• Sonuç bulunamadı

Mirza Haydar’da Gerçeklik ve Doğruluk

BÖLÜM 2: MİRZA HAYDAR’IN DEĞERLERİ VE İNANÇLARI

2.5 Mirza Haydar’da Gerçeklik ve Doğruluk

Doğruluk (hakikat) kavramı, insan-tarih-toplum dünyasının, kültür evreninin en soylu ama o oranda en çetrefil kavramı, felsefe çalışmalarının odağıdır. Gerçek olan her bilgi doğru değildir. Bilgi ile doğru arasındaki ilintiye bakıldığında doğruyu tanımlamada bilgiye başvurmak gerektiği, giderek “doğru” kavramını işin içine katmadan da bir bilgi-öğretisi ortaya konabileceği savunulmaktadır (Uygur, 2006: 148).

Doğruluk kavramını temel kavram olarak belirleyen Russell’a göre, ‘bilgi’, ‘doğruluk’ kavramı çerçevesinde tanımlanacaktır ve mantıkça dile getirildiğinde; “bilgi” kavramı “doğruluğun” genişliği içinde yer alan, “doğruluğun” alt sınıfı olan bir kavramdır. Doğruluk kavramını, başka kavramlar üzerine uyarlanmaktan ziyade, kendisi üzerinde düşünmek gereklidir. Başka bir deyişle, doğruluk bağlamında epistemolojik olarak sorulacak soru; neyin doğru olduğu sorusundan ziyade, doğruluğun ne olduğu sorusudur. Doğruluk kavramıyla ilgili felsefe tarihi boyunca düşünürler çeşitli tanımlamalar yapmışlardır. Platon’un doğruluk anlayışına göre, bir düşünce, inanç,

38

yargı, cümle ya da önerme, ona tekabül eden olay, olgu veya durumun fiilen var olması koşuluyla doğru olur. Doğruluk kuramlarının ilk ve en seçkin örneği, doğruluğu “apaçıklık”la özdeşleştiren doğruluk anlayışıdır. Tutarlılık olarak doğruluk veya bağdaşımcı doğruluk anlayışına göre ise doğruluk, inançların, düşüncelerin, bilgilerin kendi aralarında birbirleriyle uyuşmasından başka bir şey değildir. Mutabakatçı doğruluk anlayışı ise etik bir içerim taşır. Pragmatist doğruluk görüşü de doğru inançların eylem için iyi bir temel olmaları üzerinde yoğunlaşır ve bu özelliğin doğruluğun özünü meydana getirdiğini savunur. Pragmatizmde, bir bilginin doğruluğu, söz konusu bilginin yararlılığıyla özdeşleştirilir. Pragmatizme göre sahip olduğumuz inançlar, kanaatler ya da bilgiler bütün faaliyetlerimizi etkiler (Cevizci, 2007: 42-46). Kendi gözlemlerinin doğruluğunu okuyucuya ispatlamak gayreti içinde olan Mirza Haydar Duğlat için gerçeklik ve güven önemli olgulardır. Mirza Haydar’ın doğru olduğunu vurgulayarak yazdıklarının gerçek olduğu mutlaka tartışılmalıdır. Kendi tanık olduğu olayları bile yazsa, onun doğru olarak belirledikleri, gerçek olmayabilir. Gerçeklik ve doğruluk ayrı şeylerdir. Gerçeklik doğrunun temelidir, gerçekliğin dünyası, doğruların dünyası için bir koşuldur. “Gerçekliği araştırarak doğrulara yükseliriz. Gerçek olan, varlığı kesin olarak saptanabilir olandır (Timuçin, 2003: 38)”. Mirza Haydar Duğlat, tarihini yazarken kendisini gerçeği ve doğruyu yazmaya mecbur hissettiğini Tarih-i Reşidî’de açıkça yazarken, abartıdan kaçındığını da belirtir. Mirza Haydar, mübalağa etmekten kaçındığını özellikle vurgular. Ebu Bekir’le ilgili bölümde

şunlar yazılıdır:

“Mirza Ebû Bekir’in tuhaf hayatı, şer işleri ve abartılmış tavrını üç kısma ayırdım. Birincisi başka şahıslardan ve güvenilir kaynaklardan duyduklarımdır ki, bunlar kısaca anlatılmıştır. İkincisi bizzat görüp duyduklarım, ama anlatamadıklarım; üçüncüsü ise bizzat şahit olduklarım ve burada yazdıklarımdır. Fakat burada yazılanların binlercesinden sadece biri, çoğun azıdır ve uzun bir hikayenin özetidir. Bu hikayeyi okuyan kişilerin beni mübalağa etmek ve iftira atmakla suçlamasından Tanrı esirgesin. Eğer hakikat sınırlarının bir şekilde aşılabilmesini caiz görmüş olsaydım, öz amcam olan Mirza Ebû Bekir hakkında hiçbir şey yazmazdım. Fakat eğer onun tarihçesini yazmayı ihmal etseydim, onunla ilgili diğer tüm gerçekler karanlık ve kavranmaz kalırdı. Mübalağadan kaçınmak ve ihmallerden sakınmak, ikisi de benim görevimdir (Duğlat, 2006: 428)”.

Mirza Haydar Duğlat’ın kendi değer yargılarına göre belirlediği gerçek ve doğru, bir başka kaynağın yazarıyla örtüşmeyebilir. Buna bir örnek olarak; Babür’ün kız kardeşi

39

Hanzade Begüm’ün Muhammed Şibani’ye verilmesi, birisi Tarih-i Reşidî olmak üzere iki önemli kaynakta farklı anlatılır. Mirza Haydar, Babür’ün kız kardeşi Hanzade Begüm’ün, hasmı Muhammed Şibani’ye anlaşma karşılığı verildiğini yazar. Babür, Vekayi’sinde, 1501 yılında Semerkant’tan çıkışını anlatırken, bu vakitte Muhammed

Şibani’nin sulh sözünü ortaya koyduğunu söyler. Babür, “Eğer herhangi bir taraftan ümit ve yahut zahire olsaydı, sulh sözüne kim kulak asardı, zaruret hasıl oldu, sulha benzer bir şey yapıp gece yarısı Şeyhzade kapısından çıkıldı, Valdem hanımı beraber götürdüm. Büyük kızkardeşim Hanzade Beyim bu çıkışta Şeybani hanın eline düştü (Babür, 1987: 99)”der.

Mirza Haydar Duğlat ise aynı konuyu Tarih-i Reşidî’de “Şahi Beg Han, Sultan Ali Mirza’yı ele geçirip öldürttükten ve Semerkand’ı talip kıldıktan sonra Mihri Nigar Hanım’la evlendi. Yine bu şehirde Babür Padişah’ı son kez kuşatıp teslim olmaya mecbur ettiğinde, Hanzâde Begüm’ü talep etti. Babür Padişah kendi hayatı karşılığı Hanzâde Begüm’ü verdi ve anlatıldığı gibi kurtuldu (Duğlat, 2006: 367)” diye yazmıştır. Hanzâde Begüm’ün Muhammed Şibani ile evlenmesi olayını iki yazar, farklı anlatmıştır. Babür kız kardeşinin Şibani’nin eline düştüğünü yazarken, Mirza Haydar ise teyze oğlunun, kardeşini hayatı karşılığında düşmanına verdiğini kaydetmiştir.

Bu örnekte de görüldüğü gibi tarihsel olgular, onu bulunduğu yerden çekip çıkaran tarihçinin seçimiyle şekillenir. Hanzade Begim’in Muhammed Şibani ile evliliğini Babür’e göre yazan tarihçi onun zorla alındığını, Mirza Haydar’a dayanarak yazan tarihçi ise anlaşma karşılığında verildiğini bilecektir. Bu iki farklı yorum, iki ayrı tarih oluşturabilir. Ne kadar tarihçi varsa o kadar tarih olduğu fikri burada doğruluğunu gösterir. Fakat gerçekte ne olduğunu kimse eksiksiz olarak ortaya koyamaz. Hakikate ulaşmanın mümkün olmadığı görüşü, bu küçük örnekte doğruluk kazanabilir. Bu olayda gerçekte neyin olduğunu bilmek için ancak o anı yaşamak ve tanık olmak gerekir. O ana tanık olan iki ayrı bilincin ortaya çıkardığı kaynaklar, bize hakikati göstermiyor. Hakikati öğrenmenin mümkün olmadığını kabulle, tarihçinin yapması gereken, o konuda yazılan tüm kaynaklara kişisel bir tercih yapmadan ulaşması ve mümkün olduğunca hepsini ortaya koymasıdır. Her zaman şüpheci olması gereken tarihçi, akla yatkın ve kabul edilebilir bir anlatıyı tercih eder.

40

Hakikate tam olarak ulaşılamıyorsa tarih ne içindir? Bu soru tarihi geçmişteki olayların ne olduğunu kesin olarak öğrenmek gibi basit bir kavrayışa dönüştürme gayesindekileri hayal kırıklığına uğratabilir. Tarih, belki de geçmişte ne olduğunu asla tam olarak bilemeyeceğimizi anlamamızı sağlayan bir uğraştır.