• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ERKEN BATILILAŞMA DÖNEMİNDE OSMANLI ULEMASI

2.2. İkinci Mahmud Döneminde Batılılaşma ve Ulema

2.2.2. Bürokratik Yenilikler ve İlmiye’nin Geriletilmesi

İkinci Mahmut'un Ulema ile olan ilişkilerinin ikinci merhalesi, Yeniçerilik Ocağının kaldırılmasından sonraki dönemdir. Yeniçeri sonrası dönemde en önemli desteğini kaybeden Ulema, Sultan karşısında artık savunmasız kalmıştır. Ulemanın desteksiz kaldığını bilen 2. Mahmut, İlmiyye zümresinin gücünü bir süreç içerisinde kırmaya başlamıştır. Yeniçeriliğin ilgasından sonra Islahatlar için saha temizlendiğinden, 2. Mahmut Siyasal ve sosyal pek çok alanda ıslah faaliyetlerine başlamıştır. Bu reform döneminde Ulema sınıfının evvelce yetki ve sorumluluğunda olan alanlarda daralmaya gidilerek, Ulema idarede ki nüfuzu itibariyle geriletilmiş ve din- devlet ilişkileri zayıflatılmıştır (Berkes, 2009, s: 76).

2. Mahmut ve Ulema ilişkilerinin bu ikinci faslında, Sultan, Batı devletlerinin kurumlarını taklit etmek istediğinden devlet kurumlarında Batıda olduğu gibi fonksiyonel çeşitlenmenin sonucu bölünmeye gitmiş ve İlmiyye örgütünün bazı yetkilerini, yeni ortaya çıkan kurumlara devretmiştir. Hükümdarlığın kendisine sağladığı otoriteyi paylaşmak istemeyen, merkeziyetçi bir düşünceye sahip olan Sultan 2. Mahmut, asırlarca İlmiyye ve devlet işlerinden kendi payına düşen kısmını konağından yöneten Şeyhülislam için yeni büro tahsis ederek ve vakıf gelirlerini kesip Şeyhülislamı maaşa bağlayarak sıradan bir bürokrat, bir memur haline getirdi. İlmiyye'nin tekelinde bulunan eğitim faaliyetlerini Maarif Nezaretine ve mahkeme kurumlarını da Adliye Nezaretine bağlayarak devletin denetimi altına almıştır. Eskiden olduğu gibi askerlerin ve Ulemanın sıkı ilişkiler içerisine girerek kendisine sıkıntı çıkarmasını istemeyen Sultan, Harbiye Nezareti'ni kurarak, askeri diğer unsurlardan uzak tutmak amacını gütmüştür. 1826 senesinde "İhtisab Nezareti" adında yeni bir

kurum kurulmuş ve kentlerin belediye işleri ve güvenlik hizmetleri bu yeni kurumun uhdesine verilmiştir. Bu değişiklik doğrudan kadıların görev ve sorumluluk alanlarına müdahale olup kadıların yetkilerinin kısıtlanması sonucunu doğurmuştur. Zira kadı daha önce mülki, beledi ve dini işlerin tümünü sorumluluğu altında tutuyordu. İkinci Mahmut'un Ulemayı etkileyen bir diğer aldığı karar ise köy ve mahalle yönetimlerinde muhtarlık müessesesini kurmasıydı. Bundan önce kadıların mahalle temsilcisi durumunda olan mahalle imamı mahalle ile ilgili tüm işlerden sorumluydu. Mahallenin güvenliği, vergi salınması ve toplanması, tüm nüfus hareketlerinin kayda geçirilmesi gibi önemli işleri kadı namına mahalle imamı yerine getiriyordu. Muhtarlık müessesinin kurulmasıyla da imamların ve dolayısıyla kadıların yetkileri kısıtlanmaya gidilmiş oluyordu (Okumuş, 1999, s: 213: Karatepe, 1999, s: 53).

Vakıf eski bir İslam kurumu olarak Osmanlı toplumunda da gelişip kökleşmişti. Hayır amaçlı olarak, arazilerin veya dükkan gibi gelir getiren mülklerin medreselerin, hastanelerin veya diğer bazı toplumsal ihtiyaçların karşılanması için kurulan kuruma vakıf denilirdi. Ancak dini amaçla kurulan vakıflar, bazı zenginlerin servetlerini devlet müsaderesinden korumak amacıyla vakıf göstermeleri üzerine asıl amacından sapmıştı. İstanbul başta olmak üzere kentlerin içinde veya çevresinde pek çok bina, arazi, bağ ve bahçeler satılamayan ve devredilemeyen dini mülkler haline gelmişti. Vakıf mütevelli heyetleri, toplumun en faziletlileri, en dindarları kabul edildikleri için de Ulemadan oluşurdu. Ulema vakıfların gelirleri üzerinde kontrol ve tasarruf yetkisine sahipti. Vakıfların en büyük veya en değerli olanları müftülerin veya kadıların yönetimi ve kontrolü altındaydı. Vakıflar dolayısıyla Ulema büyük bir ekonomik güce sahip olduğundan devletten bağımsız, kendine yeter durumdaydı. 2.Mahmut’un, Evkaf müdürlüğünü kurarak vakıfların gelirlerini devlet hazinesine aktarması hem Ulemaya maddi açıdan bir darbe oldu hem de bu uygulama sonraki padişahlar devirlerinde de gelenek haline geldi. Ancak bu uygulama Ulemayı mali açıdan sıkıntıya soktuğu gibi bir süre sonra dini yapıların bakım ve onarım işleri de olumsuz etkilendi (Lewis, 2007, s: 94-95).

Ulemanın etkin olduğu bir diğer alan ise eğitim alanıydı. 2. Mahmut'un Batılılaşma politikaları, Ulemanın tasarrufunda olan alanlarda nüfuzunun kırılmasıyla sonuçlanıyordu. Bu yöndeki gelişmelerden eğitim kurumları da nasiplerini aldılar. Önce askeri okulların açılması, sonrasında ise Rüşdiyelerin açılması ve devletin memur ihtiyacını karşılamak için açılan Mekteb-i Ulum-i Edebiye ve Mekteb-i Maarif-i Adli

okullarının ve özelliklede Harbiye ve Tıbbiye mekteplerinin açılması ile Ulemanın ilim ve eğitim alanındaki tekeli elinden alınmaya başlanmıştı. En önemlisi ise medreseden yetişmemiş, Ulema sınıfından olmayan ve dini ve ahlaki donanımı zayıf, yeni tür bir memur\bürokrat sınıfın bu okullardan yetişmeye ve idarede söz sahibi olmaya başlamasıydı (Karatepe, 1999, s: 53).

Medreseler ve bunlara bağlı ihtisas medreseleri Ulemanın tasarrufu altında idi. İhtisas medreselerinden olan tıp medreselerinin amacı sivil toplumun ve ordunun ihtiyacı olan doktorları ve cerrahları yetiştirmekti. Ancak Medreseler de, genel ve ihtisas medreseleri dâhil olmak üzere devletin diğer kurumlarının yaşadığı bozulmadan nasiplerini almışlardı. Tıp medreselerinde eski tıp bilginlerinin eserleri okutuluyor ve tıp alanın da Batı'da meydana gelen gelişmelerden habersiz eğitim verilmeye devam ediliyordu. 2. Mahmut, 1827'de İstanbul'da yeni bir tıp mektebi açtı. Bu modern tıp mektebinin kuruluş amacı özellikle ordu için doktor yetiştirmekti. Halkın ihtiyacı olan sivil doktorlar Süleymaniye tıp medresesinde, eskiden olduğu gibi eski tıp eserlerini okuyarak yetişmeye devam ediyordu (Lewis, 2007, s: 85).

Yeni açılan tıp mektebinin hazırlık bölümünde Arapça, Fransızca ve din dersleri öğretilmekteydi. Doktorluk bölümünde ise Arapça dersi olmakla beraber asıl tıp dersleri verilmekteydi. Birkaç yıl sonra tıp derslerinin ve dil derslerinin dört yıl içerisinde öğrenilmesinin ağır olması göz önüne alınarak okul ders programında düzeltilmeye gidildi. Yeni tıp okulunda Viyana'dan getirtilen Prof. Bernard ve Süleymaniye tıp medresesinden yani Ulemadan, Hekimbaşı Abdülhak Molla ders programlarının düzenlenmesi işinde birlikte çalışmaktaydı. Yeni açılan tıp mektebi'nin açılışını yapan 2. Mahmut yaptığı konuşmada :“Biz ise gerek Asakir-i şahane ve gerek memalik-i

mahrusamız için hazır tabipler yetiştirüp hidemat-ı lazimede istihdam ve diğer taraftan dahi fenni tıbnı kamilen lisanımıza alıp kütüb-i lazimesini Türkçe tedvine say ü ikdam etmeliyiz” diyerek tıp kavramlarının ve dilinin Türkçeleştirilmesini istemiş ve bu isteği

otuz sene içinde gerçekleşmişti. Yeni kurulan tıbbiyede eğitim süresi altı yıla çıkarıldı ve tıp kitaplarından oluşan zengin bir kütüphanenin kurulması sağlanmıştı. Yeni tıbbi eserlerden oluşan kütüphanenin kurulmasında yine Ulema kökenli bir doktor olan Behcet Efendi önemli katkılar sağlamıştı. Behçet Efendi, klasik medrese eğitiminden sonra Latince ve Fransızcayı da öğrenmiş ve hekimliğe geçiş yapmıştı. Türkçeye çevirdiği tıp eserleri arasında Buffo'un "Tarih-i Tabiisi" ve başka bir batılı yazarın "Ameliyat-ı Tıbbiyesi" yer almıştı. Behcet Efendi gibi daha pek çok medrese kökenli

alim, medreseden bu yeni tıp okulunun öğretim kadrosuna geçiş yapmışlardı (Karal, 2007, C:5, s: 160-61:Berkes, 2009, s: 186-87).

Batı'da gelişen yeni ilimleri öğrenmek, öğretmek ve Batı okullarında okutulan ders kitaplarının Türkçeye adaptasyonu, teknik ve bilimsel terimlerin Türkçeye çevrilmesi işleri için dil bilen Müslümanlara ihtiyaç duyulduğunda yine Ulemadan kimseler öne çıkmışlardır. Bu alanda en önemli katkıları sağlayan kişi Şanizade diye bilinen meşhur Osmanlı tarihçilerinden Ataullah Mehmet Efendi olmuştur. Köken itibariyle Ulemadan olan Şanizade ansiklopedik bilgi birikimine sahip bir şahsiyettir. Birçok Batı dilini öğrenmiş olan Şanizade, modern bilimleri ve özellikle Batı aleminde ki tıbbi gelişmeleri, yenilikleri takip etmiştir. Osmanlı ilim dünyasına en önemli katkısı ise, önemli bir Avusturya tıp kitabını Türkçeye çevirmesi olmuştur. Şanizade'nin ayrıca fizyoloji ve anatomi ile ilgili bir de risalesi vardır. Şanizade'nin tıp okulu için hazırladığı ders kitabı, Osmanlıda modern tıp anlayışının başlangıcı olmuştur. Eser ayrıca tıp ilmi için, Türkçe olarak modern bir tıp dilinin ortaya çıkmasına hizmet etmiştir (Lewis, 2007, s: 86-87).

İkinci Mahmut döneminde klasik Osmanlı meclislerinden farklı olarak yeni meclisler kurulmuştur. Geleneksel meşveret meclisi olan “Divan-ı Hümayun”, üç farklı meclise bölünmüştür. Yeni kurulan meclislerin birincisi, “Dar-ı Şura-yı Babıali” (Hükümet organı), ikincisi, “Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye” (adalet organı) ve üçüncüsü ise “Dar-ı Şura-yı Askeriye” (Ordu Organı) adını taşımakta ve kendi sahalarında yeni kurallar ihdas etmek üzere kurulmuşlardır. Bu meclisler bir açıdan Sultanın iktidar sahasını daraltıyor görünse de aslında padişahın yükünü hafifletme işlevi görmüşlerdir. Bu meclisler, Ulemanın görev ve yetkilerini büyük ölçüde, devlet kadrolarında yer almaya başlayan yeni bürokrat (kalemiye) sınıfına devrederek, asıl zararı Ulemaya vermişlerdir. Osmanlı Devleti'nin adalet organı olan, Meclis-i Vala-yı Ahkâm-ı Adliye, bu günkü Danıştay ve Yargıtay kurumlarının yetkilerini kendinde toplamıştı ve alınan kararlar Padişah'ın Hatt-ı Hümayun'u ve Şeyhülislam Efendi'nin fetvaları ile kanun haline gelmişlerdir (Okumuş, 1999, s: 210).

Bernard Lewis'e göre ise bu yeni meclisler sadece isim değişikliğinden başka bir şey değildi, çünkü işlerin idaresinde geçmişe oranla ciddi bir değişiklik görülmemiştir. Ona göre, eski örgütlerin yerine yenilerinin geçirilmesi kısa vade de bazı sıkıntılara sebep olmuşsa da ilk ciddi değişiklikler uzun vade de ortaya çıkmıştır. Değişim, farklı bir

eğitim sürecinden geçmiş ve dolayısıyla farklı bir zihniyete sahip olan yeni bürokrat sınıfın, eski memurların yerine geçmesiyle görünür hale gelmiştir. Yeni bürokrat sınıf mensupları, mesleki donanım avantajıyla ve aynı zamanda bilinçli bir sosyal gurup olarak, ortak menfaatler için birlikte hareket edebildiklerinden devlet idaresinde ki etkinliklerini gün geçtikçe artırmışlardır (Lewis, 2007, s: 99).

Ancak yine de yeni bürokrat sınıfın işlerin yürütülmesinde yetkin oldukları düşünülmemelidir. Halka soğuk davranmaları ve rüşvetin eski ile kıyaslandığında daha da yaygın hale gelmesi memnuniyetsizliğin artmasına sebep olmuştur. Yeni kalemiye sınıfı elemanlarının Avrupai yaşam tarzlarının maliyetli oluşu, önemsiz sebeplerden dolayı görevden alınmaları, mülkiyet güvensizliğinin sürmesi ve ahlak olarak eski memurlardan daha az ahlaklı ve daha az dindar oluşları, onların görevlerini kötüye kullanmalarına yol açmıştır. Bu nedenler, onları kinik "kelbi" ve “yiyici” yapmıştır (Karatepe, 1999, s: 53-55).

Tanzimat'a giden süreçte yapılan yenilikler, Osmanlı Devletinin din ile olan ilişkisinde temel bir değişikliğe neden olmamıştır. Fakat hayata geçirilen Batılılaşma politikalarıyla geleneksel kurumlar, bölünmeye uğratılmış ve Batılı tipte yeni bir forma kavuşturulmuştur. Devlet teşkilatlarının aldığı yeni formda dinin etkisi eskiye oranla zayıflamıştır. Gelişmelere öncülük etmesi beklenen Ulemanın, aksine içine kapanarak değişim sürecinde edilgen davranması, görev ve yetkilerinin alınarak yeni Batıcı bürokratik sınıfa verilmesinin başlamasına yol açmıştır. Bu durum ise, başta Tanzimat dönemi olmak üzere, sonraki Batılılaşma süreçlerinde dinin etkisinin gittikçe zayıflaması ve Ulemanın kadim mevzilerinden geri çekilmesiyle sonuçlanmıştır (Okumuş, 1999, s: 215).

Kısacası Ulema hem ekonomik kaynaklarından ve hem de siyaset karşısındaki özerkliğinden yoksun kalınca Mutlakiyetçi idareye karşı zayıflamış, kendi görev ve yetkilerinin birbiri ardınca kendisinden alınmasına karşı duramayacak hale gelmiştir. Yeni mekteplerin ve medreselerin denetimi Maarif Nazırlığına verilirken, adli tasarruflar Adliye Nazırlığına ait kılınmıştır. İlmiyye teşkilatının başı olan Şeyhülislam dahi, sıradan memur haline gelmiştir. Özerkliklerini ve ağırlıklarını kaybeden Ulema yine de tuhaf bir şekilde Batılılaşma yönündeki ıslahatların bizzat içinde yer almış ve hatta bazen de ıslahatların öncülüğünü yapmıştır. Ulemanın bu durumunu ikna, korku

veya menfaat saikleriyle yorumlayan Bernard Lewis, Ulemanın yüksek fazilet sahibi oluşunun hakkını vermekten uzak görünmüştür (Lewis, 2007, s: 97-98).

Ulemanın ıslahatlara tüm gücüyle destek vermesini, devlet ve ümmet menfaati için kişisel menfaatlerinden vazgeçmesi olarak yorumlamak gerekir. Ejder Okumuş ise gelişmelerin Ulemanın aleyhine olmasına rağmen bu durumu yeterince kavrayamaması, değişimi okuyamaması olarak yorumlamıştır. Okumuş'a göre medreselerin diğer devlet kurumlarına paralel inhitatı ile birlikte Ulemanın yetersizliği yüzünden gelişmeler yeterli derecede izlenememiş ve bu sebepten Ulema, desteklemiş oldukları reformların Osmanlı Devletinin dünya görüşü olan dini zayıflatacağını hesap edememiştir (Okumuş, 1999, s: 225).

İkinci Mahmut döneminde Avusturya devletinin önemli bir politika adamı olan Metternich, İstanbul'daki Avusturya elçisine gönderdiği mektup ile 2.Mahmut devri için çok gerçekçi ve değerli analizler yapmıştır. “Sultan Mahmut’un ekseriya aldandığı

cihet, ıslahat yolunda seçmiş olduğu istikamettir. Bu hükümdarı saltanatının her safhasında takip etmeyi mevkiimin icap ettirdiği bir vazife telakki ettim. Bu itibarla müşarünileyhin iyi niyetleri gibi hataları hakkında da söylenebilecek hususlar için mutlak bir kanaate malikim. Bence yapmış olduğu en büyük hata, icraat ve teşebbüslerinin esaslarına ve hakiki mahiyetlerine atfetmesi lazım gelen ehemmiyet ve kıymeti onların şekline vermiş olmasıdır (...) Sultan Mahmut’un icraatları hakkında bir devlet adamı sıfatıyla vicdanımı yoklayarak daima dermeyan edebileceğim bir tenkit de, padişahın milli şekillere uygun olarak yapıldığı taktirde faydalar tevlit edebilecek bir hareket ve teşebbüsü, hiç tereddüt etmeyerek onu yabancı şekliyle nazara alması ve böylece tatbik ve icraya girişmesidir” (Turhan, 2006, s: 162-63).

Metternich'in Osmanlı reformlarını temelden uzak, sadece şekilciliğe kıymet verildiğini söyleyerek eleştirmesi, sonradan çıkan sonuçlar tarafından doğrulanmıştır. Zira 2. Mahmud'un hükümdarlığının son senelerinde yaşanan büyük sorunlar, ıslahatların yüzeyselliğini gün yüzüne çıkarmıştır. Eğer yapılan reformlar, Büyük (Deli) Pedro'nun Rusya'sında olduğu gibi başarılı olsaydı Osmanlı yine güçlü ülkeler arasına girebilecekti, ancak problemler çözülememiş bilakis katlanarak büyümüş ve nihayet Tanzimat dönemine gelinmiştir. Dönemin bir başka şahidi olan, Osmanlı donanmasında Müşavir Paşa rütbesiyle hizmet eden, A.Slade, aslen bir İngilizdir. Slade, Osmanlı’da yaptığı seyahatlerin kayıtlarını kitaplaştırıp yayınlamıştır. Kitabında A.Slade:

"Memleketini yeniden ihya edeceğini söyleyen ve bu hususta devlete misal teşkil etmek

mecburiyetinde olan bir şefin, medeniyetin hikmetlerini öğrenecek yerde, sarayda üniformalı uşaklar kullanmak gibi bir teferruatla meşgul olması, Türkiye’de büyük bir ihtiyaca cevap olmak üzere meydana getirilen ıslahatın mahiyeti hakkında bana daha ilk nazarda fikir vermek için kafi gelmişti. 1826’dan sonra sarayın vakur, muhteşem teşrifatının yerini, açıktan açığa resmi geçitler, üniformalar ve garip bir hengâme almıştı (...)Hülasa Mahmut, bırakılması lazım geldiği yerde işe başlamıştır” (Turhan,

2006, s: 163).

Metternich'e paralel olarak A.Slade, Batı medeniyetinin hikmetlerini anlamaktan uzak şekilciliğin öncelenmesiyle 2. Mahmut'u ve icraatlarını eleştirmiştir. A. Slade’in kitabının Türkçe tercümesinden nakillerde bulunan Mümtaz Turhan’ın kendisi de, “

Garplılaşma tarihimizde yine ilk defa olmak üzere Avrupa, ilk kez bu devirde kılık ve kıyafette, yaşayış tarzında, içtimai teşkilatında taklit edilmekte, bu noktalar üzerinde ısrarla durulmaktadır. Avrupalıya yaşayış tarzında ve şekil itibariyle benzeme ihtiyacı halinde, çok kuvvetli bir şekilde tezahür eden bu temayül, artık Garp medeniyetinin üstünlüğünü tasdik etmekten, ona teslim olmaktan başka çare kalmadığını ifade eder”

demektedir (Turhan, 2006, s: 163-64).

Ancak unutulmamalıdır ki Batı medeniyetini ısrarla taklit etme politikası tüm sorunlarıyla beraber modern Türkiye'de halen devam etmektedir. Türkiye'nin Batılılaşma süreci halihazırda yaşanmaktadır ve henüz bu konuda son nokta konulmamıştır. Osmanlı Uleması bu gün için artık tarih ilminin konusu olsa da, Batılılaşma konusu aynı canlılığını korumakta ve bu yönüyle sadece tarihin konusu olmaktan çıkmaktadır.

Özetle ülkesini yeni koşullara uygun olarak yenilemek ve böylece güçlendirmek isteyen İkinci Mahmut Yeniçeriliği kaldırdıktan sonra Ulemaya iyi davranmaya devam etmiştir. Bununla birlikte dinin devletteki yeri zayıflarken dünyevileşmenin temelleri atılmaya başlanmıştır. Devlet bürokrasisini Batı tipinde yeniden düzenlemeyi düşünen İkinci Mahmut, özellikle Ulemanın tekelinde bulunan mevkilere el atmıştır. Yeni devlet yapılanmasında işbölümü çeşitlenmiş ve uzmanlık öne çıkmıştır. Batı tipinde yeni kurumların ortaya çıkması ve buna uygun olarak yeni uzmanlıkların bu dönemde önem kazanması, geleneksel devlet kurumlarının bölünmesini gerektirmiş ve eski uzman tipi olan Ulemayı gerileterek olumsuz etkilemiştir. Osmanlı devletinin geleneksel

kurumlarını büyük ölçüde elinde tutan Ulemanın elinden bunlar alınmış ve Ulemanın devlet ve toplum katındaki etkinliği azaltılmıştır.