• Sonuç bulunamadı

II. Türk Edebiyatında Dîvân-ı Hâfız Şerhleri

4. Mehmed Vehbî Konevî, Şerh-i Dîvân-ı Hâfız

1.1.3. Meslek Hayatı

Muslihuddîn Sürûrî, eğitimini tamamladıktan sonra Muhyiddîn Fenârî’nin (ö. 1548) hizmetine girmiş; Fenârî, 927/1520 yılında İstanbul Kadısı olunca Sürûrî de “Bab Nâibi”186 makamına atanmıştır.187 Muhyiddîn Efendi, 929/1522 yılında Anadolu Kazaskeri olunca Sürûrî’yi tezkirecilik188 görevine getirmiştir.189 O dönemde Fenârî’nin sırlarını Abdülvâsî Efendi’ye (ö. 1538) taşıdığı ile ilgili bazı dedikodu ve suçlamalar ortaya çıkmış; bu durum Sürûrî ile Muhyiddîn Fenârî’nin arasının açılmasına sebep olmuştur. Bu töhmet üzerine Sürûrî, bulunduğu görevden ayrılmış ve Emir Buhârî tekkesinde Nakşibendî şeyhi Mahmûd Efendi’ye intisap etmiştir.190 Kısa süre sonra da hacca gitmiştir.191 Hac dönüşünde Muhyiddîn Fenârî ile barışmışlar ve Fenârî, Sürûrî’ye öncekinden çok daha fazla teveccüh göstermiştir.192 Ardından 930/1523 yılında 20 akçelik bir maaş ile Muhaşşî Sinan Efendi’nin (ö. 1578) yerine Gelibolu’da Sarıca Paşa müderrisi olmuştur. 933/1526 yılında Pîrî Paşa Tekkesi şeyhi Cemal Efendi vefat edince vakfın sahibinin de isteği ile tekke medreseye dönüştürülmüş ve Sürûrî, 40 akçelik bir maaşla buraya müderris olmuştur.193 944/1537 senesinde Vezir Kâsım Paşa (ö. 1541?), İstanbul’un Haliç taraflarında bir medrese yaptırmış ve vakfiyesine koyduğu şart üzerine Sürûrî’yi 50 akçelik bir maaşla müderris tayin etmiştir.194 954/1547 yılında Muhyiddîn Efendi vefât edince büyük bir üzüntüye kapılmış, dünyadan nefret etmiş ve bu hal üzerine medreseden istifa ederek Emir Buhârî tekkesinde Abdüllatif Efendi’ye (ö. 1563-64)

185 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 23.

186 Bâb nâibi, İstanbul kadısının işlerinin yoğunluğu sebebiyle ona vekâlet ve yardım eden; dava

dinleyip karar veren kişidir. Bâb nâibliği ile ilgili ayrıntılı bilgi için bakınız: İPŞİRLİ, Mehmet, “Bab Mahkemesi”, TDVİA, İstanbul 1991, c. 4, s. 362.; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Devletinin İlmiyye Teşkilatı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 3. Baskı, Ankara, 1988, s. 142-143.

187 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

188 Eskiden yazı işleriyle vazifeli bulunan kişilere tezkireci denilmektedir. Ayrıntılı bilgi için bakınız:

Abdulkadir Karahan, “Tezkire”, İslam Ansiklopedisi, c. 12/1, MEB, İstanbul, 1979, 226.

189 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24. 190 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24. 191 Hasan Enuşe, “Sürûrî”, Dânişnâme-i Edeb-i Fârisî (...), s. 661.

192 Faik Reşat, Eski Bilginler, Düşünürler, Şairler Eslaf, Tercüman Yayınları, 1001 Temel Eser, s. 113. 193 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

68

intisap etmiştir.195 O tarihte Mora Adası’nda mutasarrıflık vazifesinde bulunan Kâsım Paşa, Sürûrî’nin istifâsından haberdar olmuş ve derin bir üzüntü yaşamıştır. Bu üzüntüsünü Sürûrî’ye yazdığı tazarrû içerikli mektubunda dile getirmiştir.196 Kâsım Paşa; medreseyi Sürûrî adına yaptırttığını, talebinin kabul görmemesi durumunda medreseyi yıktırmanın dahi mümkün olacağını ve müderrislik makamında Sürûrî’den başkasını görmeye tahammülü bulunmadığını ifade etmiştir.197 Muslihuddîn Mustafa, mektubun da tesiri ile ikindi namazından sonra Mesnevî’yi okutmak ve tahkik etmek şartıyla Kâsım Paşa’nın isteğini kabul etmiştir.198 Sürûrî, bu süreçte “Îsâ-girdâr olanlara kat’-ı ‘alâ’ik u ‘avâ’ik âsân olur”199 diyerek dünyadan tamamen uzaklaşmış, evi de dâhil olmak üzere mülkiyetindeki her şeyi satmış, Kâsım Paşa taraflarında bir mescit yaptırarak200 tüm vakitlerde ilim ve ibadetle meşgul olmuştur.201 Derviş vasfıyla haftanın dört günü medresede hazır bulunmuş, her Cuma, Cuma namazından sonra ve her gün ikindi namazından sonra Mesnevî’yi nakl ederek vaktini geçirmiştir.202 Sürûrî, müderris olmamasına rağmen ders vermeye devam etmiş ve öğrencinin bir metni öğrendiğini belgeleyen icazetine

195 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24. 196 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

197 “Ol medreseyi biz sizün şevkünüze binâ itdük eger makbûl olmazsa hadm itmek mukarrer ve

makâmuzuda bîgâne görmege tahammül gayr-ı mutasavverdür. Şi’r: Binâ-yı medrese ger ser- nigûn şeved sehlest / Binâ-yı medrese-i ‘ışk-râ me-bâd kusûr” (Medrese binasını eğer baş aşağı edersen bu kolaydır. Aşk medresesi binâsına kusur etme) Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

198 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

199 “Hz. İsâ tabiatlı olanlara dünyevî alakaları ve engelleri aşmak kolay olur.” Kınalızade Hasan

Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, c. 1, s. 458.

200 Sürûrî’nin adını taşıyan bu mescit, Beyoğlu taraflarında Musluhiddin Mustafa tarafından

yaptırılmıştır. İlerleyen yıllarda harap bir hâle gelen câmi, ihyâ edilerek yeniden ibadete açılmıştır. (Tahsin Öz, İstanbul Camileri I-II, Türk Tarih Kurumu, c. 2, 4. Baskı, Ankara 2015, s. 62.) Mihrâbı, minberi ve vaaz kürsüsü mermer olup harîm kısmı birinci kat seviyesine kadar Kütahya çinileri ile kaplanmıştır. Câminin tek şerefeli minâresi mescidin sağ tarafındadır. (Ayşe Gül Başaran, “Osmanlı Mimarisi İçin Kaynak Hadîkatü’l-Cevâmî, -II. Cilt- İncelemeli Metin Çevirisi”, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam Tarihi ve Sanatları Anabilim Dalı, İstanbul 2001, s. 27.) Ayvasarayî, Sürûrî’nin mescide bitişik hücresinde kitaplarının tümünün bulunduğunu ve burada Mektebinin dahi mevcut olduğunu belirtir. Mescidin minberini Vezir Kethüdâsı Uzun Bey ismiyle bilinen İbrahim Bey tersane emini iken te’sis etmiştir. Sürûrî’nin mezarı mihrâp önündeki bölümde yer almaktadır. Mescit mezaristânında deniz askerlerinden Murad Paşa’nın (ö.1072/1661) kabri bulunmaktadır. Câminin köşesinde yer alan çeşme ise Yeniçeri Ağası Abdülbâkî Ağa’nın hayrıdır. Bu çeşmeyi 1145/1732 yılında ağa iken yaptırmıştır. (Hâfız Hüseyin b. İsmail Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-Cevâmi’, s. 5.)

201 Filiz Kılıç, Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ-İnceleme-Metin, İstanbul Araştırmaları Enstitüsü, Cilt 2,

İstanbul 2010, s. 966.

69

büyük önem verilmiştir.203 Boş zamanlarında ise fıkıh, tefsir, hadîs, ilm-i nücûm ve tıp gibi konularda kitaplar, şerhler ve risaleler kaleme almıştır.204 Sürûrî, bu dönemde ikinci defa Hacca gidip gelmiştir.205 955/1548 senesinde Van seferine çıkan Kanûnî Sultan Süleymân (ö. 1566), hatt-ı hümâyûn ile Mustafa Sürûrî’den Şehzâde Mustafa’ya (ö. 1553) muallim olmasını rica etmiştir.206 Sürurî, daveti kabul etmiş ve Şehzâde Mustafa’nın 960/1553 yılında Aköyük’te öldürülmesine kadar bu görevini sürdürmüştür.207 Sürûrî, Amasya’da bulunduğu süre zarfında Şehzâde Mustafa’nın hem muallimi hem de sırdaşı olmuştur.208 Aralarındaki bağ, öğrenci-muallim ilişkinin çok ötesine taşınmış birbirlerine dost olmuşlardır.209 Kânûnî Sultan Süleyman’ın fermanı ile Şehzâdenin öldürülmesi Sürûrî’nin derin bir üzüntüye kapılmasına sebep olmuş; neşesi kedere, safa ve huzuru eleme dönüşmüştür. Hayatının son bulacağı 969/1562 yılına kadar hiçbir resmî vazife üstlenmeden inzivâ hayatı yaşamış;210 mescidi civarında ders ve ibadet ile meşgul olmuştur.211 Çeşitli sıkıntılar çektiği ve fakirlik içerisinde olduğu bu dönemde geçimini yazı yazarak sağlamış, belâlara takati kalmadığı bir hâlde bile tevekkülden ve zorluklara tahammülden vazgeçmemiştir. Mescidin düzenini aksatmadan devam ettirmesi ve ihtiyaç sahiplerine yardımı sürdürmesi Sürûrî’nin kerâmeti olarak yorumlanmıştır. Tersane erbâbı ve gemiciler maddî ve manevî olarak yardımda bulunmuştur. Bu çeşit

203 Fleisher, Sürûrî’nin medrese sisteminin resmî kapsamının dışında olmasına rağmen hâlâ ders ve

icâzet veriyor olmasını; Osmanlı eğitiminde medreseden ziyade kimlerden ders ve icâzet aldığının daha önemli olduğu şeklinde yorumlamıştır. Buna göre öğrencinin değerlendirilmesinde yalnızca hangi medresede okuduğuna değil kimlerden icazet aldığına da bakılmaktadır. Tarihçi Gelibolulu Mustafa Ali’nin İstanbul’a geldikten bir yıl sonra Sürûrî’den ders aldığını belirten Fleisher; medrese dışından birinin eğitim vermesi sebebiyle Sürûrî örneğine dikkat çeker ve bunu Osmanlı yönetiminin ulemâ üzerinde kurduğu denetime başkaldırı olarak kabul eder. Fleisher’e göre bu örnek, 16. yüzyılda ilmiyyenin iktidar kurumunun bir kolu olarak bürokratikleştirilmesi sürecinin ne tamamlanmış ne de özünde tepkisiz kabul edilmiş olduğunu göstermektedir. Cornell H. Fleıscher, Tarihçi Mustafa Ali Bir Osmanlı Aydın ve Bürokratı, Ayla Ortaç (Çev.), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 1996, s. 27.

204 Filiz Kılıç, Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu’arâ-İnceleme-Metin, c. 2, s. 967. 205 Amasya Tarihi, c. III, Necm-i İstikbâl Matbaası, İstanbul, 1927,s. 306. 206 Nev’izâde Atâî, Şakaik-ı Nu’maniye ve Zeyilleri, s. 24.

207 Hâfız Hüseyin b. İsmail Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-Cevâmi’, c. II, Matbaa-i Âmire, İstanbul 1281, s.

4.

208 Hüseyin Hüsameddin, Amasya Tarihi, c. III, s. 308.

209 Hasan Enuşe, “Sürûrî”, Dânişnâme-i Edeb-i Fârisî (...), s. 662. 210 Kınalızade Hasan Çelebi, Tezkiretü’ş-Şu’arâ, c. 1, s. 460. 211 Hâfız Hüseyin b. İsmail Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-Cevâmi’, s. 4.

70

olaylar Sürûrî’nin endişelerinin ve sıkıntılarının sonlanmasını sağlamış; ümitsizliğe kapılmasını engellemiştir.212

Benzer Belgeler