• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ERKEN BATILILAŞMA DÖNEMİNDE OSMANLI ULEMASI

3.4. Zihniyetlerin Çatışması: Batıcılara Karşı Osmanlı Uleması

3.4.2. c. Mektepli -Toplum Uyuşmazlığı

Batı tarzında ki mektepler Tanzimat ve İkinci Abdülhamit dönemlerinde niteliksel olmazsalarda niceliksel olarak artış göstermişlerdir. İkinci Meşrutiyet döneminde de sayıları artmaya devam eden mekteplerden yeni bir kuşak yetişmeye devam etmiştir. Ancak eğitim sahasında yapılan çalışmalarda Meşrutiyeti ilan edenlerin toplumu

yanıltıkları anlaşılmıştır. Mekteplerde dini ve milli değerlere gösterilen ilgisizlik, daha sonraları dinsizlik ve din karşıtlığı şeklini almıştır (Sarıkaya, 1997, s:68).

Yeni mektep mezunları devlet kademelerinde medreslilere oranla daha kolay iş bulabilmişlerdir. Devletin ihtiyaç duyduğu bürokratlar, memurlar ve özellikle öğretmenler mektep mezunları arasından seçilmiştir. Ne var ki ilerde örneklerini vereceğimiz üzere, memur veya öğretmen olan mektepli yeni kuşak dine olan ilgisizlikleri veya dine düşmanlık etmeleri gibi sebeplerden, toplumla sağlıklı ilişkiler geliştirememiştir (S. Halim Paşa, 1993, s:161).

Toplumun değerleriyle mekteplilerin mektepten edindikleri değerler arasında uyuşmazlık meydana gelmiştir. Mektebin yeni nesillere vermek istediği değerler, Batı kökenli değerler olmuştur. Batı medeniyetine ait değerler eğitim yoluyla topluma yayılmaya çalışılmıştır. İleride örneklerini vererek bahsedeceğimiz gibi, Batı zihniyetli memur ve öğretmenlerin bu yoldaki çalışmaları kısmen başarılı olduğundan 2. Meşrutiyet Uleması ve İslamcı münevverler tarafından eleştiriye tabi tutulmuştur. 2. Meşrutiyet dönemi Şeyhülislamlarından olan Mustafa Sabri Efendi yazdığı bir kitabında dönemin aydınlarından olan Haşim Nahit Bey’in bazı görüşlerine yer vermiş ve bunların bazısına katılmakla birlikte bazısını eleştirmiştir. Eserde adı geçen Haşim Nahid Bey, yeni mekteplerden yetişen Batıcı gençlerin ruh ve davranış durumlarına değinmiş, onları yetiştiren mekteplerin genç nesli kendi öz değerlerinden uzak, toplumsal gerçekliğe yabancı yetiştiğinden şikayet etmiştir: “Şimdi bir mekteplinin

yarım yamalak malumatıyla bir tahsilsizin, bir cahilin dini ve ahlaki bağlarını terazinin iki gözüne koyunuz. Genç mekteplide terakki fikri pek eksiktir. Bununla beraber dinine, memleketine, ahlak ve adaletine olan bağları kırılmıştır. Cahile gelince, cahil olmakla beraber din ve ahlak hisleri onu memleketine ve ailesine bir dereceye kadar yine bağlı tutuyor. Cahil eskisi gibi din için, devlet ve padişah için can vermekte tereddüt etmiyor. Dini tesirler onu ahlaksızlıktan, fenalıktan mümkün mertebe men ediyor (...) Lakin bugün gençler inançsız oldukları için memlekete bağlı değil ve buna binaen umumi nüfustan hariç tutulmak icap eder. Hakikat böyle gençler (ki bununla münevver kısmını kastediyorum) alakasız oldukları bir memleket içinde yaşamakla beraber bu memleketi de onlar idare ediyorlar. Bundan sonra da onlar idare edecekler. Lakin heyhat ki, bu gençlik çöken manevi hüviyetiyle beraber memleketi de çöküntüye sürükleyecek kıyafeti bu kadar düzgün ve bazen çehresi bile süslü olan gençlerin ruhu, maalesef perişan ve

serseridir. Dinini küçümser. Lakin ne kendi dini ve ne de diğer dinler hakkında hiçbir vukufu yoktur. Memleketin ne ahlakını, ne âdetini beğenir. Avrupalılarınkini taklit eder. Lakin bu beğendiği ahlak ve âdeti de nefsinde kuramamıştır. Onun Avrupalılardan öğrendiği şey gayet adi bir takım mevzu ve tavırları taklitten ibarettir (M. Sabri, 1994a,

s: 217-18).

Yeni mekteplerden mezun olup öğretmenlik yapmak için, nüfusun büyük çoğunluğunun köylerde yaşadığı o dönemlerde, köylere giden öğretmenlerin halka ne denli yabancılaştığını Mehmet Akif Safahat’ta yer alan şiirinde köylü dili ile anlatmıştır:

“Para bizden, hoca sizden deyiverdik…O zaman Çıkagelmez mi bu soysuz, aman Allah’ım aman! Sen oğul, ezbere çaldın bize akşam, karayı… Görmeliydin o muallim denilen maskarayı. Geberir, camiye girmez, ne oruç var, ne namaz. İlmi yuttursa hayır yok bu musibetlerden…

Bırakın oğlumu, cahilliğe razıyım ben” (Ersoy, 1977, s:397).

Yeni mekteplerden mezun öğretmenlerin, halkın değerlerine yabancılaşması, hatta düşman haline gelmesi Tanzimatla başlayan ve Meşrutiyetle daha da yaygınlık kazanan yeni mekteplerin Batıcı zihniyetinin bir sonucu olmuştur.

Yeni mekteplerde dine ilgi gösterilmemesi veya din karşıtlığının artmasına örnek olarak, 1920 yılı sonlarında açılan “Tatbikat-ı Baytariye” Mektebine girmek isteyen sarıklı iki medreseli öğrenciye, mektebin Batıcı zihniyetli müdürü tarafından sarık sarmaları yasaklanması gösterilebilir. Bu 2. Meşrutiyet devrinde dini sembollere gösterilen tahammülsüzlüğün en açık örneklerinden biri olmuştur (Albayrak, 2013, s: 17).

Bu konudaki örnekleri vererek o dönemin yeni mektep mezunu öğretmen ve idarecilerinin tutumlarının ve zihniyetlerinin teşrih masasına yatırılması gerekmektedir. Yine meşrutiyet devrinde dinsizlik yapan ve din konusuyla mücadelede, kaymakamlık makamı yetkilerini dahi kullanmaktan çekinmeyen Tunalı Hilmi Bey hakkında Şeyhülislam’a şikâyet telgrafları iletilmiştir. Bunlardan birinde: “Kazamız Kaymakamı

Tunalı Hilmi Bey’in hareket ve muamelatının hiçbirisi kanun ve nizama, akıl ve mantığa, hikmet-i hükümete muvafık olmayıp kendisi aklına geleni yapar yaptıklarına çocukları dahi güldürür. Hatta mekteplerde Kur’an-ı Kerim, tecvid, ulum-u diniye gibi ilm-i hal ve sair dini meseleler ve İslami şartların okutturulmaması için kadın ve erkek mektep muallimlerine büyük bir serbestlik ve tehevvürle kuvvetli olarak emir vermeye kadar cesaret eder. Bu mevzuda emre uymayan muallimlere birer kulp takarak hakaretle koğup azleyler takımdan olduğu sathi bir suretle, hatta mevcudiyeti farzına göre arz ediyorum gibi bizzat hamileri tarafından bile icra olunacak tahkikat ile de sabit olur” şeklinde şikayetler yer almıştır (Albayrak, 2013, s: 19).

Eğitimde ki gevşeklikler bir süre sonra mektepli öğretmenlerin öğrencilerine İslami terbiye ve kültürden mahrum etmesine yol açmıştır. Osmanlı devleti eğitim yetkililerinin verdiği emirler ve çıkarılan nizamnamelere aykırı bir şekilde hareket eden seküler zihniyetli ve İslam karşıtı öğretmenler, Müslüman toplumun genç nesillerine İslam’a aykırı fikirler aşılamaya devam etmişlerdir. Bir İslam ülkesi olan Osmanlı devletinde gerçekleşen bu durumlar için, Şeyhülislamlık makamına pek çok şikâyetler gelmiş ve Şeyhülislamlık makamı da içişlerine, Savunma Bakanlığına ve Eğitim Bakanlığına tedbir alınması için yazılar göndermiştir. Nitekim Bolu Darü’l- Muallimini (Erkek Öğretmen Mektebi) beden eğitimi öğretmeni öğrenci ve diğer öğretmenler huzurunda Hz. Muhammed’e açıkça hakaretler etmiş ve olay Bolu Kadısı tarafından Şeyhülislamlığa bildirilmiştir.

Buna benzer bir diğer olay Sungurlu Kazasında, mektepte öğretmenlik yapan iki öğretmenin, hem Cihad-ı Ekber fetvasına hakaret ettikleri hem de Yaratıcıyı ve Peygamberliği inkar edip bu fikirlerini Müslüman çocuklarına kabul ettirmeye çalıştıkları ve ayrıca Müslümanların arasını karıştıracak fikirler dile getirdikleri hakkında Sungurlu Ulemasından bazısı Şeyhülislamlık makamına şikâyette bulunmuşlardır.

Yine 1920 senesinde Antalya’da, yine Darü’l- Muallimin’de İslam’ın esaslarına yani temel inançlarına, üç öğretmen tarafından yapılan hakaret, müftülük tarafından Şeyhülislamlık makamına bildirilmiştir (Albayrak, 2013, s:21-27).

Asırlar boyunca âlimlerin halkı bilinçlendirdiği din konularında, halka ters düşen öğretmenlerin, öğretici olmaya çalışması bir tarafa, kendini sarıksız ve sakalsız olarak Müslüman kabul ettirmesi de kolay olmamıştır. Bununla birlikte mektepli

öğretmenlerin, din dersi öğretmenlerini açıkça ve pervasızca aşağılamaları onları halktan iyice uzaklaştıran bir diğer sebep olmuştur. Cumhuriyet devrinde de aynı çizgide öğretmen yetiştirilmesine devam edildiğinden Köy Enstitüsü mezunu öğretmenler için, Erzurum köylüleri Mümtaz Turhan’a şunları söylemişlerdi: “İşleri

güçleri bir araya gelip içmek, mütemadiyen şarkı söyleyip oynamaktır. Âdetlerimize göre, ahlak kaidelerine riayet etmiyor, bizleri hakir görüyorlar. Bunlar geleli köylerde hürmet diye birşey kalmadı… Sözün kısası, bunlar, tuhaf yetiştirilmiş bir acayip insanlar, bunlarla biz anlaşamıyoruz (Kafadar, 1997, s:210-11).

Yeni mekteplerde verilen eğitimin sonucu olarak 2. Meşrutiyet devri ve sonrasında dini ve milli duygulardan ve dinden uzak nesiller yetiştirilmiştir. Başta Ulemadan ve İslamcı aydınlardan bu tür din karşıtlarına gerekli cevap verilmişse de mekteplerin sayısı ve okuyan öğrencilerin çokluğu ve bu mektep mezunlarını istihdam ederek destekleyen devlet idarecilerinin basiretsizliği yüzünden medrese- mektep rekabetinde mektepliler kazanan taraf olmuştur. Medreseyi kapatanlar da zaten 2. Meşrutiyet’in mekteplerinde okuyarak yetişenler olmuştur. Mektepli yeni kuşakların Osmanlı sonrasında medreseleri kapatmaları ilk icraatlarından olmuştur. Medreselerin kapanması kararının ardından, medreselerde okuyan 40.000 din talebesi yatakları omuzlarında, sokaklarda perişan bir halde, gözyaşı dökerken buna karar veren Eğitim Bakanı ise, içkili eğlence sofralarında zevk ve kahkahalarla, sabahlara kadar sevinç gösterilerinde bulunduğu Eşref Edip Bey tarafından anlatılmıştır. Medreselerin kapatılması kararı vesilesiyle dönemin Eğitim Bakanı, şampanya kadehini kaldırmış ve : “Bugün 40.000 yobazın yuvalarını dağıtıp

perişan ettim” şeklinde naralar attığını yine Eşref Edip Bey aktarmıştır (Eşref Edip,

2017, s:43).

Muallim Cevdet Bey’e göre bir zamanların ilim ve irfan yuvası olan medreseler hakkında niçin olumsuz intibalar doğmuş ve bu ilim ışığı saçan yerde okuyanlara kimler yüzünden yobaz yaftası asılmıştı acaba? Buna sebep olanlar medreseliler mi yoksa mektepliler mi idi? Kalem erbabının yüzde doksan dokuz’u mekteplerden yetiştiği için, mektepliler özellikle basın yoluyla medreseliler hakkında pek çok olumsuz düşüncenin oluşmasına sebep olmuşlardır. Medreselerin yalnız acınacak halde ki son hallerine bakarak ve toplumun medreseler hakkındaki olumlu kanaatlerinin tersine, özellikle basında medreseleri eleştirenler olmuştur. Muallim Cevdet Bey, basında yazılan bu eleştirilerin bazısının doğru olduğunu kabul etmekle beraber, bu durum ne zamandan beri böyle ve niçin sorularını sormadan acımasızca medreseleri eleştiren kimseleri

birkaç kısma ayırmaktadır. Muallim Cevdet Bey'e göre Medreseleri acımasızca eleştirenlerin başında evvela dinsiz kişiler gelmektedir. Dinsizlik batağına batmış olan inatçı karakterli kişiler, en açık akli deliller karşısında bile kör bir inatla, din ve medrese karşıtlığı yapmışlardır. Dinsizlerden başka şaşkınlığa sebep olan, aşırı dindarların oluşturduğu bir kesim de medreseleri eleştirmektedir. Bu dindarlar cahil değillerdir, ancak medreselerin tarihi hakkında araştırma yapmadıklarından belki basının etkisinde kalarak, medreseleri eleştirmektedirler (Muallim Cevdet, 1978, s:22-25).

Medreseleri eleştirmemekle birlikte medreseler hakkında olumsuz intibaların oluşmasına yol açan bir kesim vardır ki bunlar medresenin fanatik taraftarlarıdır dense yeridir. Bunlara göre medreselilik her şeyin üstündedir ve mektebi, mektep eğitimini ve mekteplileri kâfirlikle itham ederler. Ancak bunların sayısı yine de azdır. Medreseyi ve medreselileri yine de en fazla eleştirenler ve beğenmeyenler mektepliler olmuştur. Mekteplerde ders veren medrese hocaların çağın bazı yenilikleri hakkındaki yetersizliklerine veya tuhaf gelen bazı tavırlarına bakıp “Medrese değil mi? Ancak böyle

adamlar yetiştirir.” derler ve geçmişte ki medreseler ve medreseliler hakkında doğru

bilgilere sahip olmadan ve yeterli araştırma yapmadan, genelleme yaparak acımasızca eleştiriler yapmaya devam etmişlerdir. Oysa mekteplilerde var olan ön yargılar yüzünden ne medrese tarihi bilinmiş ve nede kıymet verilip araştırılmıştır. Mekteplerde verilen derslerde verilen bilgiler arasında kısacık ta olsa medrese âlimlerinden bahsedilmediğinden, medreselerin yetiştirdiği ünlü matematikçiler veya tıpçılar hiç araştırılmamıştır. Örneğin İbn Sina veya Farabi’nin ismi az geçse bile bunların ilim dünyasına katkıları bilinmemekte veya Avrupa üniversitelerinde bunların eserleri yüzyıllarca niçin okunduğunu sadece öğrenciler değil öğretmenleri de merak etmemişlerdir. Tıp mekteplerinde de Türk medreselerinin yetiştirdiği meşhur tıpçılar ve onların tıp bilimine katkılarına dair on yıllardır bir tek konferans verilmemiştir. Medreseler için yapılması gereken ayrıntılı tarih çalışmaları gibi, ayrıntılı tıp tarihi çalışmalarına da ihtiyaç vardır. Medreselerin yetiştirdiği ünlü edebiyatçılar, şair ve yazarlarda bilinmemekte veya Arapça ve Farsça’ya değer verilmediği bir devirde araştırma ihtiyacı duyulmamıştır. Medreselilerin Türk edebiyatına yaptıkları hizmetleri tahlil edecek kimseler de yok denecek kadar azalmıştır.

Sayılan sebepler yüzünden eleştirilen ve bazen eleştiri dozu kaçıp hakarete uğrayan medreseler ve medreseliler tabi ki az tanınır ve haklarında sağlıklı düşüncelere sahip olanlar az olur. Avrupa da elbette hem mektepler hem de din okulları vardır ancak

Osmanlıdan Avrupa’ya gidenler sadece mekteplerde okuduklarından yalnız bunları tanırlar ve bu yüzdende dine önyargılı ve hatta düşman olarak geri gelirlerdi. Medreseler ve oradan yetişenler hakkında daha insaflı davranıp tümüyle kötülemek doğru değildir. Zira Türklerin en meşhur edebiyatçılarını, tıpçılarını ve matematikçilerini yetiştiren medreseler olmuştur. Medreseden yetişenler eserlerini Türkçe yazmışlar ve özellikle Kur’an’ı ilk Türkçe tercüme edenler de medreseliler olmuştur (Muallim Cevdet, 1978, s: 25-30).

Sonuç olarak yeni açılan mekteplerden gerek Avrupa'dan getirilen yabancı hocaların etkisiyle, gerek din derslerinin müfredatta az yer bulması yüzünden ve gerekse de öğretilen pozitif ilimlerin öğretilmesinde tabiatın ve aklın, dini ilimlerin cevaplarıyla irtibatının kesilerek, köksüz bir determinizm ile öğretilmesi sebebiyle mektepler, inanç ve ahlak yönünden zayıf nesiller yetiştirmişlerdir.

Osmanlı toplumunda temel belirleyici olan Batı medeniyetindeki gibi ne ulus farkları nede ekonomi temelinde yapılan sınıf farkları değil, din olmuştur. Batı hayranı yetişen yeni mektepliler toplumla iletişim içine girdiklerinde toplumu beğenmemiş, dine ve milli kültüre kayıtsız veya saldırgan bir tavır takınmışlardır. Batıcı nesiller ile toplum arasındaki zihniyet uyuşmazlığı toplumun, mektepli nesli anlayamamasına ve sevmemesine sebep olmuştur. Mektepliler, istihdam edildikleri devletteki mevkilerinin sağladığı gücü kullanarak veya öğretmen olarak görev aldıkları yerlerde, toplumun inanç değerlerini rencide ettiklerinden, bunlar hakkında toplumdan gelen şikayetler artmıştır. Müslüman toplum ile Batı hayat tarzını benimsemiş olan yeni mektepliler arasında ciddi bir uyuşmazlık ve rahatsızlık doğmuştur. Rahatsızlığın merkezinde din ve ahlak (zihniyet) farkları yer almıştır (Albayrak, 2013, s. 21-27).