• Sonuç bulunamadı

Medyada Mülkiyet ĠliĢkileri ve Medyanın Mülkiyet Yapısının Medya Ġçeriklerine

Ġngiltere‟de Mirror grubunun sahibi olan Robert Maxwell grubun tüm yayın politikasını kendisinin saptamasını su sözlerle ifade etmiĢti: “ Bu iĢe doksan milyon pound/sterlin yatırdım ve bunu hayırduası almak için yapmadım. Bu iĢin sahibi benim, patron benim.” London Times‟ı alıp Thatcher yanlısı yayın yapmaya zorladığında toplu istifalarla karĢılasan Avustralyalı Rupert Murdoch da tepkisini “Benbunca yolu gazetenin içiĢlerine karıĢmamak için mi teptim” sözleriyle dile getirmiĢti (Duran, 1999:.92-93).

Medya ve ekonomi iliĢkileriyle sıkı, hatta iç içe sayılabilecek mülkiyetin ekonomi baĢlığı altında ele alınmaması, özellikle Türkiye açısından, medyada mülkiyetin kurallı ekonominin gereklerinden farklı ve daha geniĢ kapsamlı anlamlar taĢımasından kaynaklanmaktadır. Medya sahiplerinin sahiplik, istek ve eylemlerini yalnızca ekonomik gerekçelere bağlamak sahiplik açısından yeterli bir açıklama sağlamayacaktır. Hele Türkiye gibi medyanın sürekli zararda olduğunun zaman zaman dile getirildiği bir ülkede bu çabanın açıklanması daha da zor olabilecektir. Elde edilebilen bilgiler Türkiye‟de medya sahipliğinin kâr etme amacına değil, güç edinme amacına yönelik olduğunu göstermektedir. Satın aldığı gazeteyi en çok satan gazete yapmayı hedefleyen iĢ adamı, bu amacına ulaĢabilmek için gazetenin yılda on milyon sterlin zarar etmesini göze alabilmektedir (Ünlüer, 2006: 14). Zarar medya sahibinin propagandasını yapmasından daha önemli değildir. Amaç kar değil tamamıyla ideolojiktir. Medya sektöründe mülkiyet iliĢkileri; sınıf eĢitsizliğini ve bunun uzantısı olarak çeĢitli tahakküm biçimlerini meĢrulaĢtırmada içerik üreticisi olarak oynadığı rol nedeniyle özel bir önem kazanmaktadır. Medya sahipleri, medyadaki üretim süreçleri ve medya içerikleri üzerinde doğrudan ve dolaylı bir kontrole de sahiptir.

Pahl ve Winkler(akt. Murdock, 1977)Medya içeriğinin gerek tematik, gerekse biçimsel özelliklerinin belirlenmesinde söz sahibi olan editoryal kadro, operasyonel kontrolün esas öznesi olarak konumlanır. Tahsisatla ilgili olan kontrol ise daha genel bir düzeyde iĢler. Bir bütün olarak medya Ģirketinin yapısı ve geliĢimi; eylemlerinin ölçeği ve kapsamı; kaynakların kullanımı ve tahsisiyle ilgilidir. Bu düzeyde alınan kararlar Ģunları kapsar:

1. Temel politikanın oluĢturulması

2. Anahtar personelin iĢe alınması ve iĢten çıkarılması

3. ġirketin geniĢleme ve daralma momentlerinin seçimi

4. ġirketi eğer gerekiyorsa elden çıkarmak ya da bütünüyle kapatmak bu iki kontrol düzeyi arasındaki geçiĢkenliğin altını çizdikten sonra üretimde nihai belirleyicinin, tahsisata dair kontrol iĢlevini üstlenenler olduğunu belirtmektedir.

Marx‟tan bu yana tahsisata dair kontrolün birincil kaynağı mülkiyet olarak görülmektedir. Ancak bu belirleme, medya sahiplerinin içerik üzerinde doğrudan kontrol sahibi oldukları ya da editoryal kararlara doğrudan müdahale ettikleri anlamına gelmez. Bu türden iddialar kamuoyunun gündemine sıkça taĢınsa da, kapitalist medya iĢletmelerindeki kontrolün doğası doğrudan müdahaleye nadiren izin verir. Kapitalizm koĢullarında medya sahipleri, medya yöneticileri ve daha alt seviyedeki emek gücü, çeĢitli dolayım mekanizmaları ile kâr maksimizasyonu hedefine yönelmekte, aktörlerin aktif ya da pasif olarak katıldığı bir “yapılaĢma” (Giddens,1999) sürecinde sınıfsal gereklilikler içselleĢtirilmektedir. Bu bağlamda bireysel kapitalist, medya içeriğini doğrudan manipüle etmeyi genellikle düĢünmediği gibi, bireysel gazeteci de, haber peĢinde koĢarken doğrudan Ģirket çıkarlarını düĢünmez. Bunlar daha ziyade iki farklı özne konumunda içselleĢmiĢtir. Son kertede medya içeriği, kapanmıĢ bir söylem ve Ģirket çıkarlarını ileriye taĢıyan, çoğunlukla kamusal yararın araçsallaĢtığı bir “meta”

olarak karĢımıza çıkar (Adaklı, 2010: 70).

Sahipler ve yöneticiler gibi sektöre içsel kontrol mercileri dıĢında medya organizasyonlarına dıĢsal kimi kontrolörler de ileri sürülebilir. Bunların baĢında kuĢkusuz devlet ve/veya hükümetler gelmektedir. Bir kamusal hizmet olarak yayıncılık özellikle radyo-televizyon yayıncılığı baĢlangıcından itibaren Ģu ya da bu biçimde kamusal düzenlemenin(regulation) konusu olmuĢtur. Bu düzenlemeler medyayı belirli konularda sınırlandırmanın yanı sıra teĢvikini de kapsamaktadır. Ulusal güvenlikten çocukların zihinsel geliĢimine, rekabetin tesis edilmesinden halkın haber alma özgürlüğüne kadar pek çok konu üzerinde hükümetlerin düzenleme yetkisini kullandıkları bilinmektedir. Operasyonel kontrol düzeyinde değerlendirilebilecek bu gibi konuların yanı sıra hükümetler, tahsisatla ilgili düzenlemelerde de söz sahibi olurlar. Medyaya hükümet müdahalesinin tahsisata dayalı düzeyde Ģu konuları kapsadığını belirtmektedir: “Hammadde kaynaklarının sağlanması konusundaki düzenlemeler, anti-tekel yasası aracılığıyla Ģirketlerin geniĢlemelerinin kontrolü, lisans anlaĢmaları yoluyla medya pazarına giriĢin sınırlandırılması”(Adaklı, 2010: 71).

Ekonomik gücü ellerinde bulunduranlar medya mülkiyetinin denetimini de ellerinde bulundurmaya çalıĢırlar. Bu durum medya içeriğinin iktidarı elinde bulunduranların istediği yönde üretilmesini kaçınılmaz kılmaktadır. Medya mülkiyetinin el değiĢtirmesi iktidar iliĢkilerini çok fazla etkilemez, medya mülkiyetini kim alırsa alsın sermayenin çıkarlarıyla uyumlu biçimde hareket eder. Bu durumda medya mülkiyetinin sahipleri daima iktidarı ellerinde bulunduranların yanında yer alırlar (Güngör, 2011: 127). Bu bir nevi ticaret anlayıĢıyla hareket etmek olup medyayı da bu ticari faaliyetin bir parçası olarak değerlendirmemize kapı açar. DeğiĢen mülkiyet iliĢkileriyle bağıntılı olarak son dönemde geleneksel medya sektörlerinin yeni medya ile bütünleĢmesi farklı bir organizasyon, iĢ bölümü ve istihdam yapısının ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Eskiden basın, sinema, yayıncılık, telekomünikasyon, vb. olarak farklılaĢmıĢ, enikonu tanımlı endüstriyel alanlar, artık sadece ismi üzerinde bile belli bir uzlaĢımın olmadığı,, hem karlılık hem de istihdam yapısı açısından belirsizliklerin hüküm sürdüğü bir tür “nebula”ya dönüĢmüĢtür (Çaplı ve Tuncel, 2010: 84).

Medyadaki mülkiyet yapısı daha çok ticari çıkarlarla ilgilidir. Türk medyasındaki ticarileĢme süreci bunun dıĢında kalmaya çalıĢanları da beraberinde sürüklemiĢtir. Bir taraftan sermaye grupları medyayı ele geçirmeye alıĢmıĢ, öte yandan bağımsız yayın kuruluĢları da ayakta kalabilmek uğruna ticari hayata atılmıĢlardır. Bu süreçte sadece gazetecilik yapmaya çalıĢan bağımsız gazeteler de ticarileĢme çarkının içerisine girmek zorunda kalmıĢlardır (Demir, 2006: 189). Medyanın yapısal bir değiĢime sürüklenmesi bu durumun bir sonucudur. Medyanın mülkiyet örüntülerinde özellikle 1990‟lardan itibaren belirgin bir biçimde bir değiĢim yaĢanmıĢ ve zamanla, yalnızca yayıncılık iĢini kapsayan geleneksel medya sahipliği yerini, medya dıĢı sektörlerdeki yatırımların medya sektörü ile bütünleĢtiği bir mülkiyet yapısına bırakmıĢtır. 1980‟lerin ekonomi politik ikliminde geleneksel medya sahipleri medya dıĢı alanlardaki yatırımlarını geniĢletmiĢ, medya dıĢında bulunan büyük sermaye grupları ise medya sektörüne yatırımlarını hızlandırmıĢlardır (Çoban, 2013: 185).

EleĢtirel ekonomi-politik yaklaĢım, ideolojiye değil, ekonomik temele yaptığı vurguyla kapitalist üretim dinamiklerine yönelmiĢ, ekonomik ve sınıfsal iliĢkilerin belirleyici olduğu görüĢünü savunmuĢtur. EleĢtirel ekonomi politik, iletiĢimsel etkinliğin, maddi ve simgesel kaynakların eĢit olmayan paylaĢımı tarafından yapılandırılma tarzıyla ilgilenmektedir. Kültürün eleĢtirel bir ekonomi politiği için medyanın geliĢmesi, Ģirket menzilinin geniĢlemesi, metalaĢtırma ve devlet/hükümet

müdahalesinin değiĢen rolü olmak üzere dört farklı tarihsel sürece özel bir önem atfedilmektedir. ĠletiĢimin ekonomi-politiği ise, kültürel üretim ve dağıtım üzerinde kontrol uygulayan güçlerin etkinlik alanlarındaki değiĢimlerin kamusal alanı nasıl sınırlandırdığını veya özgürleĢtirdiğini araĢtırmaktadır. Bu noktada iki temel konu üzerinde durulmaktadır: Birincisi, bu tür kurumların mülkiyet yapısının ve etkinlikler üzerindeki kontrolünün yarattığı sonuçlardır. Ġkincisi de devlet düzenlemesi ile iletiĢim kurumları arasındaki iliĢkinin içeriğidir (Golding ve Murdock,1997: 55-62). Ġdeoloji, dijital oyunlar gibi kültürel oyunlar aracılığıyla bireylerin gerçek yaĢam koĢullarıyla aralarında hayali bir iliĢki kurarak özneleri inĢa etmektedir. Birey, kendini, sistem içinde özgür olarak tanımlamakta ve eylemlerinin gönüllü eyleyicisi olarak görmektedir. Fakat aslında, sadece içinde bulunduğu egemen sistemin ona biçtiği eylemleri yerine getirmektedir (Erdem, 2012: 58).

Medyanın mülkiyet yapısındaki değiĢimler, medyanın hükümetle iliĢkilerini de etkilemektedir. Genel olarak ülkelerde yazılı medyanın (gazete ve dergilerin) yönetimleri özel giriĢimin elinde olduğundan, bu iletiĢim kanallarının doğrudan siyasi amaçlı olarak kullanılması zordur (Aziz, 2011:56). Medya kartelleri, hükümet üzerinde popüler bir denetim kaynağı olmaktan çok, devlet üzerinde dolaylı etkide bulunan baĢat ekonomik güçlerin araçlarından biri haline gelmektedir. Medyanın kapitalizmle bütünleĢmesi, sermayeyi destekleyen söylemlerin onaylanması sürecini beraberinde getirmektedir (Curran, 2002: 148-149).

Ekonomi-politik, kültürün yöneten-yönetilen iliĢkisi içinde üretildiği ve bu nedenle de var olan güç yapılarını yeniden ürettiği veya onlara karĢı direndiği gerçeğine dikkat çekmektedir. Ekonomi ve politik kavramlarına yapılan göndermeler, kültürün üretim ve dağıtımının devlet, ekonomi, toplumsal iliĢki ve pratikler ile medya gibi örgütler arasındaki iliĢkilerden meydana gelen özgül bir ekonomik sistem içinde yer aldığı gerçeğine vurgu yapmaktadır. Kapitalist toplumlar kültürel üretimi kâr ve pazar merkezli kılabilmek uğruna, kurum ve pratikleri, metalaĢmanın ve sermaye birikiminin mantığına uygun olarak yapılandıran baĢat bir üretim tarzına göre örgütlenmiĢlerdir.

Ekonomi-politik sadece ekonomiye değil, aynı zamanda toplumsal gerçekliğin ekonomik, politik ve diğer boyutlarına da göndermede bulunmaktadır (Kellner, 2008:

151).

Medyanın sahiplik yapısında yaĢanan değiĢimleri ve bu değiĢimlerin haber üretimi ve söylemi üzerindeki etkisini anlayabilmek için tarihsel süreçte devlet-piyasa

iliĢkilerinde yaĢanan değiĢimlere değinmek gerekir. 1970‟li yılların sonu ve 1980‟ler boyunca dünya genelinde sosyal devlete karĢı olan tutum değiĢmeye baĢlamıĢ ve piyasa ekonomisi kavramı ön plana çıkmıĢtır. Piyasa ekonomisi ile birlikte sermayenin geliĢmesi ve özelleĢtirmelerin teĢvik edilmesi sağlanarak ulus devlet anlayıĢından uzaklaĢılmıĢ, devlet yapıları uluslararasılaĢmayı ve özelleĢtirmeleri destekleyecek Ģekilde yeniden oluĢturulup liberal politikaların benimsenmesinin önünü açmıĢtır (Kellner, 2008: 152).

EleĢtirel ekonomi politik yaklaĢıma göre, kapitalist toplumlar bireylerden değil sınıflardan oluĢur. Dolayısıyla sınıflar arası kurulan iliĢkiler sömürü ve egemenlik iliĢkileridir. Yani kapitalist toplumu oluĢturan sınıflar arasındaki iliĢkiler eĢitsizliğe dayanır. Egemen sınıf üretim araçlarını, düĢünce üretim araçlarını ve devleti kontrol eder (Bulut, 2009: 170). Haber, fikir ve eğlence üreten, ürettikleriyle toplumu etkileme gücüne sahip olan medyanın nasıl bir ekonomik ortamda faaliyet gösterdiği, kimler tarafından kontrol edildiği önemli bir konudur. Çünkü medyayı var eden politikaların oluĢumunun ve uygulanmasının kültürel, sosyal, politik ve ekonomik sonuçları vardır.

Diğer taraftan Türkiye gibi pek çok ülkede medya Ģirketleri, diğer Ģirketler gibi kâr amacı güden ve piyasa koĢullarına tabi olan Ģirketlerdir. Ancak bununla birlikte medya Ģirketlerinin ürün yapıları, üretim organizasyonları, gelir ve maliyet yapıları ve faaliyet gösterdikleri piyasaların koĢulları kendine özgü özellikler taĢımaktadır. Medya endüstrisini genel olarak bu alana yatırımın büyük sermaye gerektirmesi, reklam gelirlerine bağımlılık ve hükümet politikaları gibi faktörler belirlerken, daha geniĢ açıdan bakıldığında dünyada hâkim olan ekonomi politikaları da sektör üzerinde etkili olmaktadır. Bu durum yerel medyada da kendisini hissettirmektedir. Türkiye‟de medya gruplarının devletle olan ekonomik iliĢkileri ilginç bir tablo ortaya koymaktadır. Medya grupları iĢ dünyasına egemen iktidar grupları ile bütünleĢmiĢ durumdadır ve durum sürekli iĢ birliği halinde geliĢmektedir ilk bakıĢta medya dıĢında iĢlerinin olmadığı izlemini veren bazı medya holdingleri de yine iĢ dünyasıyla birçok banka, sanayi ve ticari kuruluĢ sahibi gruplarla ortaklık içerisindedirler ve medya dıĢında da yatırım yapmanın yollarını aramaktadırlar (Demir, 2006: 190).

2. 1980 SONRASI TÜRKĠYE MEDYASINA BAKIġ

2.1. 1980 Sonrası Ulusal ve Yerel Medyadaki DeğiĢimler

12 Eylül 1980‟den sonra Türkiye‟deki her kurumda olduğu gibi basında da önemli ve köklü değiĢimler gerçekleĢmiĢtir. Bugün Türk basınının içinde bulunduğu kısır döngüde kuĢkusuz o dönemin payı büyüktür. 12 Eylül‟den sonra basının politik konulara iliĢkin haber ve yorumları yapmaktan kaçınması, basının magazine kaymasına neden olurken, halkın sesini duyurmadığı için de halk tabanından ve desteğinden uzak bir kurum olma durumunu gündeme getirmiĢtir. Kısacası basın 12 Eylül harekâtından sonra halktan uzak, olaylara apolitik bir yaklaĢım modeli ortaya koyarken, bu durum onun okuyucu kitlesinden kopması ve desteksiz kalması sorununu da ortaya çıkarmıĢtır.

1980‟li yılların sonunda Türk basın dünyası büyük sermaye grubunun hareket alanı haline gelince buradaki kurallar da büyük sermaye grupları tarafından belirlenmeye baĢlamıĢ, sonuçta kapitalist yaklaĢımın mantığına uygun olarak çok satanın değerli olduğu piyasa kuralı bu dönemde iĢlemiĢtir. Bu dönemin ardından 1990‟lı yıllarda medya kuruluĢları artık piyasa kurallarına göre hareket eden birer ticari firma haline gelmiĢlerdir. Bu mantıktan hareketle artık gazeteler en çok tiraja sahip olanın, televizyonlar ise en çok izlenenin baĢarılı sayıldığı bir dünyada yaĢam mücadelesi vermek zorunda bırakılmıĢlardır (Gezgin, 2007: 167).

1980‟li yıllar medya endüstrisinin stratejik sektörler arasına güçlü biçimde yerleĢtiği bir dönem olmuĢtur. Reel sosyalizm deneylerinin 1989 yılından itibaren fiili olarak çökmeleriyle birlikte ABD‟nin ekonomik ve politik hegemonyasını pekiĢtirdiği bu dönemin en karakteristik özelliklerinden biri, gerek geliĢmiĢ gerekse azgeliĢmiĢ ülkelerde medya sektörüne yapılan yatırımlarda önemli ölçüde artıĢtır. Geleneksel medyalar (gazete, televizyon, radyo, sineme vb.) bir yandan dev holding Ģirketlerinin birer parçası durumuna gelirken, yine bu çatı altında „yeni medya‟ olarak internet gibi iletiĢim mecralarıyla buluĢmuĢtur. Geleneksel medya Ģirketlerinin yeni iletiĢim teknolojilerinin yarattığı yeni olanaklarla birlikte geniĢ bir iletiĢim sektörüne gömüldüğü bu süreç, 1960‟lı yıllardan itibaren ekonomi politikçilerin ilgi alanına girmiĢtir. Herbert Schiller (1969), 60‟lardan itibaren ortaya çıkmaya baĢlayan iletiĢim endüstrilerinin yoğunlaĢması eğilimini; geliĢmiĢ kapitalist ülkelerde medyanın

özelleĢmesi ve ticarileĢmesi ve kültür emperyalizmi ya da medya emperyalizmi kavramlarıyla açıklamaya çalıĢmıĢtır. 1960‟lı yıllarda revaçta olan kültürel tahakküm tezinin özgül bir tarihsel bir dönemde ortaya çıktığını ve bu dönemin kapandığını belirten Schiller, buna karĢın kültürel tahakkümün bütünüyle yok olmadığının altını çizmektedir. Kültürel paketin tamamı film, Tv, müzik, spor, tematik parklar, alıĢveriĢ yerleri vb. bütün dünya sathına bir avuç medya tarafından dağıtılmaktadır (Adaklı, 2006: 34-35).

1980‟li yıllarda, pek çok ülkede, medya piyasalarında yaĢanan tekelleĢme ve temerküz eğilimleri; dünyada liberalleĢme politikalarının yaygın olduğu aynı döneme rastlamaktadır. Türk medyası da aynı dönemde medya alanında tekelleĢme olgusuyla medya gerçek iĢlevini yerine getirmede sıkıntılarla karĢılaĢmakta, bundan kaynaklanan sorunlar nedeniyle basın mensupları özgürce fikirlerini açıklayamama ve tekel patronlarının emrine girme gibi bir tehlikeyle karĢılaĢmaktadırlar. Bu durum bilhassa 1980‟lerden sonra büyük sermayenin basın alanına girmesiyle kaçınılmaz bir hal almıĢtır. Nitekim Türkiye‟de Turgut Özal ve kadrolarının sıklıkla ifade ettikleri “vizyon belirleme” sürecinde medyanın yapılanması büyük yer tutmuĢtur. “Dinamizm”, “yeni trendler” ve “oyunda yer almak” söylemiyle çıkan 1980 sonrası yeni sağ kadroları, medya endüstrisinin yenidünya düzenine uydurulması aĢamasında görevlerini baĢarıyla yapmıĢlardır (Arsan, 2008: 259).Çok büyük yatırımlar isteyen özel televizyonlar da holding ve bankaların desteğiyle yayına girmiĢ, böylece medya alanı büyük sermayenin, daha da vahimi bir-iki büyük grubun kontrolüne geçmiĢtir. Bu büyük gruplar medyayı kendi ticari amaçları için kullanmaktan çekinmemiĢler, bunun için siyasi iktidarlarla da zaman zaman çok farklı iliĢkilere girmiĢlerdir (Demir, 2006:186).

1980‟lerden önce televizyon yayıncılığı, ABD dıĢındaki pek çok ülkede kamu hizmeti ve devlet tekeli olarak iĢlemekteydi. Bu sistemde yayınlar ulusal sınırlar içerisinde gerçekleĢmekteydi ve amaç, siyasi propagandanın yanında bilgi sağlamak, kültür aktarmak ve ulusal dilleri geliĢtirmekti. Neo-liberal ekonomiye geçiĢ ve iletiĢim teknolojileri alanındaki geliĢmelerle birlikte, mevcut yayıncılık sistemleri ve bu alandaki düzenlemeler ve politikalar da değiĢmiĢ oldu (Yaylagül, Korkmaz, 2008: 108).

1980‟li yıllarda medya alanında yaĢanan değiĢimi tetikleyen sebepler de vardı. Sürece dahil olan yeni aktörler, dıĢ etkenler ve yeni düzen arayan siyasi ve ekonomik aktörlerin eski düzenden kalanlarla yaĢanan çatıĢmaları.

1980‟lere kadar haber medyası, halkın haber alma özgürlüğü ve ifade özgürlüğü ile birlikte, bunların temel koĢulu olarak “bağımsızlık” nosyonlarına dayanan liberal çoğulcu paradigma çerçevesinde tanımlanmıĢ ve meĢruiyet alanını oluĢturmuĢtur.

80‟lerdeki dönüĢüm sürecinde devletten, sermayeden veya belirli çıkar gruplarından bağımsız bir medya kavramı, yeni hegemonya projesine çok da uygun bir alan sağlamamıĢ; ancak, kapitalist üretim tarzı içinde “devletten bağımsız”, “tarafsız”,

“kamu bekçisi” gibi nitelemelerle tanımlanan bir bağımsızlık miti, aktif rıza üretimi için oldukça iĢlevsel olmuĢtur. Liberal çoğulcu yaklaĢıma göre; medyanın bağımsızlığı açısından temel sorun, patronun veya devletin müdahalesidir. Ancak, sorun, gazetecinin haberi yazarken devletin veya patronun doğrudan müdahalesine maruz kalması değildir.

Ancak meseleyi “dıĢarıdan, doğrudan müdahale” gibi sunmak, doğrudan müdahalenin gözükmediği her yerde gazeteci bağımsızlığından, objektif ve tarafsız haberden bahsetme ve çoğu kez manipülasyonu gizleme, örtbas etme imkânı sağlamaktadır.

Liberal anlatıda maskelenen en önemli olgusal gerçek, ana akım medyanın ekonomik bir iĢletme olarak kâr güdüsüyle hareket etmesidir. Kâr amaçlı bir kurum, “kamu çıkarı”

kavramıyla çeliĢmektedir (Adaklı, 2009: 80-81).

1980‟li yıllardan itibaren Türkiye kapitalizmin yeni stratejik tercihleriyle paralel biçimde basın endüstrisi; radyo, televizyon, internet gibi farklı mediumlarla ve basın dıĢı sektörlerle bütünleĢerek yapısal bir dönüĢüm sürecine girmiĢtir. Söz konusu dönüĢümün esaslı sonuçlarından biri, basın sektöründe küçük ölçekli giriĢimlerin kısa zamanda ömürlerini tüketmeleri ya da büyük yapılara katılmalarıyla birlikte yerlerini büyük sermaye guruplarının egemenliğine bırakmaları; buna bağlı olarak, kontrol kalıplarında da belirgin bir farklılaĢmanın meydana gelmesidir. Basın, geleneksel iĢlevlerini neredeyse tamamen yitirerek devlet ve sermayeden göreli özerkliğini yitirmiĢtir. Bugün piyasayı paylaĢan birkaç medya gurubu, bağlı bulundukları sermaye guruplarının kısa ve uzun vadeli çıkarları doğrultusunda içerik üreten, yatay ve dikey olarak bütünleĢmiĢ kuruluĢlardır (Adaklı, 2006: 137).

1980‟li yıllarda yatay, dikey, çapraz ve ultra çapraz tekelleĢme tiplerine sahip olan medyanın her alanda ulusal sınırlara sığmayıp geniĢ uluslar arası pazarlara yatırım yarıĢına giren dev Ģirketlerin gerek kendi hükümetleri, gerekse gittikleri coğrafyaların siyasi otoriteleri ile iliĢkilerini hoĢ tutma ihtiyacı medya çalıĢanlarını farklı bağımlılık iliĢkilerine doğru itmiĢtir (Adaklı, 2010). ÖzelleĢtirmeler ve deregülasyon uygulamalarıyla kamusal tekeller ile yurttaĢların temel bir hakkı olan düĢünce ifade

özgürlüğünü korumaya yönelik kamusal önlemler ve müdahaleler kaldırılmıĢtır.

Böylelikle kapılar uluslararası giriĢimcilere ardına kadar açılmıĢ, değiĢen hukuksal temel ile birlikte medya sektöründe mülkiyet ve sermaye kompozisyonu da tümüyle değiĢmiĢtir (Kaya, 2009: 115). Medya çalıĢanları sermaye gruplarının istekleri doğrultusunda hareket eder olmuĢ, ifade özgürlüğü ortadan kalkmaya baĢlamıĢtır.

Tekelci medya modeli, özünde emperyalist-kapitalizmin doğal kaçınılmazlığıdır. Bu iĢlerlik demokratik katılımı sıfıra indirmiĢtir. TekelleĢme sadece ulusal sınırlara bağlı değildir. Medya tekelleri de uluslar arası koĢullarda örgütlenmiĢlerdir (Arhan ve Demirer ve Hozatlı, 1998:45). Ekonomik açıdan iyi olan sermaye grupları kendi medya kuruluĢlarını kurmuĢlardır.

1990‟lı yıllarda geliĢen teknolojiyle geleneksel yayıncılık anlayıĢının yerine, Ġngiltere, Fransa, Almanya ve Türkiye gibi ülkelerde yeni hukuki düzenlemeler yapıldı ve yayın politikaları geliĢtirildi (Yaylagül ve Korkmaz, 2008: 113). Artık gazete köĢelerinde neo-liberal politikaların amasız-fakatsız biçimde sunulduğu, toplumsal ufkun kamusal perspektiften iyice kopmuĢ bir bireyselciliği içermeye baĢladığı görülmüĢtür (Adaklı, 2006: 293). OluĢan bu bireyselciliğin tabi bir sonucu olarak da yeni bir yönetim anlayıĢı baĢ göstermiĢtir.

1980‟lerde Türkiye‟de medya alanında özellikle mülkiyet iliĢkileri açısından çok farklı bir döneme girilmiĢ ve bu mülkiyet iliĢkilerindeki değiĢim siyasete ve topluma da

1980‟lerde Türkiye‟de medya alanında özellikle mülkiyet iliĢkileri açısından çok farklı bir döneme girilmiĢ ve bu mülkiyet iliĢkilerindeki değiĢim siyasete ve topluma da