• Sonuç bulunamadı

MAKİNA MÜHENDİSLERİ ODASI İSTANBUL ŞUBESİ TOPLANTI SALONU

NATO VE BÜYÜK ORTADOĞU PROJESİ

MEFTUN GÜRDALLAR (Oturum Başkanı)- Değerli konuklar; hepiniz hoş geldiniz. Marmara Üniversitesinden Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu’ nun konuşma içeriği, NATO’nun gerekliliği veya neden gerekli olup olmadığı, Büyük Ortadoğu Projesi’nin gündeme gelme nedeni, NATO zirvesinin İstanbul’da yapılma nedeni ve Türkiye’nin NATO’daki yeri. Sayın Müftüoğlu, bu konularda bizleri bilgilendirecek. Diğer konuğumuz, araştırmacı yazar Suat Parlar. Suat Parlar, son 20 yıllık süreci irdeleyecek. İlk sözü Özgür beye veriyoruz. Buyurun Sayın hocam.

Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Çok teşekkür ederim. Herkese merhaba.

Konu, NATO ve Büyük Ortadoğu Projesi. NATO deyince, akla ne geliyor?

Benim oğlum ilkokulda. Bir yardımcı kitap almıştım bir zamanlar. Kitabın ismi, “Belirli Günler ve Haftalar.” Burada, 4 Nisan günü NATO Günü; yani Atatürk’ü Anma Günü, Kızılay Haftası vesaire gibi günlerden bir tanesi de NATO Günü. Ne diyor burada; NATO’yu kısaca anlattıktan sonra, “Üye devletlerin birinin güvenliği tehlikeye girerse, NATO onu korumak için harekete geçer” diyor. Sayfanın karşısında da iki tane şiir var; bunlardan bir tanesi “Kim”, onu kısaca okumak istiyorum.

“Savaşı kim ister; barışı bilmeyen Ya barışı kim ister; savaştan çok çeken Savaşta açan çiçekler renksizdir Çocukları tanımamıştır

Onları görmemiştir bile

Yazık değil mi güneşe, buluta ve yeryüzüne”

NATO ve barış, ikisi karşı karşıya! Bunu okuyan çocuklar NATO’yu bir barış gücü, -zaten ismi de öyle geçer- barışı koruyan bir güç olarak tanıyorlar. Peki, şimdi ne oluyor; Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da binlerce insanı öldüren, ölümüne neden olan ve ona seyirci kalanlar, bu NATO’yu oluşturan ülkelerin temsilcileri İstanbul’a geliyorlar ve İstanbul’da bir zirve yapıyorlar. Bunu şu açıdan söyledim: Bizde toplum olarak NATO’ya bakış, büyük ölçüde bu

okuduğum çerçeve içerisinde. NATO’yu herkes gayet olumlu bir örgüt, kuruluş olarak biliyor. O zaman, niye Amerika gitti, Irak’ta bu kadar çocuğu, bu kadar insanı öldürdü; neler oluyor? Elbette, bunları bağdaştırmak, ne olduğunun altını şöyle bir karıştırmak ihtiyacı ortaya çıkıyor. Ben, biraz geniş bir çerçeve içerisinde NATO’yu değerlendirmeye çalışacağım. Geniş çerçeve dediğim zaman da, büyük ölçüde içinde yer aldığımız, bugün dünyada geçerli olan kapitalist sistemle bütünleştirerek, onun içerisinden bakarak, onun içinde nerede, nasıl yer alıyor ve bugün ne yapılmak isteniyor, konuyu oradan ele almaya çalışacağım.

Her sistem gibi, kapitalist sistem de varlığını sürdürebilmek için, ekonomik, siyasal, ideolojik olarak egemenliğini sağlamak, egemenliğini kabul ettirmek ister. Tabiatıyla, bu sistemin sürmesini isteyecektir. Ancak, kapitalist sistemin kendi içerisinde öyle içsel çelişkiler vardır ki, bu sistem içerisinde, büyük ölçüde sermaye dışındaki toplum kesimleri, kapitalist sistemin temel mantığı içerisinde hareket edildiği zaman, önemli ölçüde sıkıntılar içerisine düşmekte, bu kesimler üzerine yoğun bir sömürü olmakta; bu, giderek genişletilmekte ve yoksulluk, yokluk durumları büyük ölçüde ortaya çıkmakta.

Bununla beraber -kapitalist sistemindeki çelişki esas burada- toplumsal yokluk, açlık, işsizlik ortaya çıktıktan sonra, kapitalist sistem içerisinde bir süre sermayenin kar hadleri düşer, sermaye birikim süreci kendisini yenileyemez ve kapitalist sistem krize girer. Kapitalist sistemin kendi özü itibariyle baktığımız zaman, kendi kendisini bir şekilde yok eder; ama ondan sonra tekrar yaratıp devam ettirmeye çalışan bir sistem olarak ortaya çıkar.

Bildiğiniz gibi, örneğin, 1929 dünya ekonomik krizinden çıkış için, bu yokluk ve işsizlik meselelerini ortadan kaldırmak için, talep yönlü ekonomi politikalarını uygulamıştı. Bu süreçte devlet, ekonomiye müdahale etmiş, sosyal harcamaları artırmış ve sosyal devlet uygulamalarını ön plana getirmişti.

Bu arada, kapitalist sistem bunu yaparken, bir taraftan da kendi sermaye birikim sürecini devam ettirmek için talep yaratıyor. Ama öbür taraftan bir başka gayesi daha vardı; o da, bu dönemde, kapitalist sistemden farklı bir sistemin, kapitalist sisteme alternatif bir sistemin dünyanın belli bir bölgesinde yönetime gelmesiydi, yani Sovyetler Birliğinin varlığıydı. Dünya iki kutuplu olmuştu. Artık hem sistem kendi içindeki çelişkileri ortadan kaldırmaya çalışacak, hem de diğer kutba; yani sosyalist bloğa karşı savunma mekanizmasını oluşturmak zorunda kalacaktı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bu durum daha belirgin bir şekilde ortaya çıktı ve sistem, siyasal, ekonomik, ideolojik üstünlüğünü sağlamak üzere birtakım örgütler kurdu. Bunlardan bir tanesi Birleşmiş Milletlerdi, bir tanesi Uluslararası Para Fonu IMF’ydi, Bir diğeri Dünya Bankası ve bunlarla beraber

var olan bir diğeri de, bu noktada silahlı güçleri temsil eden NATO’ydu. Bu örgütleri, kendi yapısını korumak, sistemi korumak ve yaygınlaştırmak için kullanıyordu.

IMF’yi nasıl kullandı? Büyük ölçüde politikalarını özellikle azgelişmiş ülkelere, çevre ülkelere yaygınlaştırmak için borçlandırdı ve bu borçlar karşılığında yapmış olduğu sözleşmelerle -şu anda bizim Türkiye’de büyük ölçüde yaşadığımız süreç- bu sisteme entegre etti, uyumlu hale getirmeye çalıştı.

Birleşmiş Milletlerle ne yaptı; yaptığı birçok uygulamayı Birleşmiş Milletler üzerinden meşrulaştırmaya çalıştı. Örneğin, Irak meselesi, Birleşmiş Milletlerden karar çıkmasını bekliyordu. Neydi süreç? Hatırlarsınız, Türkiye'de de Hükümet, Irak Savaşına karşıydı. Ama Birleşmiş Milletlerden karar çıksaydı, o zaman katılabilirdi; ama çıkmadı. Burada ne değişmişti; hiçbir şey değişmemişti. Birleşmiş Milletler, burada sadece gelişen süreci meşrulaştırma aracı olarak kullanılmıştı ki, bu, tarih süreç içerisinde birçok defa kullanılmıştır.

Dünya Bankası dediğimiz zaman, Dünya Bankası, büyük ölçüde kapitalist sistemin ortaya çıkardığı sorunları sözde ortadan kaldırma maskesi altında, yine özellikle çevre ülkelere uygulamalarını yaygınlaştırmak amacıyla, Dünya Bankası kredileri karşılığında imza atmış olduğu sözleşmelerle, yapmış olduğu anlaşmalarla yaygınlaştırma hedefine doğru yönelmişti.

Ekonomik ve siyasal anlamda bu aktörlerin yanında bir de askeri bir güç oluşturmak gerekiyordu. Çünkü burada bir sosyalist blok vardı; buna karşı, sosyalist bloğa karşı, komünizme karşı savunma adı altında bir askeri örgüt kurdu. NATO, özellikle 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkıldığı sürece kadar, soğuk savaş dediğimiz dönem içerisinde varlığını bu doğrultuda sürdürdü;

soğuk savaşta, komünizm, sosyalizm karşıtı bir savunma mekanizması olarak sürdürdü. Ancak, 1989’a geldiğimiz zaman Berlin Duvarı yıkıldı, büyük ölçüde Doğu bloğu dağıldı ve NATO birden işlevsiz hale geldi. Yani karşısında kime karşı bir birlik oluşturacaksınız, kime karşı silah kullanacaksınız? Silahlar da var elde, birçok stratejiler geliştirilmiş, tatbikatlar yapılmış bir yapı var; ama karşıda bir düşman kalmadı.

Bu süreç içerisinde, şöyle bir baktığımızda, özellikle 1970’lerin başında kapitalist sistemde ortaya çıkan krizin ardından uygulamaya konulan yeni liberal politikalarına baktığımızda, hatırlayacağımız gibi, üretim sürecinde esneklik, çalışma yaşamında esneklik ve buna bağlı olarak üretim sürecindeki kontrolün bütün olarak sermayenin eline geçmesi gereken bir sistem getirdi.

Sosyal devleti tamamen ortadan kaldırarak, bir piyasa devleti haline

dönüştürüldü. Küreselleşmeyle tüm dünyayı ucuz emek pazarı haline getirerek, buralardan artı değer elde etmeye çalıştı. Bu sürecin sonrasına baktığımızda, gerek uluslararası düzeyde, ülkeler arasında, gerekse ülkelerin içerisinde çok büyük gelir uçurumları ortaya çıktı. Bu süreçte, özellikle küreselleşme sonrasında ortaya çıkan duruma baktığımızda, büyük ölçüde Güney ve Kuzey olarak tanımlanabilecek ülkeler arasında; yani Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’yle öbür tarafta Afrika ve Asya’nın büyük bir bölümünü alan bir kesim arasında müthiş farklılıklar açıldı. Bu süreç içerisinde Kuzey giderek zenginleşirken, Güney giderek yoksullaşmaya başladı. Ama tabii şunu da hemen parantez içerisinde belirtiyorum: Kuzey’deki ülkelerin de kendi içlerinde aynı dengesizlik yine oldu; Amerika Birleşik Devletlerinin kendi halkı arasında da gelir dağılımında bozukluk oldu veya Avrupa ülkelerinde bu süreç bu şekilde yaşandı.

Bu sürecin sonrasında gelinen bir yer, 11 Eylül meselesi. 11 Eylül olduğu zaman, o zamanki tartışmalar da hatırlanacağı üzere, büyük ölçüde bu Kuzey ve Güney arasındaki farklılaşma, giderek açılan yapı özellikle ön plana kondu.

Bu yapıyla birlikte, artık dünyada “Küresel terör” denilen bir mesele, bir kavram ortaya çıkartıldı. Bunun üzerine NATO, 1989’dan beri işlevsiz hale gelen NATO, kendisine yeni bir düşman buldu; terörizm. “Küresel terörizme karşı, NATO bir araya gelmeli ve buna karşı mücadele etmeli” diye bir yapıyı kendisine görev olarak ortaya koydu. Peki, yeni hedef terörizm. Ama bu terörist kim? Daha önce tanınıyordu; Sovyetler, komünist ülkeler, sosyalist ülkeler vardı, düşman onlardı. Bu gayet açık, bilinen ve net bir şeydi. Peki, burada terörist kim? İlk bakışta terörist, büyük ölçüde Güney ülkeler; yani bu küreselleşme sürecinden olumsuz şekilde etkilenen ülkeler büyük ölçüde terörist ülkeler olarak tanımlandı; ama, bu tek başına yeterli değildi. Sonuçta, bu yapının daha da genişletilip, mevcut kapitalist sisteme karşı olan, kapitalist sistemin bugünkü uygulamalarına karşı olan herkes, her ülke, her toplum terörist olarak algılanmaya başlandı. Yani kendisinin yarattığı yeni şey,

“sisteme karşı olan herkes teröristtir, ona karşı mücadele etmek gerekir.”

Hatırlarsınız, 11 Eylülün sonrasındaydı sanıyorum, Bush’un bir konuşması vardı; “iki şey vardır; ya bizdensinizdir, ya da değilsinizdir, teröristsinizdir”

gibi bir açıklaması vardı. Bu süreç içerisinde yeni düşman belirlendi, tanımlandı. “Ne yapmak gerekir; yapılması gereken, birilerini bulup, bu terörizmin başı veya yöneticisi olduğu düşünülen birilerini bulup, onlara karşı bir harekata geçmek gerekir.” Usame bin Ladin “şey” olarak bulundu, Afganistan’dadır diye oraya gidildi. Arkasından Irak’a, Saddam Hüseyin’e karşı bir harekat yapıldı, oraya gidildi. Tüm bu süreçler içerisinde kullanılan askeri güç, büyük ölçüde Amerika Birleşik Devletleri tarafından yönlendirildi ki, bu son derece doğaldır. Çünkü kapitalist sistemde her zaman bir hegemon,

egemen bir devlet, düzenleyici bir devlet gerekir ve askeri konularda jandarma olarak tanımlayabileceğimiz bir devletin varlığı gerekir. Kapitalist sistem içerisinde şu andaki süreç, ulusal şeylerin çok belirleyici olduğu bir süreç değildir; sonuçta, uluslararası sermayenin büyük ölçüde egemen olduğu bir süreçtir. Ama yine de orada bir ulus gerekiyordu ve onun jandarmalığı altında bu mücadele yürütülmeye başlandı.

Son derece tehlikeli bir konuma doğru gidildi; çünkü ilk başta terörist olarak tanımlanan ülkeler veya kesimler Müslüman’dı, İslam dünyasındandı. Hatta doğrudan burayı hedef aldığınız zaman, ortaya ciddi bir problem çıkabilirdi;

yani bu, sanki dinler çatışmasıymış gibi görülebilirdi. O zaman, bunun mutlaka ortadan kaldırılması lazım. Bu, birinci neden. İkincisi, Amerika Birleşik Devletleri, doğrudan kendisi bu işe müdahale ettiği zaman; herhangi bir örgütü, kurumu kullanmadan, bir aracı kullanmadan gittiği zaman, Amerika Birleşik Devletleri tek hedef haline gelecekti. Ki, bildiğiniz gibi, Irak’ta büyük ölçüde böyle oldu. O yüzden, bunların da bir şekilde meşrulaştırılması lazım. O zaman ne yapmak lazım? Burada Türkiye’ye önemli görevler düştü. Çünkü bu dinler arası bir çatışmaymış, kültürler arasında bir çatışmaymış meselesini önlemek için, Türkiye, biçilmiş bir kaftandı, bir ülkeydi; Müslüman bir toplum. Öbür taraftan, jeopolitik olarak son derece kritik bir yerdeydi. Daha önceki süreçte, Amerika Birleşik Devletleri NATO’yla çok iyi siyasal ve askeri anlaşmaları, planları, programları olan bir ülkeydi; yeniden programlar yapmaya çok gerek yoktu, üzerinde birtakım değişiklikler yapılabilirdi. Türkiye, bu yüzden büyük ölçüde bu yapıda uygun bir yerde yer aldı.

Öbür taraftan, biraz önce de söylediğimiz gibi, Amerika Birleşik Devletleri bu yaptıklarını bir şekilde meşrulaştırmak durumunda. Tek başına kendisi giderse, dünyada çok büyük bir Amerika düşmanlığı zaten yayılıyor. O zaman, bunu önlemek için, hem de genişletilmiş bir NATO içerisinde bunun yapılması, Amerika’yı da burada hedef olmaktan büyük ölçüde kurtaracak ve yapılmış olanları, gerçekleştirilmiş olanları da büyük ölçüde meşrulaştıracaktı. Temel hedeflerden bir tanesi de buydu.

Bugüne gelmek istiyorum. “Büyük Ortadoğu Projesi” diye ortaya çıkan proje nedir, nasıl geldi? Türkiye-NATO meselesine biraz daha değinebilir miyim, zamanımız var mı?

OTURUM BAŞKANI- Başlayalı 20 dakika kadar oldu. Bir 10 dakika daha süreniz var.

Yrd. Doç. Dr. ÖZGÜR MÜFTÜOĞLU- Tamam. Büyük Ortadoğu Projesi, bildiğiniz gibi, Tunus’tan Çin’e kadar olan çok geniş, çok büyük bir alanın özgürleşmesi ve buralara demokrasinin gelmesi adına gerçekleştirilen bir proje;

yani özgürlüğü ve demokrasiyi getirmek için Büyük Ortadoğu Projesi büyük ölçüde ortaya atıldı. Nasıl özgürlük, barış ve demokrasi gelecek; Irak’a geldiği, Afganistan’a geldiği gibi gelecek. Ama burada temel niyet ne? Ben birkaç tane şey olduğunu düşünüyorum. Bu bölge, büyük ölçüde kapitalist sistemin bugünkü gereklerine doğrudan ayak uyduran bir bölge değil. Bu, sadece gidip oralarda kültürünü yaymak falan değil. Bunlar da var, ama oradaki temel neden, bu bölgelerin kapitalist sistem içerisine alınması, dahil edilmesi. Nasıl dahil edilecek? Şöyle bir baktığımız zaman, bu ülkelerin büyük bir çoğunluğunda işgücü eğitimsiz, mevcut kapitalist sistemin gelişen koşullarına ayak uydurabilecek ve gidip de üretimin doğrudan yapılabileceği bir ortam yok. Küreselleşme sürecinde, 1970’lerde, 1980’lerde merkezdeki ülkeler ne yapmıştı; Yugoslavya’da, Brezilya’da, Tayvan’da, üretimlerini oraya kaydırıp, oraları bir şekilde ucuz emek pazarı olarak kullanabilmişlerdir. Ama Ortadoğu ülkelerini bu bakımdan kullanamadılar; hem yönetimler buna çok müsait değildi, hem oradaki işgücünün niteliği buna çok müsait değildi. O zaman, buraları ele geçirmek gerekiyor, buralarda bu yapının oluşmasını sağlamak gerekiyor; yani buraların ucuz emeğe dahil edilmesi gerekiyor. İkincisi, buraların pazar olarak kullanılması gerekiyor, yani üretilen her şeyin buralarda satılması gerekiyor. Bugün, Afrika’da, Irak’ta, Suriye’de; çıkartılan teknolojinin çok fazlaca çok hızlı bir şekilde kullanıldığı, yaygın bir şekilde kullanıldığı söylenemez; yani iyi bir tüketici olmadıkları ortada. Buraların biraz daha pazara katılması gerekiyor. Ama bunun ötesinde önemli bir etken de, giderek sıkıntısı duyulan enerji kaynaklarına yine bu yollarla ulaşılması.

Çünkü buralarda büyük ölçüde doğal kaynaklar, petrol ve diğer doğal kaynaklar oldukça zengin. Bunun da aynı şekilde bu süreç içerisinde ekonomiye katmak -genel olarak böyle tabir ediliyor- gerekiyor; çünkü onlar orada atıl duruyor ve kullanılması gerekiyor, hem de en ucuz şekilde bunların alınması ve kullanılması gerekiyor.

Bu arada, Türkiye için özellikle suyu da unutmamak lazım. Sadece enerji değil, su da burada son derece önemli. Su kaynaklarına ulaşmak bakımından da bu projenin önemli bir yeri var. Bu yapı içerisinde, Türkiye’nin NATO içindeki yerine şöyle bir bakmak gerekirse; bildiğiniz gibi, Türkiye, 1952 Kore Savaşı sonrasında NATO’ya dahil ediliyor. Ondan sonraki sürece bakıldığında, askeri anlamda veya siyasal anlamda Türkiye’nin stratejik egemenliğini büyük ölçüde NATO’ya devrettiği görülmekte; yani alınan kararlarda, uygulanacak politikalarda, stratejilerde, askeri anlamda da büyük ölçüde NATO’nun kontrolü içerisinde kalınıyor ve onun çizmiş olduğu perspektif içinden geçiliyor. Peki, bu süreçte Türkiye, NATO içinde aktif olarak söz hakkına sahip mi? Ona baktığınız zaman, onun da söz sahibi olmadığını görüyoruz;

çünkü diğer belirleyiciler temel politikalarını ortaya koyuyor, Türkiye sadece uygulayıcı pozisyonunda kalıyor.

Türkiye'nin bu süreç içerisindeki pozisyonunda ilginç şeyler var tabii. Örneğin, 1962 yılında Küba krizi ortaya çıktığı zaman, Amerika, Sovyetler Birliği’nden, Küba’daki nükleer silahlarını çekmesini istiyor; buna karşılık olarak, Sovyetler Birliği de Türkiye’deki nükleer silahların çekilmesini istiyor. Bu tarihe kadar Türkiye’de toplum, halk, insanlar, Türkiye’de nükleer silah olduğunu bilmiyor.

Toplum, bu kriz sayesinde anlıyor ki, Türkiye’de nükleer silah varmış; yani toplumdan tamamen habersiz bir şekilde birtakım politikaların içerisine giriliyor.

Yine 1989 yılında Berlin Duvarı yıkılmadan hemen önce, NATO’nun bir manevrası, bir tatbikatı var. Tatbikat sırasında, bir işgal halinde Türk topraklarının kurtarılması için, Türkiye sınırları içinde nükleer silah kullanılacağı ortaya çıkıyor. Ama bizim bundan haberimiz yok. Türkiye toprakları içerisinde bir nükleer silah kullanılacak, bunun sonucu olarak da çok sayıda Türkiye vatandaşı yaşamını kaybedecek; ama bundan bizim haberimiz yok, bunda bir söz hakkımız yok, olup olmaması konusunda bize de hiçbir şey sorulmuş değil! Ama bu yapı içerisinde, büyük ölçüde hem ulusal egemenlik ortadan kaldırılmış oluyor; öbür tarafta da Türkiye, kapitalizmin bu sürecindeki yapıya, kendisinin çok da çıkarı olmadan, pasif bir uygulayıcı halinde eklemlenmiş oluyor.

Son olarak şunları söylemek istiyorum: NATO, Büyük Ortadoğu Projesi kapitalist sistemle bütünlüklüdür, büyük ölçüde sermayenin söz sahipliğinde gelişmiştir. Çünkü NATO’nun, Büyük Ortadoğu Projesiyle beraber ortaya çıkacak durumda veya Irak’taki savaşta, Afganistan’daki savaşta, diğer savaşlarda, yenik çıkacak olan savaşlarda oraya gidip de savaşacak olanlar hiçbir zaman sermaye kesiminin, bu kararları verenlerin çocukları olmayacaktır. Buraya gidecek olanlar, işçilerin, memurların, emekçilerin, köylülerin; yani sermayenin dışındaki toplum kesimlerinin çocukları olacaktır, onlar gidecektir.

Bugün Amerikan askerlerine kızıyoruz, ama ayrıntıya inildiğinde ne görülüyor;

Amerikan askerlerinin çoğunun Amerikalı göçmenler, işsizler, güvencesizler olduğunu ve bunların mecburen gittikleri bir yer olduğunu görüyoruz. Irak’ta ölenlerin de, öldürenlerin de bir şekilde aslında bu sistemde hiç de kendilerine söz hakkı verilmemiş, tamamen kullanılan kesimler olduğu görülüyor.

NATO Toplantısı Türkiye'de yapılacak. Buradan “NATO’nun Türkiye'de yapılacak olan bu toplantısını kim destekliyor?” diye bakıyoruz; bu toplantıyı destekleyecek olan, Toplum Gönüllüleri Vakfı, Türkiye Eğitim Gönüllüleri Vakfı gibi sivil toplum örgütleri, yapılacak bu toplantıyı desteklemekte.

Sponsorlar, Garanti Bankası, Motorola, Shell, Nokia gibi uluslararası sermaye

kuruluşları. Yine bunlar sivil toplum örgütleri adı altından gidiyor. TÜSİAD, büyük ölçüde destek oluyor.

Bu toplantının dünya için bir dönüm noktası olacağını, NATO’nun ve bununla beraber de Kazakistan’daki siyasallaşma sürecinde ciddi bir yeni dönüşüm noktası olacağını düşünüyorum. Onun için son derece önemli. Burada alınacak kararların kısa dönemde ve uzun dönemde büyük ölçüde bizim yaşamımızı doğrudan etkileyeceğini, son derece olumsuz şekilde etkileyeceğini düşünüyorum. Bu nedenle, toplum için, kendi çocuklarımız için, Türkiye'de yapılacak olan bu NATO Toplantısının bir şekilde başarıya ulaştırılmaması için elimizden gelenin yapılması gerektiğini düşünüyorum. Teşekkür ederim.

OTURUM BAŞKANI- Özgür bey bize, NATO’nun başlangıcını ve kapitalist sistem itibarıyla gerekliliğini, giderek ülkemizde düzenlenen NATO Toplantısında hedeflenenleri anlattı.

Kısa bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesleğe ilk başladığım yıllarda, tesisat yapmak üzere, Hadımköy Çakmaklı’ da bir NATO tesisinde, Arı İnşaatta çalışıyordum. Orada, yakın bir bölgede birtakım silah depolarının olduğunu öğrendim. Bu silah deposu, Büyükçekmece Gölü’ne bakan rampa üzerinde 8 tane, toprağa gömülü kümbet. Sohbetler sırasında iş gelişince anlaşıldı ki, 60’lı yılarda Küba krizi sırasında konuşulan nükleer silah depoları, İstanbul'un hemen yanı başındaki Büyükçekmece’de. O zamanki teknolojiyle

Kısa bir bilgiyi sizlerle paylaşmak istiyorum. Mesleğe ilk başladığım yıllarda, tesisat yapmak üzere, Hadımköy Çakmaklı’ da bir NATO tesisinde, Arı İnşaatta çalışıyordum. Orada, yakın bir bölgede birtakım silah depolarının olduğunu öğrendim. Bu silah deposu, Büyükçekmece Gölü’ne bakan rampa üzerinde 8 tane, toprağa gömülü kümbet. Sohbetler sırasında iş gelişince anlaşıldı ki, 60’lı yılarda Küba krizi sırasında konuşulan nükleer silah depoları, İstanbul'un hemen yanı başındaki Büyükçekmece’de. O zamanki teknolojiyle

Benzer Belgeler