• Sonuç bulunamadı

Kitle iletişim araçları ilk ortaya çıkmaya başladıkları andan itibaren siyasetin gündeminde önemli bir yer kaplamış ve siyaset de basın için önemli bir kaynak olmuştur. Matbaanın icadından sonra basın yani gazeteler önem kazanmaya başlamıştır. Basın, yalnızca ‘gazete’ olarak ele alınacak olursa, gazetelerin yakın ve uzak geçmişin ya da günün haber ve olaylarının verilmesinde, kanaat ve fikirlerin geniş halk kitlelerine ulaştırılmasında, ülkenin ana davaları üzerinde halkın dikkatini toplamada ve okuyucuların genel kültürlerini arttırmada son derece önemli rol oynadığı görülmektedir (Bektaş, 2000: 130). Çağdaş insanlar kendi deneyimlerinin dışında kalan dünyayı, bu dünyanın olay ve olgularını, çok büyük ölçüde, kendilerine kitle iletişim araçlarının yansıttığı biçimde, onlar tarafından yapılan tanımlara göre yeniden ve inşa yoluyla kavrarlar. Bir bakıma toplum içinde bireylerin maddi varoluşlarının imgesel ilişkileri kitle iletişim araçlarının oluşturduğu bir yapı içinde belirlenmektedir (Kaya, 1999: 24). Kuşkusuz gazeteler ve diğer iletişim organları geçmişte de önemli bir güç olmuştur. Ancak, insanlığın geçtiği bu tarihsel dönemeçte medyanın ulaştığı gücü geçmişle kıyaslamak mümkün değildir. Bugün medya, gücü ve iktidarı elinde tutanların en etkili ideolojik aracıdır. Başka bir açıdan bakılırsa,

45

medya güce ve iktidara ulaşmanın vazgeçilmez araçlarından biridir (Yanardağ, 2008: 184).

Basın teorisyenlerine göre iktidar ve basın ilişkilerini tayin eden üç görüş vardır. Bunlardan birincisi, muhafızlık görüşüdür. Bu görüşe göre, iktidar ile basın birbirlerinin düşmanıdır. Basın kamuoyunun çıkarları adına iktidarların başında bekleyen, onları denetleyen bir muhafızdır. İkincisi, ortaklık görüşüdür. Bu görüşe göre de iktidarlar ile basın arasında işbirliği zorunludur. Basın iktidardan aldığı haberlere güvenmeli, iktidar da basına doğru bilgi vermeli ve sorunlar kamuoyunun görüşlerine açılmalıdır. Üçüncü görüşe göre ise, basın iktidarın bir parçası konumundadır. Basın iktidarın yanında olmak şartıyla kamuoyuna hizmet edebilir. İktidar sözcülerinin konuşmaları basında yer almalı, haberler her zaman iktidarın arzu ettiği yönde olmalıdır (Demirkent, 1982:192- 193). İçinde bulunulan yaşantı çağı toplumunda siyaset, medya üzerinden kurgulanmaktadır. Artık siyaset dünyası, medya tarafından üretilmekte ve sunulmakta; eğlenceye dönüştürülmekte, imaja dayalı şekillendirilmekte, sembolik ve törensel boyutla ele alınmakta, kişiselleştirme, basitleştirme, dramatize etme yöntemleriyle gösteriye dönüştürülmektedir (Çebi, 2002: 25-27).

Kitle iletişim araçları ile siyaset ilişkisi tartışmaları yazılı basının ortaya çıktığı 17’inci yüzyıldan günümüze kadar gelmektedir. Bu dönemde burjuvaların ekonomik olarak güçlenmeye başlaması ile birlikte toplumsal hayata müdahaleleri de gerçekleşmeye başlamıştır. Liberal anlayışa sahip olan burjuvalar bu dönemde yazılı basını da ellerinde tutmuştur. Bu nedenle yazılı basına özellikle devlet müdahalesinin olmaması gerektiğini iddia etmişlerdir. Ayrıca bu savlarını basının dördüncü güç olması nedeniyle özgür ve özerk olması gerektiği yönünde kuvvetlendirmişlerdir (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 119). Demokratik yaşamda basın, toplumun seçimler yoluyla ortaya çıkardığı kurumların işleyişlerini gözlemlemek ve denetlemek için ortaya çıkardığı bir kurum olarak kabul edilmektedir (Bozdağ, 1992:270). Basın, toplumsal yaşayışta ve demokratik sistemin isleyişinde; yasama, yürütme ve yargının yanında dördüncü güç olarak görülür. Bu anlamda basın kurumunun ikinci kamusal görevi olarak karşımıza “denetim ve eleştiri” çıkmaktadır (İçel, 1986: 17). Kitle

46

iletişim araçlarının özgürlüğünün demokrasilerde dördüncü güç olarak hükümetleri denetlemesi ve çoğulculuğu sağlaması siyasal alanda ne kadar önemli bir yeri olduğunun göstergesidir (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 121). Siyaseti medyanın dışında olarak ele almak düşülen en büyük hata olacaktır. Çünkü hem medyaya hem de siyasete sistemin birbirini bütünleyen parçaları olarak bakmamız gerekmektedir (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 122). Medya ve siyaset birbirini tamamlayan iki mekanizma gibidir. “Medya bağımsız özerk bir güçtür, siyasetin içine girmemeli olarak bakarsak hataya düşmüş oluruz. Çünkü medya ve siyaset zaten birbirinden ayrılamaz iki güçtür. Ancak medya ve siyaset ilişkisini incelerken atmamız gereken ilk adım, siyaseti ve medyayı iki farklı bütünlük ve karşılıklı ilişki içinde olan iki farklı güç odağı olarak görmekten geçmektedir” (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 124). Onlar birbirine muhtaç ve karşılıklı çıkar ilişkisiyle örülmüş iki güç gibidir. Kısacası, medya ve siyaset kurumları, bağımsız kurumlarmış gibi görünseler de, bu kurumların tam anlamıyla birbirlerinden bağımsız oldukları söylenememektedir (Arslan, 2006: 7). Hükümet ve basın/medya ilişkisine bakıldığında genellikle hükümetlerin, toplumun onayını kazanmak ve kamuoyu yaratmak için basının desteğini sağlamaya çalıştıkları görülmektedir. Hükümetin etkinlikleri genellikle haber değeri taşımaktadır. Hükümet elinde bulundurduğu ekonomik (teşvik, destek) ve siyasal güç (baskı, sansür, sınırlama) aracılığıyla basını yönlendirirken, basın kuruluşları da sahip oldukları gücü, hükümetleri kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirebilmek için kullanabilmektedir (Yaylagül ve Çiçek, 2011/a: 88). Bu durum medya- siyaset ilişkisinin içerisinde, basının birtakım işlevlerinin olduğunu göstermektedir. Bu işlevler şunlardır:

a) Toplumsal ve siyasal çevrenin gözetimi, yurttaşların refahını olumlu ya da olumsuz biçimde etkileyecek gelişmelerin haber verilmesi

b) Anlamlı gündem koyma, günün önemli sorunlarını, bu sorunları gündeme getiren ve çözebilecek olan güçleri de içerecek biçimde saptama

c) Siyasetçilerin ve diğer baskı ve çıkar gruplarının sözcülerinin anlaşılır ve aydınlatıcı görüşlerini aktarmaları için platform görevi görme

47

d) Yurttaşları, siyasal süreçleri yalnızca izlemek ve hakkında konuşmaktan çok, öğrenmeleri, tercih yapmaları ve katılmaları için teşvik etme (Gurevitch ve Blumler, 1997: 200).

Hükümet, politikaları şekillendirilirken, diğer bazı toplumsal güçler gibi medya da, yönlendirici ve şekillendirici bir güç olarak önemli roller oynamaktadır (Rivers, 1982: 213). Medyanın belki de kendisiyle birlikte globalleştirdiği en önemli unsur, siyaset olmuştur. Siyaset, dar anlamda ve merkeziyetçi yapısını medya aracılığıyla kısa zamanda geniş anlamlı ve küresel bir platforma dönüştürmüştür. Medyanın ilk küreselleştirdiği fenomen olarak siyaset, medya ile olan organik ilişkisinde kendi metafiziğini kendisi kurmuştur. Medya- siyaset ilişkisinde önemli olan hangi tarafın belirleyici olduğu değil, aksine ortaklaşa kurdukları kendi dünyalarına ait metafizikleridir (Filiz, 2008: 39). Medya üzerinde oluşan siyasal baskılar ya da siyasilerle girdiği çıkar ilişkileri, yönlendirmeleri vb. etkileri hayatın bir gerçeği (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 130) olmuştur. Kitle iletişim araçları günümüzde toplumsal denetimin sağlanmasında olduğu gibi toplumsal değişmenin de başlıca araçlarından olan bir güç-iktidar kaynağı olarak görülmektedir (Kaya, 1999: 23). Dolayısıyla medya, siyasi gücü yeniden şekillendirmekte, yeniden organize ve kanalize etmektedir (Rubin, 1981: 170-180). Haber metinleri ile siyasal iktidarlar, eylemlerinde meşruiyet kazanmakta bu meşruiyet ile kendi egemen söylemlerini yani ideolojilerini oluşturmakta ve hegemonya kurmaları kolaylaşmaktadır (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 124). Medya egemen sınıfların tahakkümü çerçevesinde, ideolojik alanın bir parçasıdır. Medya giderek sayıları azalan büyük sermaye gruplarının elinde yoğunlaşırken, egemen sınıfın çıkarlarını savunan fikir ve düşüncelerden oluşan medya içerikleri, çalışan sınıfı egemen değerlerle bütünleştirmektedir (Yaylagül ve Çiçek, 2011/a: 86). Böylelikle, kamu sistemi olarak biçimlenmiş medyalarda bilinç ticareti, maddi çıkarı ikinci plana koyan devlet ideolojisinin satışı (Erdoğan, 1999: 35) olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun sonucunda gündelik yaşama ilişkin imge ve simgelerle kuşatılan izleyiciler/okuyucular, düşünsel olarak biçimlendirilmektedir (Kaya, 2001: 200). Medya bireye mevcut siyasal sistem ve olaylar hakkında bilgi vermekte ve toplumdaki diğer etki merkezlerinden kanaat için ipuçları iletmektedir (Göker ve Doğan, 2011: 51). Öyleyse medya etkili bir araçtır ki günümüzde onun

48

üzerinden insanların bilinçleri kuşatılmış, insanlar aptallaştırılmış ve toplum adeta bir akıl tutulmasına uğramıştır. Çünkü her gün, her saat, her dakika gazete sayfalarından, televizyon ekranlarından, radyolardan, bilgi, haber ve imaj aktarılmaktadır. “Teslim alınır insan. Sokaktaki insan için davranış kalıpları oluşturulur, değer yargıları üretilir, yaşamın anlamı değerlendirilir, olaylar yorumlanır, tüketim yönlendirilir. Onlara nasıl düşünecekleri, neyi yüceltecekleri, kimleri mahkûm edecekleri, nasıl giyinecekleri, hangi müziği dinleyecekleri, nelerin iyi ya da kötü olduğu yazıyla, görüntüyle ve sözle iletilir” (Yanardağ, 2008: 17-18). Siyaset bu durumu oluşturabilmek için medyadan yararlanmaktadır. Dolayısıyla toplumsal gerçeklik siyasetin istediği yönde medya vasıtasıyla yeniden şekillenmektedir. “Toplumsal yaşamda gerçekliğin ne olduğu konusunda tanımlar medya aracılığıyla oluşmakta ve aktarılmaktadır. Dolayısıyla medya topluma sürekli bir anlam sistemi sunmakta ve olağan ve doğal olan ile olağandışı ve doğal olmayanın neler olduğunu göstermekte, kısacası, normalin ne olduğunun başlıca belirleyicisi olmaktadır” (Kaya, 1999: 23). Geniş bir çerçeveden medya ve siyaset ilişkisi sorgulandığında eleştiriler, gazetecilerin kaynaklarından bağımsız kalmaları, özerkliklerini korumalarına yönelik mikro pratiklerin ötesine geçerek daha çok ya medyayı elinde bulunduranların siyasal tercihleri veya eşik bekçisi olarak adlandırılan üst düzey karar alıcıların tutumları üzerinde odaklanmaktadır (İnal, 1999: 19). Medya ve siyaset ilişkisinde siyasal aktörlerin karar alma süreçlerinde aldıkları kararlar medyayı ve siyaseti ayrıca toplumsal hayatın biçimlenişini etkilemektedir. Bu etkilenme medyanın ürettiği içerikler ve bu içeriklerdeki benzeşme ve tek biçimleşme belli haber değerlerinin öne çıkması şeklinde kendini göstermektedir (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 124).

Ana akım yaklaşıma göre, medya (basın) toplumun aynasıdır. Yani, medya toplumdaki olay ve oluşumları toplumun birey yurttaşlarına yansıtır; dış dünyanın olay ve oluşumlarıyla ilgili bilgileri rasyonel davranabilen bireylere sunarak genel çıkarın oluşmasına çalışır. Medya kuruluşları, tek tek değişik ve çatışan çıkarları vurgulasalar da bir yarışma ortamında bütün olarak ele alınabilirler ve genel çıkarın hizmetinde oldukları varsayılır. Kitle iletişim araçlarının toplumda dayanışmayı, bütünleşmeyi sağladığı, dirlik ve düzeni koruduğu, gelişme ve değişmenin istikrar

49

içinde gerçekleşmesine hizmet ettiği savunulur (Kaya, 1999: 24). Bu bakış karşısında yer alan alternatif yaklaşım ise, Marksizm’in sınıflı toplum çözümlemesinden hareket eder. Hâkim sınıfın başlıca düşünce üretim araçlarına da egemen olacağı kabul edildiğinde kitle iletişim araçlarının mülkiyet ve denetiminin de egemen sınıfların elinde tutulacağı önermesine ulaşılır. Bu önermenin uzantısı ise sınıflı toplumlarda kitle iletişim araçlarının esas itibariyle egemen sınıf çıkarları doğrultusunda rutin ve standart bir üretim yaptıklarıdır. Bu üretimi gerçekleştiren medya kuruluşunun mülkiyeti elinde tutanlardan özerk etkinlikte bulunamayacağı varsayılır. Bu ürünleri tüketenlerin (okur ya da izleyiciler) ise, kendileri örgütlü olmadıkları takdirde bu üretime bağımlı, edilgen bir izleyici kitle oluşturacakları söylenir. Çizilen tablo bu yaklaşımın medyaya ideolojik yeniden üretimin başlıca aracı olarak baktığını göstermektedir (Kaya, 1999: 25-26). Marksist yaklaşım zaten, medyanın toplumsal hayat içinde bir ideoloji yaratarak bireyin eylem ve kararlarında belirleyici olduğunu iddia etmektedir. Dolayısıyla Marksist yaklaşımı benimseyenlere göre üretim araçlarını elinde bulunduran sınıf medya aracılığıyla fikirsel üretimi de yaratmakta ve denetlemektedir (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 123).

Medya çalışanlarının çıkarları ve ideolojileri, çalıştıkları kurumun da sahibi olan ve onlara maaşlarını ödeyen, çalıştıkları kurumu finanse eden güçlerden bağımsız olmamıştır (van Dijk, 1999: 338). Bu nedenle medya çoğu zaman halk adına iktidarın denetlenmesi görevinden çok, medyayı elinde tutanların kâr ve çıkarları doğrultusunda iktidarı belirlemenin aracı konumuna gelmektedir (Demir, 2007: 215). Dolayısıyla haber sürecinde çalışan medya profesyonelleri okuyucunun ya da halkın temsilcisi değil, kendisini kiralayan sermaye grubunun temsilcileridir (Dennis ve Merrill, 2002: 111). Bu durum, Althusser’in medyayı devletin ideolojik aygıtları arasında sayma savını desteklemektedir. Düne kadar toplumların yönetiminde çok fazla dikkate alınması gerekmeyen medya, bugün yönetimin başarılı olması ya da başarılı görünmesinde ciddi biçimde söz sahibi hale gelmiştir. Siyasal iktidara sahip olmak isteyenler medyaya da sahip olmak ya da onu denetim altında tutmak gerektiğine inanmaktadır (Alemdar, 1999: 11). Siyasi elitler, kendilerine etkin bir kamuoyu desteği oluşturabilmek ve karar verme sürecinde başarılı olabilmek için, kısacası hem iktidar hem de muktedir olabilmeleri için medya

50

desteğine muhtaçtırlar. Yine medya, toplumsal hareketlilik ve elit dolaşım süreci üzerinde, özellikle de siyasi elitlerin devir anı üzerinde oldukça etkilidir (Arslan, 2006: 6). “Bugün sermaye siyaseti ve mekanizmalarını bu alanda bulunan

siyasetçilerle ilişki içinde etkileyip belirlemenin ötesinde, medya yoluyla doğrudan kitleleri etkileyip siyasi tercihlerini, yönelimlerini belirlemektedir. Artık siyasi mekanizmalar ve kişilerle kurulan ilişkiler vasıtasıyla kitlelerin yönetilmesi, denetlenmesi değil; kitlelerin düşüncelerinin, özlem ve taleplerini belirlenmesi yoluyla siyasete, mekanizmalara ve kişilere yön verilmesi dönemi açılmıştır” (Demir,

2007: 214) dense bile bu durumun bir ütopyadan ileri gidemeyeceği kabul edilmektedir. Günümüz dünyasında, medyanın bu denli güçlü olması ve politika alanında oynadığı böylesi çok önemli roller nedeniyle, politikacılar ve siyasi partiler medya ile olan ilişkilerine büyük bir önem ve öncelik atfederler. Bu konu ile bağlantılı olarak, medya elitleri de, çağdaş toplumlardaki en önemli elit gruplarından bir tanesini oluşturmaktadır. Günümüz demokratik toplumlarında medya ve medya elitleri, genellikle “dördüncü kuvvet” olarak adlandırılmaktadır. Dördüncü kuvvetin gücü bazı durumlarda, siyasi elitlerin gücünün boyutlarına kadar ulaşmakta, hatta bazen onların bazılarını aşmaktadır (Arslan, 2006: 4). Bu durumda, medya ve siyaset ilişkisini tartışırken medyayı özerk, bağımsız ve bu özerklik içinde tamamen tarafsız bir dördüncü kuvvet olarak ele almak yerine, onu siyasal yapılaşma içinde görmeye çalışmamız gereği kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmaktadır (İnal, 1999: 30). Siyaset medyada giderek daha fazla ve ustaca bir görüntüler ve medya olayları dizisi olarak betimlenmektedir. Bu dolayımlı olaylar reklam ve iletişim uzmanları tarafından uydurulmakta ve aktörler tarafından ince ayarı yapılmaktadır (Meyer, 2002: 79).

Kamusal habercilik anlayışında haber değerleri yeniden tanımlanmakta ve haberi bir mal olarak satılmasından vazgeçilmesi izleyiciye olumlu katkıda bulunması üzerinde durulmaktadır (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 121). Meyer, “İlk ortaya çıktıkları zamanlarda, kitle iletişim araçları demokratik iletişime birçok yolla katkıda bulunacaktı: Dengeli ve kapsamlı habercilik; nesnellik; özel hayata saygı; yayının biçiminde, içeriğinde ve üslubunda gerçeğe bağlılık ve tüm yurttaşları kamusal iletişime katılmaya teşvik edecek tarzda bir olay sunum” (2002: 23) ifadelerini kullanmıştır. Ancak kitle iletişim araçlarına getirilen eleştirilere

51

bakıldığında, eleştirilerin gazetecilerin siyasal yanlılıkları ve objektif haber sunmanın gerekliliği yönünde olması, bu durumun şu an için geçerli olmadığı sonucu çıkabilmektedir. Bunlar yapılmadığı için buna yönelik ihtiyaç ve bunun gerçekleşebilirliğine duyulan inanç, haber medyasının sıkça siyasal partilere yandaş bir tavır takınmaktan dolayı eleştirilmesine neden olmaktadır (Çakmak Kılıçaslan, 2008: 120). Oysaki demokratik siyaset standartlarını karşılamak için, kitle iletişim araçları siyasal olayları oldukları biçimde vermeli, bildirdikleri her olayın karakteristik özelliklerini ortaya koymaları (Meyer, 2002: 29) gerekmektedir. Bu gereklilik dünyanın çoğu yerinde uygulanmaktan uzak gözükmektedir. Çünkü “Bireyi, özerk karar veren ve davranan bir konuma koyan, işler bir siyasal kamusal alan olmadan demokrasi olanaklı değildir” (Meyer, 2002: 21).

2.1.1. Türkiye’de 80 Döneminde Siyaset Arenası

1980’li yıllar Türkiye’nin hem siyaset hem de toplumsal hayatında çok önemli değişimlerin yaşandığı yıllar olmuş ve bu yıllarda demokrasi kesintiye uğramıştır. Türkiye, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren geçirebileceği en büyük evrimi bu dönemde geçirmiştir. Bu evrimin miladı “12 Eylül 1980 Askeri Darbesi” kabul edilmektedir. “12 Eylül 1980 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ülke yönetimine el koyması ile gerçekleşen askeri müdahale, çoğulcu düzenin, tek parti yönetiminin yerini aldığı 1946 yılından bu yana siyasal partilerin etkinliklerinin dolayısıyla demokrasinin kesintiye uğradığı üçüncü askeri müdahaledir” (Boral, 2009: 325). 80 darbesinin temelleri 1980 öncesinde atılmıştır. Bu dönemde Türkiye tam bir karmaşa ortamındadır. Topuz, içinde bulunulan durumu “1978-1980 yıllarında Türkiye’nin içinde bulunduğu huzursuzluk ortamı ordunun girişeceği yeni bir darbe için elverişli bir hava yaratmış gibiydi. Demokrasiye güven azalmış ve hükümet tüm gücünü yitirmişti” (2003: 256-257) ifadeleriyle aktarmıştır. 80 darbesinin kaynağında dış güçler görülmüştür. “Türkiye, 12 Eylül 1980 öncesinde tam bir provokasyon cennetiydi. Türkiye’nin ABD kaynaklı istikrarsızlaştırılması projesi sonraki yıllarda devlet içinde illegal bir devlet yapılanması olduğu iyice ortaya çıkan kontrgerilla eliyle sürdürülüyordu” (Erdemol, 2010: 67) ifadeleri bu duruma işaret etse de olayın görünen nedenleri daha başka şekillerde yansıtılmıştır:

52

“12 Eylül’den önceki altı aylık sürece damgasını vuran en önemli siyasi gelişme, TBMM’de 100’den fazla oylama yapılmasına rağmen yeni cumhurbaşkanının bir türlü seçilemeyişiydi. Kimi siyasi partilerin erken seçim istekleri, hükümetin zaafları ve partiler arasındaki sürtüşmeler, bu döneme damgasını vuran diğer olaylardır” (Tek, 2007: 133). Siyaset arenasındaki bu karmaşa ordunun yönetime el koyması sonucunu doğurmuştur. 1980 Askeri Darbesi’nin meydana geldiği dönemdeki Genel Kurmay Başkanı Kenan Evren, 24 Mayıs 1980’de not defterine müdahale ortamı için şunları yazmıştır: “1. Ordu Selimiye. Bugün görüştüğüm kolordu komutanları ve akademi komutanları artık müdahale etmekten başka çare kalmadı dediler” (Kekeç- Şimşek ve Güler: 264). Bu sözlerle müdahalenin gerekli olduğunu ifade eden Evren, 12 Eylül’ün hedefini ise şöyle özetlemiştir: “Milli birliği korumak, anarşi ve terörü

önleyerek, can ve mal güvenliğini tesis etmek, devlet otoritesini hâkim kılmak ve korumak, sosyal barışı, milli anlayış ve beraberliği sağlamak, sosyal adalete, ferdi hak ve hürriyete ve insan haklarına dayalı laik cumhuriyet rejimini işlerli kılmak, makul bir sürede yasal düzenlemeleri tamamladıktan sonra sivil idareyi yeniden tesis etmek” (Cemal, 2004/a: 47).

Tek çarenin yönetime müdahale olarak görüldüğü dönemde, “12 Eylül 1980 günü Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği yetkiye dayanarak, yönetime el koymuştur” (Ahmad, 2002: 30). 12 Eylül 1980 sabahı radyolar kuvvet komutanlarının yönetime el koyduklarını bildiren bir mesaj yayınlamıştır. Bildiride,

“Yüce Türk milleti, Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanunu’nun verdiği Türkiye Cumhuriyeti’ni kollama ve koruma görevini yüce Türk milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararı almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur…” (Topuz 2003: 257) ifadelerine yer verilmiştir. Daha sonra yayınlanan

bildiride parlamento ve hükümetin dağıtıldığı, tüm yurtta sıkıyönetim ilan edildiği, parlamento üyelerinin dokunulmazlıklarının kaldırıldığı açıklanmıştır. Beş kuvvet komutanı tüm yetkileri kendilerinde toplamış ve oluşturdukları kurula, ‘Milli Güvenlik Konseyi’ adını vermişlerdir. Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit tutuklanarak Hamzakoy’a gönderilmiş ve böylece yeni bir dönem başlatılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin tüm yetkileri Milli Güvenlik Konseyi’ne geçmiştir. Cumhurbaşkanı yetkilerinin Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Kenan

53

Evren’e geçtiği ilan edilmiş ve emekli Amiral Bülent Ulusu başbakanlığa getirilmiştir. Milli Güvenlik Konseyi kararlarının anayasaya aykırı olmayacağı bildirilmiştir” (Topuz 2003: 257). Darbeden sonraki yazısında 12 Eylül’ü ‘kaçınılmaz bir hareket’ olarak nitelendiren Oktay Abdal, “Bir yerlere gidiyorduk. Bu gittiğimiz yer, bugünkü yerdi. Başka yer yoktu” iddiasını dile getirmiştir. Siyasi iktidarın komutanlarca defalarca uyarıldığını, gazetecilerin de aynı uyarıları defalarca yazı konusu yaptıklarını belirten Akbal, evlerde, kahvelerde, taşıtlarda sürekli olarak ülkenin gidişatını konuşan vatandaşların da aynı kanaate sahip olduklarını söylemektedir. Darbe öncesi dönemde, her türlü kötülükte parmağı bulunduğu açık açık yazılan, söylenen, mahkemelerde kanıtlanan bir siyasal kadronun devlet kademelerini hızlı biçimde ele geçirdiğini, çağdışı görüşleri yaşama uygulamaya çalışan başka bir siyasal örgütün de Türkiye’yi ve Türk milletini Atatürk devrimlerinde uzaklaştırma çabalarına giriştiğini hatırlatan Akbal, “Atatürk

devriminin yandaşları, erleri, Atatürk ilkelerinin sahipleri böyle bir duruma sürgit göz yumamazlardı elbet. Nasıl 27 Mayıs 1960’ta göz yummadılarsa, daha sonraki yıllarda nasıl zaman zaman uyarı mektuplarıyla anımsatmaları, iktidarı ellerinde tutanları Atatürk devriminin yoluna çağırdılarsa bir kez daha aynı kutsal görevi yapacaklardı. Bu kaçınılmaz bir gerçekti. Öyle de oldu” tespitini yapmıştır (Tek,

2007: 152- 153). SonradanTürk siyasetinde ve ekonomisinde önemli kararlara imza atacak olan “Turgut Özal, başbakan yardımcılığına getirilmiş, Türk-İş dışındaki sendikalar, Kızılay dışındaki dernekler ve tüm partiler kapatılmıştır. Bazı milletvekilleri ve parti liderleri gözaltına alınmış, askeri yönetimle birlikte siyasi

Benzer Belgeler