• Sonuç bulunamadı

Finansal krizler için başlangıç dönemi 20. yüzyılın ilk yarısı kabul edilmekle birlikte; kriz modellerinin gelişimi 1970’li yıllardan itibaren gerçekleşmiştir. Bu modeller genel olarak ortaya çıkan iktisadi nitelikli derin şoklara kapsamlı açıklamalar getirmektedir. Ancak meydana gelen krizlerin hepsi aynı özelliklere sahip olmadığından farklı dönemlerde yaşanan şoklara yönelik farklı modeller söz konusudur. Örneğin 1970-1980 döneminde Latin Amerika ülkelerinin kriz deneyimi üzerine geliştirilen “birinci nesil modeller”, 1990’lı yılların başlarındaki Avrupa Para Krizini açıklamakta yetersiz kalınca “ikinci nesil modeller” literatüre kazandırılmıştır. Diğer taraftan 1997 yılında meydana gelen Asya Krizi ise “üçüncü nesil modeller” ile analiz edilmiştir (Karaçor vd., 2012: 40-53).

1.4.1. Birinci Nesil (Kanonik) Kriz Modelleri

1970’li yıllarda gelişmekte olan ülkeler grubundaki Meksika (1973-1982) ve Arjantin (1978-1981) gibi ülkelerin yaşadıkları döviz şoklarına bağlı olarak meydana gelen krizler, sorunun nedenlerini anlamak ve benzer krizlerin önüne geçebilmek üzere araştırmalar yapılmasını kaçınılmaz hale getirmiştir (Metz, 2003: 9). Bunun üzerine Krugman (1979) tarafından ortaya atılan ve daha sonra Flood ve Garber (1984) tarafından geliştirilen kriz modeli ile; sabit kur sistemi altında makroekonomik olarak sürdürülebilir olmayan kamu politikalarının döviz krizleri ile sonuçlandığı ileri sürülmüştür (IMF, 2006: 6).

Birinci nesil kriz modellerine göre; genişletici para ve maliye politikaları sabit kur sistemi ile uyumlu olmadığı takdirde, dövize yönelik spekülatif ataklar gerçekleşmekte ve bu eğilimin kırılamaması durumunda merkez bankası rezervleri belirgin ölçüde düşüş kaydetmektedir. Çünkü genişletici maliye politikaları bir taraftan toplam talebin artmasına diğer taraftan da yüksek düzeyli bütçe açıklarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Bütçe açıklarının merkez bankası kaynaklarından finanse edilmesi, enflasyonun yükselmesine; toplam talebin artması ise cari işlemler

dengesinin bozulmasına yol açmaktadır. Benzer biçimde genişletici para politikaları da söz konusu olumsuzlukları desteklemekte; bütçe ve cari işlemler açığına eşlik eden yüksek enflasyon, kriz için elverişli bir iklim yaratmaktadır. Böyle bir ortamda yatırımcıların yurt içi varlıklarını satarak portföylerini döviz lehine değiştirmek istemeleri, spekülatif kur ataklarını beraberinde getirir. Rezervlerde meydana gelen azalmayı engellemek ve kur sistemini korumak üzere para otoritesinin faizleri yükseltmesi ise piyasaları ikna etmekte başarılı olmazsa, spekülatif saldırılar devam etmekte ve benimsenen kur rejimi, yüksek oranlı bir devalüasyonla terk edilmektedir (Chui, 2002: 9-10).

1.4.2. İkinci Nesil Kriz Modelleri

Avrupa Döviz Kuru Mekanizmasının 1992 yılında çöküşü üzerine meydana gelen kriz, Obstfeld (1994) tarafından geliştirilen “ikinci nesil kriz modeli” ile ele alınmıştır. Söz konusu mekanizmaya üye olan ülkelerin sağlıklı bir rezerv kapasitesine sahip olması ve kronik bütçe açığı problemi yaşamamaları, bu krizin birinci nesil modeller ile açıklanmasını engellemiştir. Dolayısıyla birinci nesil modeller ekonomideki bütçe açığı, cari işlemler açığı ve enflasyon gibi bazı makro iktisadi dengesizliklerin krize neden olabileceğini ifade ederken; ikinci nesil modeller krizlerin oluşumunda olumsuz beklentileri ön plana çıkarmıştır.

İkinci nesil kriz modellerine göre döviz krizine neden olan temel unsurlar şu şekilde sıralanabilir (Babic ve Zigman, 2001: 4);

• Kendi kendini besleyen tutarlı beklentiler • Rasyonel sürü davranışları

• Bulaşma etkisi

Sabit kur sisteminin sürdürülemeyeceğine dair beklentilerin piyasada güç kazanması, spekülatif ataklar sonucu kendi kendini besleyen bir kriz sürecine evrilmektedir. Söz konusu ataklar karşısında para otoritesi tarafından kur rejimi savunulmadığı takdirde ise bu beklentiler doğrulanmış olmaktadır (Gündoğdu, 2016: 186).

Makro ekonomik dengeler ile ilgili önemli bir sorun olmadığı halde; piyasada devalüasyon beklentilerinin oluşması ve oluşan bu beklentilerin de sürü psikolojisi ile bulaşıcılık arz etmesi, sabit kur rejimi uygulamasının maliyetini yükseltmektedir. Çünkü böyle bir ortamda kur üzerindeki artış baskısını kırmak isteyen para otoritesi, faizleri yükseltmek zorunda kalır. Faiz oranlarındaki değişim ise yatırımlar üzerinden işsizliğin artmasına ve aynı zamanda borç yükünün ağırlaşmasına neden olabilmektedir. Merkez bankasının kur rejimini savunmaya devam etmesi halinde faizlerdeki artış eğilimi sürecek ve böylece hem reel sektörde hem de bankacılık sektöründe kayıplar büyüyecektir. Bu durumda, benimsenen kur sistemi ortaya çıkan zorunluluktan ötürü yüksek oranlı bir devalüasyon ile terk edilecek ve ekonomi, bir kriz ortamı ile karşı karşıya kalacaktır (Komulainen, 2001: 9-10).

1.4.3. Üçüncü Nesil Kriz Modelleri

1997 yılına kadar özellikle Güneydoğu Asya’da bulunan ve ASEAN-5 olarak adlandırılan ülkelerde (Endonezya, Malezya, Filipinler, Singapur ve Tayland) yaşanan ekonomik gelişme “Asya Mucizesi” veya “Asya Kaplanları” olarak tanımlanıyordu. Bu ülkelerin ortak özellikleri, yüksek tasarruf ve yatırım düzeyi ve buna bağlı olarak yüksek büyüme oranlarına sahip olmalarıydı. Kendi tasarruflarına ilave olarak önemli miktarda yabancı sermaye çeken bu ülkelerde kriz öncesi işsizlik ve enflasyon sorunları da görülmedi. Ancak, bölge ülkelerindeki finansal kurumların sorunları, yüksek dış borç düzeyi ve zayıf ihracat kapasitesi krizin temelini oluşturmuştur. Asya Krizinin bir diğer ayırt edici özelliği de aralarında herhangi bir ekonomik bağı olmayan ülkelere sıçraması olmuştur. Ayrıca, ekonomide, makro faktörlerin yanı sıra mikro faktörlerin de etkili olacağı bu krizle birlikte görülmüştür. Bu bakımdan üçüncü nesil kriz modelinde; ikinci nesil krizlerin aksine işsizlik ve döviz kuru arasında bir değiş- tokuş bulunmaz ve birinci nesil krizlerin aksine sürdürülebilir değildir (Karaçor vd.; 2012: 52).

1997 yılında yaşanan Asya Krizini açıklamada birinci ve ikinci nesil kriz modelleri yetersiz kalmış ve üçüncü nesil kriz modelleri ortaya çıkmıştır. Üçüncü nesil kriz modelleri, Krugman (1998)’ın “ahlaki risk” kavramı ile Radelet ve Sachs (1998)’ın “spekülatif saldırı” kavramlarına dayanmaktadır. Finansal işlemlerin devlet

garantisi altında olmasının, ahlaki risk sorununa yol açtığını ifade eden Krugman, Asya Krizinde finansal sistemin aşırı şekilde büyüdüğünü ve bu balonun patlayarak krizi tetiklediğini öne sürmektedir (Özsoylu vd., 2010: 22). Asya Krizine ilişkin bir diğer çalışmada da Radalet ve Sachs; kısmi rezerv sistemi kapsamında banka yükümlülüklerinin vade yapısının, banka aktiflerinin vade yapısından kısa olması nedeniyle bankaların spekülatif saldırılara açık hale geleceğine vurgu yapmaktadır (Yılmaz, 2005: 93).

1997 Asya Krizinde, bankaların döviz cinsinden aşırı borçlu olmaları ve hükümetlerin özel sektör dış borçlarına garanti vermesi, ahlaki risk faktörünü öne çıkarmıştır. Borçlanmayla gelen fonlar kullanılarak yapılan yatırımların, olması gerekenden daha fazla gerçekleşmesi, yatırımların etkinliğini azaltmıştır. Merkez bankası rezervlerinin banka borçlarını karşılayamamasıyla kriz ortamı derinleşmiş ve Asya bölgesinde uygulanan sabit kur sistemi sonlandırılmıştır (Danışoğlu, 2007: 5).

Benzer Belgeler