• Sonuç bulunamadı

2.2.1. Mevlânâ’nın Hayatı

Doğu’da ve Batı’da, bir bilgin, büyük bir düşünür, mutasavvıf ve hoşgörü

temsilcisi olarak tanınan Mevlânâ , 30 Eylül 1207 (h. 6 Rebiü’l Evvel 604) tarihinde

Horasan’ın Belh Vilayeti’nde doğmuş olup 136, asıl adı Muhammed Celâleddin’dir.

Herkesçe bilinen Mevlânâ lakabı, kendisine duyulan hürmetten dolayı konmuştur ve “efendimiz, büyüğümüz” manalarına gelmektedir.

Belh’in soylu ailelerinden Sultânu’l-Ulemâ Bahaeddin Veled ile Belh Emîri Rükneddin’in kızı Mümine Hatun’un küçük oğlu olan Mevlânâ henüz beş-altı yaşlarında iken babasının Belh’den göçüşü üzerine buradan ayrılmış, uzun süren bir yolculuğun ardından eski adı Lârende olan Karaman’a gelip yerleşmiştir. Burada, on sekiz yaşında iken, kendileriyle birlikte Belh’den göçüp gelen lalası Hoca Şerafeddin’in kızı Gevher Hatun’la evlenmiş, bu evlilikten Sultan Veled ve Alâeddin dünyaya gelmiştir. Daha sonra Gevher Hatun’un genç yaşta vefat etmesi üzerine Kira (Kerra) Hatun’la ikinci evliliğini yapan Mevlânâ’nın, bu hanımdan da Muzaffereddin

Emir Âlim Çelebi ve Melike Hatun isimli iki çocuğu doğmuştur.137

1228 (h.625) yılında dönemin Selçuklu Sultanı I. Alaeddin Keykubad’ın

daveti üzerine ailesi ve yakınlarıyla birlikte Konya’ya yerleşen Bahaeddin Veled, burada ders vermeye başlamış, aynı zamanda, ilmi çevresi ve tecrübeleriyle de

Celâleddin’in ilk hocası olmuştur.138 Babasının ölümünden sonra tam dokuz yıl

boyunca Burhâneddîn-i Tirmîzî’nin mânevi terbiyesi altında bulunan Mevlânâ, hocasının ölümünden sonra boş durmayarak fıkıh, tefsir, hadis, kelâm gibi medrese ilimleri ile ilgilenmiş, Rumcayı öğrenerek klâsik Yunan filozoflarının eserlerini araştırmıştır.139

Ömrünü üç safhaya ayıran Hz. Mevlânâ şöyle der:

      

136 Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-arifin, Âriflerin Menkıbeleri, çev. Tahsin Yazıcı, İstanbul 1995, C.1, s.242

137 Ahmet Efe, Minyatürlerle Hz. Mevlânâ ve Ailesi, T.C.Konya Valiliği İl Kültür Turizm Müd. Yay., İstanbul 2007, s.11

138 Ahmed Eflâkî, a.g.e., C.1, s.25

78 “Ömrümün hülasası, sadece şu üç kelimedir; hamdım, piştim, yandım.”

a) Hamlık safhası: Bu safha, doğumundan Seyyid Burhâneddîn-i Tirmîzî ile karşılaşıp, ona mürid oluncaya kadar geçen safhadır.

b) Pişmek (olgunlaşmak) safhası: Seyyid’le geçirdiği dokuz senelik safhadır. c) Yanmak safhası: Şems-i Tebrîzi ile buluştuktan sonra ölünceye kadar olan süredir.

Gerçekten de Mevlânâ’yı Mevlânâ yapan Tebrîzli Şems olmuştur. Onunla hayatı bambaşka bir mecraya akmış, medresedeki derslerini ve müridlerini bir kenara bırakarak, halkla ilgisini tamamen kesmiştir. Ancak bu durum Mevlânâ’nın talebeleri ile zahire çok önem veren kişilerin hasedine dokunduğu için, Şems aleyhinde dedikodular çıkartmaya başlamışlar, gerçekten de bir süre sonra emellerine ulaşarak Şems-i Tebrîzi’nin 1246 yılında Konya’dan ayrılarak Şam’a gitmesine sebep olmuşlardır.

Şems’in ayrılışıyla perişan olan Mevlânâ, onu bulması için oğlu Sultan Veled’i Şam’a göndermiş ancak Şems’in Konya’ya tekrar dönüşü suları durultmamış, kıskançlıkların devam etmesi üzerine Şems bu kez habersizce ve bir

daha dönmemek üzere Konya’dan ayrılmıştır∗. Onu bulmak için Şam’a hatta bazı

rivayetlere göre Tebrîz’e kadar giden Mevlânâ Şems’i bulamayacağını anlayınca Konya’ya dönerek irşad ve tebliğ görevine devam etmiş, dervişlerin terbiyesiyle

ilgilenmeye başlamıştır.140

Mevlânâ, bu acılı dönemden sonra bütün muhabbetini, Şems’in sohbetlerinde

bulunmuş olan Şeyh Selaheddin Zerkubi’ye yöneltmiş, onun vefatından sonra da kendi mânevi terbiyesi altında yetiştirdiği Çelebi Hüsameddin’i halifeliğe seçmiştir. Çelebi Hüsameddin, şeyhinden, tasavvufi hakikatleri dervişlere telkin edebilecek bir eser meydana getirmesini isteyince, Mevlânâ sarığının altından Mesnevî’nin ilk onsekiz beyitinin yazılı bulunduğu kâğıdı çıkararak, kendisinin de bunu       

Bazı rivayetlere göre kaybolmamış, düşmanları tarafından öldürülmüştür. Bkz. Ahmet Efe, a.g.e., s. 84

140 İsa Çelik, “Mesnevî-i Manevî”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2005, Yıl: 6, S. 14, s. 665-667

79 düşündüğünü söylemiştir. Böylece Mesnevî bitinceye kadar yanından ayrılmamış, Mevlânâ söylemiş, o yazmış, daha sonra da yazdıklarını okuyarak gerekli

düzeltmeleri yapmıştır.141

Mevlânâ 5 Cemaziyelahir 672 / 17 Aralık 1273 pazar günü, güneş batarken

bu fânî alemden bakî aleme göçmüştür. O şöyle seslenir:

“Ölüm günü tabutum yürüyünce şu dünyanın derdiyle dertleniyorum sanma. Bana ağlama, yazık yazık deme. Şeytanın tuzağına düşersen işte hayıflanmanın sırası o zamandır. Cenazemi görünce ayrılık ayrılık deme. Buluşma görüşme zamanım o vakittir benim. Beni toprağa tapşırınca elveda elveda deme sakın; mezar cennetler

topluluğunun perdesidir.”142

2.2.2. Mevlânâ’nın Eserleri

Mesnevî: Allah, kainat ve insan üzerine fikirleri; birey ve toplumla ilgili konuları en güzel şekilde izah eden tasavvufi eserlerden biri olan Mesnevî, yaklaşık 26 bin beyitten oluşan, altı ciltlik bir eserdir.

Mesnevî’de dini ve ahlâki vazifelerden devlet yönetimine, felsefe ve

ilâhiyattan psikolojik ve sosyolojik analizlere, iş hayatından sağlığa kadar her tür konu çeşitli hikayelerle, etkili ve ikna edici delillerle, benzetiş ve misallerle

okuyucuya sunulmaktadır.143 Mesnevî-i Şerîf hakkında daha ayrıntılı bilgi, ileride

verilecektir.

Dîvân-ı Kebîr: Dîvân-ı Şems, Külliyât-ı Dîvân-ı Şems gibi adlarla da anılan bu eser, Mevlânâ’nın Mesnevî’den sonra en çok okunan eseridir. Hemen hemen tamamını gazeller ve rubailerin oluşturduğu Dîvân-ı Kebîr, Mevlânâ’nın çeşitli zamanlarda, özellikle de Şems’in kayboluşunun ardından söylemiş olduğu şiirlerden meydana gelmektedir.

Mesnevî’ye oranla daha az sayıda yazması olan Dîvân’ın, en muteber nüshası

henüz tespit edilememiş olup, tam tercümesi Mevlânâ’nın diğer eserlerini de dilimize       

141 Yakup Şafak, Mesnevî’den Seçmeler, T.C.Konya Valiliği İl Kültür Turizm Müd. Yay.,Temmuz 2007, s.14-15

142 İsa Çelik, a.g.m., s.668

80 kazandırmış olan Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmıştır. Mevlânâ Müzesi No. 68-69 ile kaydedilen bu nüshadaki toplam beyit sayısı 44834’dür.

Mecâlis-i Seb’â: “Yedi Meclis” adını taşıyan bu eser, Mevlânâ’nın çeşitli zamanlarda kürsüden ve toplantılarda verdiği yedi vaazdan oluşmaktadır. Fihi Mâ Fîh, Mevlânâ’nın hâl ehliyle yaptığı sohbetlerin yazıya aktarıldığı bir kitap olmakla birlikte; Mecâlis-i Seb’â resmi vaazların toplandığı bir eserdir.

Eser ilk defa “Mevlânâ’nın yedi öğüdü” adıyla, Feridun Nafiz Uzluk ve M.

Hulûsi Karadeniz tarafından yayımlanmış olup, daha sonra Abdülbaki Gölpınarlı

tarafından da Türkçeye tercümesi yapılmıştır.144

Fihi Mâ Fîh: Bilgeliğin ön plana çıktığı bu eserinde, Mevlânâ daha ziyade devlet adamlarına seslenmekte, onların sorularını cevaplamaktadır. Fihi Mâ Fîh, onun kendi kaleminden çıkmamış, müridleri tarafından kaleme alınmıştır. Konuşmalar dikkatle incelendiğinde eserin, Mevlânâ’nın ölümüne yakın zamanlarda yaptığı konuşmalardan tertip edilerek hazırlandığı görülür.

Bir tasavvuf kitabı olan Fihi Mâ Fîh’te; Âlem, yaratıcı, yaratılan, mürid, beka

yurdu gibi tasavvufi konular, en çok işlenen konular olmuştur.145

Altmış bir bölümden oluşan bu eserin dilimize tercümesi Meliha Anbarcıoğlu

tarafından yapılmıştır.146

Mektûbât: Kelime anlamı “Mektuplar” olan bu eser, Mevlânâ’nın emirlere, vezirlere, dost ve akrabalarına yazdığı 147 adet mektubu içermekte olup, yine onun ölümünden sonra bir araya getirilmiştir. Bu mektuplarda devlet ya da yöneticiler tarafından haksızlığa uğramış kişilerin, kendisine ilettikleri şikayetlerini ilgili yerlere bildirerek, mağduriyetlerinin giderilmesini istemiş ve bunda da başarılı olmuştur.

Mektupların yedi adedini çocuklarına yazmış olup, bunlarda da çeşitli

tavsiyelerde ve nasihatlerde bulunmuştur.

      

144 Nuri Şimşekler, “Mesnevî-i Şerîf”, S.Ü.Fen-Edebiyat Fak., www.semazen.net/

145 Recep Şükrü Güngör, “Bilgelikname: Fihi Mafih”, Yedi İklim Dergisi, Sayı 211, C.21, Ekim 2007, s.105

81

Eser Abdülbaki Gölpınarlı tarafından, altı yazma nüshasının

değerlendirilmesi sonucu Konya Mevlânâ Müzesi 79 kayıt no.lu nüsha esas alınmak

suretiyle karşılaştırmalı olarak Türkçeye tercüme edilmiştir.147

2.2.3. Mesnevî-i Şerîf

“Bütün sanatlar, şüphe yok ki önce vahiyden meydana gelir, fakat sonra akıl, onların üstüne bazı şeyler katar!

Dikkat et de bak! Bizim bu aklımız, hiçbir sanatı, usta olmadıkça öğrenebiliyor mu? Hile kılı kırk yarar ama usta olmadıkça hiçbir sanatı elde edemez!

Sanat bilgisi, bu akılla olsaydı ustasız bir sanat meydana gelirdi.”

Mesnevî, 4.Cilt

“Mesnevî” kelimesi Arapça olup, sözlük mânâsı “ikişer ikişer” demektir. Her beytin mısraları kendi arasında kafiyelidir ve beyit sınırı olmadığı için uzun eserlerde tercih edilen bir nazım türüdür. Mevlâna’ya kadar edebî bir terim olarak çağrışım yapan “Mesnevî” kelimesi, Mevlâna’nın mesnevî nazım türünde yazdığı ve bizzat adını Mesnevî olarak koyduğu eseri ile, yazıldığı zamandan bu yana ona ait özel bir isim olmuş, Mesnevî dendiği zaman ilk olarak Mevlânâ’nın Mesnevî’si akla gelmiştir.

Daha önce de belirtildiği üzere Çelebi Hüsameddin’in ısrarlarına

dayanamayarak, sarığının içinden çıkarttığı ilk on sekiz beyitle başlayan Mesnevî-i Şerîf’in birinci cildinin yazılma süreci 1259 yılında başlayıp, 1263’de sona ermiştir. Bu sırada Hüsameddin’in eşinin vefatı üzerine ara verilen Mesnevî’ye 1264’de tekrar

başlanarak, kalan beş cilt hiç ara vermeden 1268 tarihinde tamamlanmıştır.148

Aruzun “fâilâtün/fâilâtün/fâilün” kalıbıyla yazılan Mesnevî, Türkiye,

Hindistan, İran, Pakistan ve daha dünyanın pek çok yerinde değişik tarihlerde defalarca basılmış, ancak ne yazık ki tashîhten, tahrîften, beyitlerin azaltılmasından       

147 Nuri Şimşekler, “Mesnevî-i Şerîf”, S.Ü.Fen-Edebiyat Fak., www.semazen.net/

148 Nuri Şimşekler, “Mesnevî-i Şerîf”, S.Ü.Fen-Edebiyat Fak., www.semazen.net/ ayrıca bkz. İsa Çelik, a.g.m. , s. 671, (İsa Çelik başlangıç tarihi olarak 1258, bitiş tarihi olarak da 1273’ü vermektedir.)

82 ve çoğaltılmasından kurtulamamıştır. Bu nedenle eski yazmalarla, basılan nüshalardaki beyitlerin sayıları değişiktir. İngiliz müsteşrik Nicholson’a göre toplam

beyit sayısı 25650’dir.149 Eserin çok sayıdaki nüshasından, hâlen Mevlânâ müzesinde

sergilenen ve 1993 yılında Kültür Bakanlığı tarafından tıpkıbasımı yapılan nüsha h.667 tarihli olup; bu nüsha, Mevlânâ’nın tashihinden geçmiş olan aslî nüshadan, Hüsameddin Çelebi ve Sultan Veled’in nezaretinde yazılmıştır. Nicholson’un çalışmasında yararlandığı nüsha da budur, ayrıca Abdülbaki Gölpınarlı’nın da tercüme ve şerhine esas olmuştur. Tâhirü’l-Mevlevî, Şefik Can, Adnan Karaismailoğlu, Kenan Rifai, Veled Çelebi, Ahmed Avni Kopuk ve Muhlis Koner de Mesnevî’ye tercüme ve şerh yazan diğer müelliflerdendir. Ayrıca yurtdışında Mevlânâ ve Mesnevî’si üzerine çalışmalar yapan kişiler arasında İran’dan başta Bedîuzzaman Furûzanfer olmak üzere Muhammed Takî Ca’ferî, Muhammed İsti’lâmî, Pakistan’dan Muhammed İkbâl ve Avrupa’dan Eva De Vitray Meyerovitch

ve A. M. Schimmel’i sayabiliriz.150

Diğer Mesnevilerle karıştırılmaması için Mesnevî-i Manevî ya da Mesnevî-i

Mevlevî gibi adlarla da anılan∗ ve Farsça yazılmış olan bu eser, “Kur’an’ın özü”

olarak nitelendirilmiştir. “İnsan-ı kâmili” temsil eden ney’in feryâdıyla başlayan Mesnevî, baştan başa âyetler, hadisler, telmihler, hikâyeler, fıkralar, özdeyişlerle doludur. Anlatılan her hikâye ve fıkra, konuya uygun, esprili ve iz bırakıcı niteliktedir. Mesnevî’yi ölümsüz kılan ve bugün dahi yerli ve yabancı geniş kitlelerin ilgisini büyük bir câzibeyle üstünde toplayan da, içerdiği fikirlere ilâveten bu

özellikleri olmuştur.151