAKIMINDAN

2. ARİF AY’IN ŞİİRLERİNİN TEMA VE İÇERİK BAKIMINDAN İNCELENMESİ

2.7. Yüzleşme: Ölüm:

2.8.3. Huzurun ‘Şehir’lerinden İnsanı Betonlaştıran ‘Kent(leşme)’e Karşı Başkaldırı ve Direniş:

Modernizmin mekânsal sonucu olan kent, insanı betona hapseden ve özgürlük içinde tutsaklık yaratan ve şehrin ötekisi konumunda olan mekânlardır. Şehir ve kent

arasındaki çatışma, iç içe geçmiş iki yapı arasında paradoksal bir biçimde sürüp gitmektedir. Nitekim şehrin üzerine inşa edilen kentler, her iki mekâna ait özellikler ile birlikte tek bir yapıyı oluşturmaktadır. ‘Bir’ içinde bulunan ‘iki’, birbirinden koparılamayacakken karşıt iki unsur olarak durmaktadır. Modernizmin girmediği yer kalmadığı düşünülerse artık bütün şehirler, kent’e dönüşmüş/dönüşmekte denilebilir.

Bu da beraberinde birçok eleştiri ve yorumu getirmiştir. Besim Dellaloğlu, kent oluşumu ile ilgili yaklaşımına yaptığı eleştiride modernleşmeci ana akımın, düşünce üretmek istediği vatandaşa nasıl baktıysa kentsel mekâna da öyle baktığını belirtmekte ve kentlere de “şapka” giydirdiğini söylemektedir. Ona göre bu zihniyet, şehrin dokusunu mümkün olduğunca hızlı bir şekilde ‘modern’ hale getirmek istemiştir. Hedeflenen dış görünüşte çok hızlı bir doku değişimidir. Halbuki o binaların içinde insanlar yaşamaktadır. O, buna ‘aşırı evrenselleştirme’ der ve bu kavramı, belli bir mekân ve zamanda ve o mekân-zamanın ihtiyaçlarına göre ortaya çıkmış bir mimari planı, şehir planının, medeniyeti temsil ettiği için, bir aşırı evrenselleştirme yapılarak her zaman ve mekânda geçerli olabileceğinin düşünülmesi ve bu yüzden olduğu gibi buraya aktarılması olarak açıklar. Dellaoğlu, bu noktada bir adaptasyon ihtiyacının olduğunun bile düşünülmediğinin altını çizer (Dellaoğlu, 2012: 141).

Bu durum, şehirlerin birdenbire değişmesiyle birlikte mekânın insan üzerindeki kaçınılmaz etkisi sonucu, şehirde yaşayanların da kısa zaman içinde farklılaşmasına yol açmıştır. Rıchard Sennett, mekânsal değişimin insan yaşamı ve yapısını nasıl değiştirdiği konusuna değinirken insanların artık hızlı hareket ettiğini, parçaları birbirlerine sadece otomobillerle bağlanan çevresel bölgeler yönünde ve bu bölgeler içinde özellikle hızlı hareket ettiklerini söylemektedir. Ona göre hızın lojistiği hareket eden kişiyi, içinde hareket ettiği mekânlardan koparmaktadır. Otoyol planlamacılarının başka bir nedenle olmasa da güvenlik nedeniyle, hız yapan bir vasıtanın içinde hareket ettiği mekânları nötr ve standart hale getirmeye çalışmaları, oturan bedeni sabit bir konum içinde disipline eden ve sadece mikro hareketler yapmayı gerektiren araba sürme edimi nedeniyle sürücüyü fiziksel olarak pasifleştirmektedir (Sennett, 2011: 328). Sennett’in bu tespitiyle şu da anlaşılmaktadır ki kent, insana belli bir konfor sunarak onun hareketlerini

sınırlandırmaktadır. O halde kent ve teknoloji aynı alan içinde yer almakta ve insanı kendine yabancılaştıran iki önemli faktör olarak ortaya çıkmaktadır. Bedenini etkili bir şekilde kullanamayan insan, gitgide mekanikleşmektedir. Arif Ay da kentlerdeki bu insan yığınından şikayetçidir ve bu yığın için ilginç bir tespitte bulunmaktadır.

Kentlere yığılan insanların kendilerine dayatılmış bir hayatı yaşadıklarını düşünen şair, büyük alışveriş merkezlerinin adeta büyük tapınakların yerini aldığını söylemektedir. Ona göre bu şekilde her şey gibi insan da nesneleşmiştir ve ortalıkta insan değil, içi boşaltılmış insan kalıpları ya da robotlar dolaşmaktadır (Karaçalı vd., 1999: 19). Oysaki şehir, insana “birey” olduğunu duyuran, onu tamamlayan bir mekândır. Arif Ay, şehir ile şahsiyetin birbirini tamamladığını vurgularken insanın biçimlenmesinde, duygularının ve düşüncelerinin şekillenmesinde yaşadığı mekânın, toprağın, coğrafyanın etkisi olduğunu söylemektedir. İnsanın kendini yetiştirirken sadece kitabi anlamda yetiştirmediğini; önüne çıkan manzaranın, binanın, mimarînin, kulağına gelen musikinin, hoş sadanın ruh ve zihin yapısını dönüştürdüğü, ona güzellik kattığı, farklı algılama yetisi kazandırdığı gerçeğinin de altını çizmektedir.

Dolayısıyla şahsiyetin oluşmasında mekânların ve şehirlerin çok önemli etkisi vardır ve bu ikisi birbirini bütünlemektedir. Ona göre, insanlar bozulduğu zaman şehirleri bozarlar, şehirler bozulduğu zaman insanlar da bozulur. Bugün ise artık şehirlerin değil kentlerin olduğunu söyleyen şair, bu sözcüğü özellikle kullandığını ifade eder.

O; şehirde bir şiiriyet olduğunu, kent dendiğinde ruhu alınmış, ruhsuz bir mekândan söz edildiğini dile getirmektedir (Userin, 2012: 42-43). Bu yüzden de kentte mutlu değildir. Ruhu alınmış bu yerde tüm aile fertleri, göz yoran ve renkli olmalarına rağmen hiçbir zaman birbiriyle uyum içinde olamayan, çirkin, içi boş kent tabelaları gibidirler:

“etimizde güveler geziniyor dede nine anne baba çocuk milyonlarca milyarlarca sevgimiz bankalarda mevduat ne soysuz aşk bu

caddelerde sokaklarda tabelalar tabelalar tabelalar gibiyiz”

(“Gökyüzü Saatleri XII”, Şiirin Kandilleri, s.47) Şair, her ne kadar bu dizelerdeki “tabelalar” sözcüğünü simgesel olarak kullanmış olsa da kentin birbiriyle uyumsuz görsel yanını da sürekli eleştirmektedir.

Çünkü kent insanı, şehirdeki gibi değildir. Estetik duygusunu yitirmiş olan kent insanı, nasıl kendisini sanatla ilgilenmeyerek, okumayarak, düşünmeyerek çoraklaştırıyorsa yaşadığı yeri de ruhu gibi çirkinleştirmektedir. Edep dergisinde kendisiyle yapılan bir röportajda bu konuya değinen şair, kentlerin çirkin görüntüsünden bu insan tipini sorumlu tutar ve şiirsiz bir hayatı düşünemediğini dile getirir. Ona göre şiirsiz bir hayat korkunç derecede kaba ve çekilmez bir hayattır.

Oysa şiir hayatı güzelleştirir, insanı olgunlaştırır, vicdanı ve bilinci açık tutar; insana, hakikati aramada mihmandarlık yapar. Şiirden uzaklaştıkları için insanların tavırları, edaları kaba ve bencildir. Şair, giyim kuşamdan ortak yaşam alanlarına kadar her yerde büyük bir zevksizliğin hâkim olduğunu söylerken kentleri, evleri ve yolları örnek gösterir. Bunların şiir okumayan mimar, mühendis, şiir okumayan belediye başkanlarının eseri olduğunu düşünen şair, şiirin insana insanilik kazandırdığını ve duygularını incelttiğini, insanı bakan değil, gören kıldığını ifade etmektedir (Yıldız-Güven, 2013b: 2).

Kent insanı, inceliğini yitirmiş ve içi boşalmış ruhunu yapılara yansıtmaktadır. Bu nedenle de dev yapıları dolduran ve tüketen insanı çağrıştıran ‘iri gövdeler’ bu hastalıklı halleriyle, köydeki emekçinin çapasının nağmesini duymaktan uzaktırlar:

“duymaz çapanızın şakırtısını dev yapılar geniş salonlar doldurur iri gövdeler saralıklarını kentin”

(“Serinlik”, Hıra, s.25)

Arif Ay’ın kente/kentleşmeye karşı öfkesi, yalnızca hem ruh hem de görüntü itibariyle estetikten uzak olmasından kaynaklanmamaktadır. “Bu çirkin kentleşmeyle birlikte kimliğimizi de kaybettik. Kimliksiz bir toplum haline geldik (Önder, 2012:

3).” diyen şair, kent ile bireyi tüketmekten başka bir şey yapmayan, yaratılma gayesinden tamamen kopmuş bir varlığa dönüştüren kapitalizmle olan ilginin farkındadır. Yukarıda yer alan “Gökyüzü Saatleri” adlı eserinde geçen “milyonlarca milyarlarca/sevgimiz bankalarda mevduat” dizeleri bu açıdan dikkat çekicidir.

Kapitalizmin insanın ruhunu emen nefesi kentte can bulmakta ve hiç bozulmadan dönen çarkı yine burada dönmektedir. David Harvey, Asi Şehirler adlı eserinde kapitalizmin ile kentleşme arasındaki bu kopmaz bağı anlatırken şehirlerin bir artı

ürünün toplumsal ve coğrafi olarak yoğunlaşmasından doğduğunu dile getirmektedir.

Dolayısıyla kentleşme daima sınıfsal bir olgu olagelmiştir, zira artı ürün bir yerden ve birileri üzerinden elde edilmiş, artı ürünün nasıl kullanılacağının denetimi de daima küçük bir grubun elinde olmuştur. Bu genel durumun kapitalist dönemde de devam ettiğini fakat bu kez oldukça farklı bir dinamiğin ortaya çıktığını söyleyen Harvey, kapitalizmin Marx’ın anlattığı gibi mütemadi bir artı değer (kâr) arayışı üzerinde temellendiğini fakat artı değer üretmek için sermaye sahiplerinin artı ürün üretmek zorunda olduğunu belirtmektedir. Ona göre bu durum, kapitalizmin hiç durmadan, şehirleşmenin ihtiyaç duyduğu artı ürünü üretmesi anlamına gelmektedir.

İlişkisi aksi yönde de geçerlidir. Kapitalizm mütemadi olarak ürettiği artı ürünün tüketilmesi için şehirleşmeye ihtiyaç duyar. Harvey, böylelikle kapitalizmin gelişimi ve kentleşme arasında içsel bir bağlantının ortaya çıktığını düşünmektedir. Bu durumda kapitalist üretimin zamanla artış grafiği ile dünya nüfusunun kentleşmesinin çizdiği grafik arasında büyük oranda paralellik olmasını da şaşırtıcı bulmamaktadır (Harvey, 2013: 45).

Arif Ay da Edep dergisinde Eyüp Önder müstearıyla yazdığı yazısında şehir ve kent arasındaki farkı anlatırken kapitalizm ve kentleşme arasındaki ilgiye de değinmektedir. Medeniyetin nişaneleri olan şehirlerin, geçmişten bugüne evrimleşerek büyüdüğünü ve ruhunu kaybedip kente dönüştüğünü söyleyen şair;

şehri klasik dönemin, modern öncesinin, kenti de modern dönemin bir yerleşim yeri olarak görmektedir. Ona göre tüm manevi bağlarından bir bir kopan insanlık, mekânlarını eskiden olduğu gibi inancının öngördüğü bir estetik kaygıyla oluşturmamaktadır. Her şeyin ranta ve kâra dönüştüğü bugünün dünyasında bütün kentlerin bir örnek kent haline geldiğini düşünen Arif Ay; merkeze insanın değil de paranın, sermayenin konduğu bir anlayışla oluşturulan kentlerin, beton ve çelik yığınlarıyla, tabiattan kopuk halleriyle insan ruhunu karartan birer cehennemî mekânlardan başka bir şey olmadığını ifade etmektedir (Önder, 2012: 3).

Kapitalizmin insanın kulağına “tüket, tüket!” diye fısıldadığı kentlerin birer para merkezi olduğunun en büyük kanıtı alışveriş merkezleridir. Alışveriş festivallerinin bile düzenlendiği, tüketim çılgınlığının teknolojiyle daha da arttığı kentlerde, insanlar bu iki çağ hastalığına yaklaştıkça kendinden uzaklaşmaktadır. Zgymunt Bauman’a