• Sonuç bulunamadı

- II -

Dr. ERGİN YILDIZOĞLU- İlk bölümde anlattıklarıma şöyle bir tepkide bulunmak olanaklı. Ne olacak yani işte kapitalizm de zaten sık sık krize giriyor, işte bu da krizlerinden bir tanesi. İsmet İnönü’nün dediği gibi “yeni bir dünya kurulur, biz de yerimizi alırız bu krizin içinden” Bildiğiniz gibi kriz zaten sadece yıkıcı değil, aynı zamanda yeni olasılıkların doğmaya başladığı bir ortamdır; bu da geçer ve yeni bir döneme yeni olasılıklarla birlikte açılabiliriz. Küreselleşme gider, yerine daha istikrarlı bir dünya gelir gibi şeyler olabilir. Evet, uzun bir karışıklık dönemi olabilir önümüzde, ama sonunda buradan çıkarız. Çünkü tarihte hep böyle olmuştur. Yani uzun karışıklık dönemlerinin ardından kapitalizm kendisini yenilemiş olarak çıkmış ve yoluna devam etmiştir.

1911-1946 arasına bakarsanız iki büyük savaş, faşizm, devrimler, iç savaşlar var. Bütün bunların ardından 25-30 senelik sakin bir dönem yaşanmış, çok büyük çaplı savaşlar yok, Irak’ın başında boza pişiyor, ama dünyanın geri kalanı da pek bir şey yok diye düşünülebilir.

Bunun çok iyimser bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Çünkü bu seferki küreselleşme dalgası öyle bir yere getirip kilitledi ki bizi, zaman çok hızla geçiyor ve buradan çıkma şansımızı hızla kaybediyoruz diye düşünüyorum.

Yani çok ağır bir şey bu söylediğim. 500 yıllık burjuva ya da kapitalist medeniyetin sonunun gelmiş olabileceğini düşünüyorum. Bu da sorun değil, ne olacak denilebilir. Geçmişte de feodal medeniyetler yıkıldı, yerine kapitalist medeniyet geldi. Kapitalist medeniyet de yıkılır, çöker gider yerine post kapitalist bir şey olur, belki de sosyalist, hatta komünist bile olur. Dolayısıyla yeni dünya kurulur, yerimizi alırız diye de düşünebiliriz. Fakat biraz sonra dilim döndüğü kadar anlatmaya çalışacağım öyle bir sorun var ki, buradaki özgür uygarlık sorunu genel bir uygarlık sorunuyla çakışmaya başladı. Yani dünyanın tümünün, yani insanlığın tarihsel olarak uygarlığını tehdit eden, bu türün devamını tehdit eden bir noktaya gelmeye başladı. Hani bu vahim lafını kullanıyorum, ama durum bu açıdan vahimdir. Bunu anlatmaya çalışacağım.

Bunun da esas faturasını bir taraftan kapitalizme çıkaracağım tabii ki, ama bir taraftan da son 25-30 yılda küresel serbest piyasa oluşturma çılgınlığıyla başlayan büyük metalaşma ve sermaye dolaşımı süreciyle ilişkilendirmeye çalışacağım.

Yine belki bir iki şeyi hatırlamakta fayda var. Bunları biliyorsunuz, kapitalizmin doğası olan şeyler, bildiğimiz şeyler, ama bir altını çizelim.

Kapitalizm piyasa içinde üretir, ücretli emek kullanır ve karını sürekli arttıramadığı müddetçe krize girmeye ve dağılmaya başlayan bir üretim tarzıdır. Dolayısıyla sürekli kar etmek zorunda. Kar edebilmesi için de sürekli üretmek zorunda. Üretimi devam ettirebilmek içinse ürettiği malları satması lazım. Bunun için de sürekli olarak tüketimi körüklemesi lazım. Ama insan ihtiyaçları sınırlı, dolayısıyla bu sınırlara doğru yaklaşmaya başladığında bu sefer yeni gereksinimler üretmeye başlaması lazım ve dolayısıyla hem tüketim artmalı, hem tüketim gereksinimi artmalı. Kapitalizmin böyle bir dinamiği var.

Hatta Marx, Grundrisse’ de çok büyük bir öngörüyle bunu saptıyor, diyor ki

“kapitalizm önce yeni üretim noktaları kurarak genişler ve ondan sonraki aşamada yeni tüketim noktaları üretmeye başlayarak, yeni ihtiyaçlar üretmeye başlayarak genişler”. Adam 150 sene sonra içine düşeceğimiz dinamiği o zaman mantıksal olarak yakalamış. Kapital’de yok bu tespiti, ama kendi notları arasında var.

Bir özelliği daha var kapitalizmin; yaptıklarını sık sık yıkıyor ki yeni yatırım alanları açılsın. Binalar yapılıyor, yıkılıyor, ama bir taraftan da fazla ürettiklerini de tüketmek zorunda, ya da tüketemezse bir yerlere tıkıp bekletmek zorunda. İşte biliyorsunuz, hala oluyor mu bilmiyorum, ama çocukluğumda fiyatlar düşmesin diye denize domates, patates vb. dökülürdü fazla üretildiği için. Şimdi ise daha trajik bir durum var: Afrika’da millet açlıktan ölürken Avrupa Birliği’nin gıda depolarında etler, sütler duruyor ve oraya kimse bunları tüketsinler diye göndermiyor. Amerika ve Avrupa’da aşırı tüketimden dolayı, aşırı beslenmeden dolayı ortaya çıkan sorunları çözmek için sadece Amerika’da yılda 11 milyar dolar harcanıyor. Öbür tarafta ise insanlar malum açlıktan ölüyor. Kapitalizm yani bildiğiniz çok genel bir kurum, ama bu olayın tuhaflığını göstermek açısından önemlidir.

Küreselleşme döneminde ne oldu diye tekrar geri dönersek, kapitalist ilişkiler daha da yaygınlaştılar ve derinleştiler. Bu demektir ki, üretim ve tüketim süreçleri ve normları daha da yaygınlaştı ve derinleşti, dolayısıyla kapitalizmin sorunları daha da yaygınlaştı, derinleşti. Bir sonraki krizle karşı karşıya kaldığımızda da çok daha geniş çaplı kalmak durumundayız. Bu noktada kapitalizmin geldiği üretim, tüketim ve enerji gereksinimi üzerinde yaşadığımız gezegenin kaynakları üzerinde dayanılmaz bir baskı yapmaya

başladı. Yani madenlerin çıkarılması, enerjinin çıkarılması, kerestenin sağlanması, suyun kullanılması, gıdanın üretilmesi devam edemeyecek bir noktaya, üzerindeki nüfusu taşıyamayacak bir noktaya gelmeye başladı. Bir de buna ek olarak küresel ısınma diye bir sorunla karşı karşıya kaldık. Geçtiğimiz 50-60 yıl içinde, çevre kirlenmesi olmasa bile bu başlı başına büyük bir bela.

Çünkü bunun etkisiyle su kaynakları tahıl üretimi, kimi canlıların yaşadıkları eko sistem yok oluyor. Ayrıca, küresel ısınmanın etkisiyle iklim sisteminde istikrarsızlıklar oluşmaya başlıyor. Dediğim gibi çevresel kirlenme olmasa bile, küresel ısınmadaki trend başlı başına gezegen üzerindeki tüm canlıları,belki karafatmalar filan hariç yok etmek kapasitesine sahip.

Çok çarpıcı bir istatistik vermek istiyorum: Bugünkü trendler devam ederse, önümüzdeki yüzyılın sonuna kadar dünyanın ısısının 6 derece yükselmesi bekleniliyor. Ama bundan önce, yani 600 milyon yıl önce dünyanın ısısı 6 derece arttığı zaman üzerinde yaşayan türlerin yüzde 95’i yok olmuş; böyle bir fark yaratmış 6 derece. 1 veya 2 derece arttığı zaman tüm tarım sistemleri allak bullak olmaya başlıyor. Bu yılın başında artık bu konuda borazanla bağırılmaya başladı. Birleşmiş Milletler bünyesinde Hükümetler Arası İklim Değişikliği Panelinin Başkanı Dr. Rajendra K Pachauri bir oturumda şöyle diyor: “Çevre kirlenmesinin neden olduğu küresel ısınma çok tehlikeli bir düzeye ulaştı, neredeyse gecikeceğiz, engelleme noktasını geçecek.” Bugüne kadarki en geniş iklim araştırması Oxford Üniversitesi’nde yapılmış deniliyor.

Bu araştırmanın sonuçları durumun, Hükümetler arası Panelin vurgularından iki kez daha kötü olduğunu gösteriyor. Şubat ayında dünyanın önde gelen 200 iklim değişikliği uzmanı, bizim Tony Blair’ in çağrısıyla, -adam hiçbir işe yaramaz, ama buna yaramış besbelli ki- Excite Üniversitesinde toplandı. Bu uzmanlar bir rapor hazırladılar ve insanlık gözlerini kapatmış bir biçimde dünyanın sonuna doğru yürüyor dediler. Mart sonunda doksan beş ülkeden 1300 bilim adamının altında imzası olan bir rapor yayınlandı ve “dünyanın uçurumun kenarına geldiği” söylendi. Çünkü dünya için yaşamsal öneme tabi 24 ekosistemden 15’i ciddi ölçüde, belki de bir daha onarılamaz biçimde hasar gördü diyor rapor. Bunun son 50 yılda ve özellikle son 20 yılda gerçekleştiğini, ekonomik gelişmelerin etkisiyle, aşırı tüketimin ve kaynakların hesapsız kullanımının etkisiyle oluştuğunu ifade ediyor ve şöyle devam ediyor: “Aşırı tüketim ve kaynakların hesapsız kullanımı insanlığı bir felaketin eşiğine getirmiştir.”

Washington’da Worldwatch Institute var, “Dünya Gözlem Enstitüsü”, ilk kez 15 yıl önce ekonomik koşullarla çevre koşulları arasındaki ilişkileri araştıran bir değerlendirme yapmış ve Enstitünün o zamanki başkanı şöyle demişti:

“Önümüzde en fazla 40 yıl kaldı, eğer 40 yıl içinde tedbir alamazsak, geri dönülemez bir noktaya geleceğiz”. Açıklamanın üzerinden 15 yıl geçti, hiçbir

tedbir yok ortada. Kyoto Antlaşması var, ama imzalayanlar bile uymuyorlar.

İmzalamış olanların çalışmaları hedeflerin ancak %30’u ile %47’si arasında.

Alman Hükümeti’nin bu konuda bir araştırması oldu: “Bugünkü düzeyi koruyabilmemiz için Kyoto’ nun hedeflerini 4 kat arttırmanız lazım ” diyor.

Peki, bu kuramsal işler bizi nasıl etkiliyor bugün? Geleceğe ilişkin sorunlar bunlar diye düşünmek mümkün ve bugün pratikte bizi etkiliyor. Ani ve şiddetli yağışlarla, gittikçe sıklaşan sel felaketleriyle, sertleşen ve mevsim dışında oluşan fırtınalarla etkiliyor. İlk defa örneğin, bu sene güney yarım kürede kasırga oluştu. Güney yarımkürenin tarihinde mümkün değil, kasırga olmaması gerekiyor. Ani ısı değişikliklerinden dolayı insanlar, özellikle yaşlı nüfus arasında ani ölümler oluyor, çok büyük can ve mal kaybına yol açıyor. Üstelik birtakım veriler var, sigorta şirketleri bu işlerle uğraşmaya başladılar. İlginçtir sigorta şirketleri şimdi yeşilleşmeye başladılar, küresel ısınmaya karşı çare üretilmesi için çaba gösteriyorlar, çünkü çok fena halde batmaya başladılar.

Bu arada tabii ki kutuplardaki buzlar eriyor. Dünyanın en büyük buzdağı çatladı ve denize düştü. Bu sene Afrika’daki Klimanjaro’ nun karları erimiş, daha doğrusu buzullar eriyor, dolayısıyla bu sular bir yere gidiyor, denize gidiyor ve denizin seviyesi yükselmeye başladı. Çok kötümser olmayan bir hesaba göre 50 yıl sonra ortalama 5 m yükselebilir deniz suyu seviyesi. Bu demektir ki Amsterdam, Venedik yok olacak. Londra’nın büyük bir kısmı yok olacak, New York’un büyük bir kısmı, yani dolayısıyla çok büyük bir maddi ve yaşamsal problemle karşı karşıyayız. Bu da yetmiyor, bu sular yükseldiği zaman tatlı su kaynaklarına da karışacak, o zamanda temiz su kaynakları tuzlanacak ve kirlenecek.

Tabii ki bu arada ısınmadan dolayı doğal rezervuarlar da düşmeye başlamış olacak ve okyanuslara yağan asitli sular okyanuslardaki yaşama koşullarını gittikçe bozacak, dolayısıyla bizim balık stoklarımızı etkilemeye başlayacaktır.

Okyanuslardaki balıkları bir tarafa bırakalım şimdilik. Önemli, ama tatlı su seviyesinin gerilemesinin çok daha acil sonuçları var ve hemen onları görmeye başladık. Tahıl üretimini çok olumsuz etkiliyor. Mesela, tahılların büyüme mevsiminde 1 derecilik sapma yüzde 11 verim düşüklüğüne yol açıyor ki, önümüzdeki dönemde 1 derece artması çok olağan bir şey. Yani her sene bu değişiklikler olmaya başladı. Buysa gıda arzında istikrarsızlık yaratacak. Buna karşılık nüfus, yani Malthus denklemi var burada, buğday üretimi nüfusun tüketim talebini karşılayamaz bir duruma gelmeye başladı. Arz-talep arasında 8 milyon ton gibi bir fark oluşmaya başladı.

Buraya önemli bir jeopolitik faktör olarak Çin giriyor. Çin kendi ihtiyacının dışında ilk defa buğday ithal etmeye başladı ve basınç yaratmaya başlıyor.

çevre koşullarından dolayı karşı karşıya kaldığımız bir uygarlık sorunu var.

Yani var olacak mıyız, olmayacak mıyız?

Tarihte ilk uygarlık biz değiliz. Dolayısıyla geçmişteki uygarlıklara ne oldu, nasıl yaşadılar, acaba nasıl yok oldular, nasıl yaşamaya devam ettiler diye bir araştırma yapmakta fayda var, yapanlar da var. Bu sene Prof. Jared Diamond’

un “Çöküş:Toplumlar Başarılı ya da Başarısız Olmayı Nasıl Seçiyorlar?” adlı ilginç bir kitabı elime geçti. Çok ilgi çekti kitap, çok bilimsel bir çalışmaydı ve buldukları da neredeyse bayağı, ama bayağı olduğu ölçüde korkutucuydu.

Çünkü kitabında şöyle söylüyor kısaca: “Çöküşler hemen her zaman toplumun kendi varlığını sürdürmesine olanak sağlayan doğal koşulları tüketmesiyle başlıyor” diyor. Evet, bunu biliyoruz zaten, ama tarihte bunun karşımıza birçok örneğiyle gelmesi başka bir şey. Hemen şu soruyu soruyor o zaman:

“Peki, iyi de o toplumun egemen sınıfları, yöneticiler niye tehlikeyi görmüyorlar ve gereken tedbirleri almıyorlar?” Yine bunun üzerine yaptığı araştırmanın bulguları çok bildik, çok aşina olduğumuz için zaten korkutucu.

Çünkü yine aynı şeylerin olduğunu görüyoruz. Yöneticiler, zengin sınıfın üyeleri dikkatlerini zenginleşmeye, birbiriyle rekabet etmeye, savaşlar, anıtlar dikmeye ve tüm bu etkinlikleri desteklemek için köylüyü, üreticiyi mümkün olduğu kadar çok sömürmek gibi kısa bir hedefin üzerinde yoğunlaştırıyorlar.

Böyle olunca ellerindeki kaynakları tüketiyorlar. Bir uygarlık gelişmesinin zirvesine ulaştıktan sonra 15-20 yıl gibi bir süre içinde trend dönmeye başlayabiliyor ve biz de trendin döndüğü bir noktadayız diyor.

Devam eden uygarlıklar da var. Hem devam eden uygarlıklara, hem çöken uygarlıklara iki çarpıcı örnek var. Bu örneklerden biri çok çarpıcı; Solomon Adaları. Kocaman heykeller vardır bu adada. Uzunca bir süre insanlar, “niye hiç insanlar yok, bu heykeller buraya nasıl geldi?” diye sordular. Uzun araştırmalardan sonra adada bir medeniyetin olduğu ve adanın ağaçlık bir yer olduğu tespit edildi. Bu adanın insanları yemişler, içmişler, ağaçları da sonuna kadar kesmişler, adada yiyecek içecek kalmayınca adadan kaçmaya karar verdiklerinde, bakmışlar ki gemi yapacak ağaç yok ve sonunda birbirlerini yemişler ve kaçamadıkları için de yok olmuşlar.

İkincisi de Japonya, tam tersi bir örnek, Şogun Savaşları. Feodal dönemin sonu ve Japonya yangın yerine dönmüş. Muazzam savaşlar olmuş ve nihayet Şogun’

lar arasındaki barış imzalanmış. Barış imzalandıktan sonra Japon feodal sınıfı durmuş, bakmış etrafına yeniden inşaat sürecine başlamış. Ağaçlar dikilmeye başlanmış, yollar, su yolları yapılmış ve dolayısıyla tüm Şogun savaşları dönemindeki tüm yıkımı yememişler, içmemişler, onarmışlar.

Peki, biz ne durumdayız burada? Küresel serbest piyasa kurmak projesi Dünya Ticaret Örgütü ve IMF programları bizi nereye getirdi? Şöyle bir yere getirdi:

20-25 yılda meta üretimi, dolaşımı ve tüketimi, ayrıca bunları taşıyan kültürel biçimler daha önce ulaşmadıkları yerlere ulaştılar, hızla yaygınlaştılar, derinleştiler ve tüketim arttı. İyi de kim tüketiyor? Dünyada yaklaşık 3 milyar insan, yani toplam nüfusun yaklaşık yarısı günde 1 Dolardan daha düşük bir düzeyde yaşıyor. Demek ki bunlar değil tüketenler. Üstelik bunların 1,1 milyarının ise temiz suya erişimi yok, yani pis suyla yaşıyorlar. Peki, kim tüketiyor? Dünya Gözlem Enstitüsü bir araştırma yapmış, başka bir yerden bakmış; televizyon, telefon, Internet kullananlar ve bunların taşıdığı düşüncelere erişen nüfus üzerinden tüketiciyi hesaplamış ve dünyada küresel düzeyde 1,7 milyar nüfuslu bir tüketici sınıfının olduğuna karar vermiş. Yani dünya nüfusunun yüzde 30’u aslında küresel normlarda tüketici ve bunlar üzerinden birtakım veriler üretmiş. Örneğin, bunların tüketim kapasitesi 1960’larda 4,8 trilyon Dolarmış, 2000 yılında 20 trilyon Doların üstüne çıkmış.

Küresel ısınma 1970’lerin ikinci yarısından bu yana giderek hızlanmış, Birleşmiş Milletler su raporuna göre dünyada kişi başına temiz su miktarı 1970’de 13.000 m³ iken, 2003’e geldiğimizde bu 6600 m³’e gerilemiştir. Bu verilerdeki değişim küreselleşme dediğimiz döneme denk düşüyor.

Tüketicilere dönelim bakalım yine, bu 1,7 milyar tüketiciye. Dünya Gözlem Enstitüsü’nün hesaplarına göre, dünya nüfusunun yalnızcı yüzde 11.6’sının yaşadığı Amerika, Avrupa ve Kanada’da dünya tüketiminin yüzde 60’ı gerçekleştiriliyor. Dünya nüfusunun yüzde 45’inin yaşadığı yoksul ülkelerde ise yüzde 7.9’ı gerçekleştiriliyor.

Çok ilginç küçük bir tablom var, onu da aktarayım sizlere: Karbondioksit üretimi mega gram . Avrupa Topluluğu 1990’da 3.3 milyon mega gram üretiyormuş, 2000 yılında hâlâ 3,3 milyon mega gram üretiyor. Kanada 471 milyon mega gram üretiyormuş, 571’e çıkmış, Amerika 4,9 milyon mega gram karbondioksit üretiyormuş, 2000 yılına geldiğimizde 5.8 milyon mega grama çıkmış. Demek ki Batıdaki, özellikle Amerika’nın burada gördüğünüz gibi karbondioksit tüketimi kapasitesini görmek mümkün. İşte tüketim kapasitesini karşılama için gezegenin geri alanı kurban ediliyor.

Biraz yakından bakarsak, sömürgecilik dönemine kadar gidelim. Konfisadorlar var, hani gidiyorlar, Latin Amerika’yı filan talan ediyorlar. Onların talanını biliyoruz, çünkü onlar Astek ve İnkaları yok etmişler, arkasından gelen sömürgeciler yerli halkın birikmiş servetlerine el koymuş, madenlerini almış, köle olarak kullanmış, dolayısıyla modern kapitalist uygarlık böyle başlamış.

Bunları biliyoruz, ama bunlar eskiden oldu, artık böyle bir talan yok diye düşünüyoruz. Ama var aslında ve daha felaket bir talan var.

1980’lerden bu yana neoliberal politikalar GATS, Dünya Ticaret Örgütü,

büyük imtiyazlar getirdi. Tabii bunlar ortada işgal ve askeri güç olmadığı için sessiz bir şekilde hareket ediyorlar, ama geldikleri bölgelerde altın, bakır, uranyum, petrol ve kereste gibi alanlarda olağanüstü talan yapıyorlar, çevreyi kirletiyorlar, milyonlarca insanın sağlığını tehdit ediyorlar, su rezervlerini kirletiyorlar, ekolojik sistemin yıkıntısına katkıda buluyorlar ve gidiyorlar.

Karşılık verenleri, direnenleri de ya yerel bir asker, orduyla yahut da kendi özel kuvvetlerini kullanarak silahı da işin içine sokarak öldürüyorlar. İşte Nijerya’da bunun çatışması oldu, Brezilya’da sık sık köylülerle, madencilerle şirketler arasında çatışmalar çıkar. Shell’ in başı şiddet kullanmasına yol açtığı için belaya girdi.

Şimdi iyi de bir de madalyonun öbür yüzü var. Dünyanın küçük bir kısmı acayip tüketiyor. Peki, dünyanın büyük bir kısmının da tüketmeye hakkı yok mu, onların da tüketmeye hakkı var. Yani dünyanın üçte biri, yüzde 11’i yüzde 60’ını tüketiyor, geri kalanı da tüketsin diye düşünmek mümkün ve haklarıdır.

Ama biri çıkar der ki “yahu, ne alakası var? Afrika’nın Avrupa’dakinin tüketim kapasitesine ulaşması gibi bir şansları yok.” Küreselleşmenin dışına düşmüş yerlerde böyle bir olasılık yok, ama başka bir şey var. Doğu Avrupa’da 100 milyon insan, 10-15 sene içinde Avrupa’nın ortalama tüketim düzeyine ulaşacak. Şimdi Hindistan hızla geliyor, petrol ithalatı artıyor, Çin’in tahıl ithalatı artıyor.

Somut bir örnek vereyim: Bugün Çin’de 20 milyon otomobil var, 2050 yılına kadar bu sayı 120 milyona çıkacak. Buna televizyon, cep telefonu, ev için kereste, sanayide kullanmak üzere madenleri ve suyu da ekleyin, bunların üreteceği karbondioksiti, klor gazlarını, bunları üretmek için oluşan atıklarının çevre üzerindeki etkilerini düşünün, ondan sonra da dönün buna 1.1 milyar insanın yaşadığı büyük Ortadoğu’yu da ekleyin. Yeniden yapılandıracaklar, piyasa, demokratikleşme, v.s.bunun altında kalkmak mümkün değil. Yani bu gezegen, bu medeniyet bunun altından asla ve asla kalkamaz. İyi de peki ne olacak? Şöyle bir yere kilitlenme durumundayız. Bu medeniyet kendisini yeniden üreten ve yaşatan kurumları da imha ediyor bir taraftan. Bana düşmez burjuva medeniyeti destekleyen kurumların kendini nasıl imha edip etmediğini açıklamak, onun için üç tane muhafazakar yazarın gözlemlerini aktaracağım.

Katolik tarihçi-felsefeci Jhon Lucas ve Amerikalı bir kent yaşam araştırmacı Janette Jakopson. İkisinin de bu konuda çalışmaları var, ikisinin de ulaştığı sonuç aynı: Uygarlık kendini destekleyen ve yeniden üreten kurumları hızla yıpratıyor diyor ve örnek veriyorlar. Devlet yönetimi, kamu alanları yok oluyor, vergi sistemi dejenere oluyor, paralar istikrarsız, demokrasi dejenere oluyor, çünkü hükümetler alınıp satılmaya başlanıyor, aile hayatı sürdürülemiyor. Burjuva medeniyetlerinin en önemli alanlarından birisi, kişisel, özel alan yaratmış olmasıdır; bu imha olmaya başlıyor.

Burjuva medeniyetinin önemli bir özelliği kurumsal eğitimidir. Ama akademik eğitim yok olmaya başlıyor. Çünkü akademik eğitim bilimsel araştırmaya değil, iş bulmak için sertifika üretmeye kurgulandı artık diyorlar. “Kitle iletişimin getirdiği ilişkilerden bir de okuma alışkanlığı -bu medeniyet bir okuma medeniyetidir, çünkü okuma, televizyon, sinemadan farklı bir şey, çok özel, sübjektif bir yanı olan bir şey okuma- kayboluyor, yazma alışkanlığı gidiyor. Bilimsel metodolojinin içine yabancı disiplinlerden yani rasyonalizme uymayan, sosyolojiden gelen, felsefeden, teolojiden gelen unsurlar girmeye başlıyor ve sulandırıyor metodu” diyor. Tarih bilinci zayıflamaya başlıyor.

Yani nereden geliyoruz, gelenek kimdir, ne oldu filan diye buna gelecek kavramını da ekleyebiliriz. Modernitenin ya da burjuva medeniyetinin en

Yani nereden geliyoruz, gelenek kimdir, ne oldu filan diye buna gelecek kavramını da ekleyebiliriz. Modernitenin ya da burjuva medeniyetinin en

Benzer Belgeler