• Sonuç bulunamadı

ALİ EKREM’İN DERGİ VE GAZETELERDE YAYIMLANMIŞ YAZILARI

1. Tahlil ve Tenkit Yazıları

2.3.3. Mükâlemat-ı Ahlâkiyyeden 3 153

A. Ekrem’in “Mükâlemât-ı Ahlâkiyyeden” serisinin üçüncü parçası olan bu hikâyede terbiyeli, edepli olma üzerinde durulur. İki arkadaş Sabit ve Remzi ile Sabit’in ağabeyi arasında geçen konuşmalardan oluşur.

Sabit ile Remzi çok eski arkadaşlardır. Neredeyse sekiz yıldan beri birbirlerini tanırlar. Çocuklukları beraber geçmiştir. Şimdi ise idadiye gitmekte olan iki öğrencidirler.

Bir gün bir araya gelerek ders çalışır, bir matematik denklemini çözmeye uğraşırlar. Sabit, denklemi çözmek için uğraş verirken Remzi ona pek yardımcı olmadığı gibi sürekli itiraz eder. Sabit’in sayıları istediği gibi hareket ettirdiğini, sonucu yanlış çıkardığını söyler.

Sabit ise Remzi’ye öğretilen denklem kurallarına göre sonucu bulduğunu, istediği gibi sayıları hareket ettirmediğini açıklamaya çalışır; kendisinin çözmesini teklif eder. Remzi ise Sabit ile alay etmeye başlar:

“Estağfurullah efendim! Hiç huzûr-ı âlinizde bendeniz riyaziye meselesiyle uğraşmaya cüret edebilir miyim? Siz riyaziye kitapları telifine muktedirsiniz, yakında namınız Avrupa’da neşrolunan lügat kitaplarına geçecek!” (s. 323)

Sabit Remzi’nin bu gibi alaylarına karşılık sabırlı davranarak alttan alır, ona denklemi açıklamaya devam eder. Bu sıralarda Sabit’in ağabeyi odaya gelir, bir köşede sessizce onları dinlemeye başlar. Remzi alaylarında daha da ileri gider, Sabit sabırla açıklamaya devam eder ve arkadaşını sakinleştirmeye çalışır. Ancak Sabit açıkladıkça Remzi ikna olmaz, itirazlarını sürdürür:

“Aman birader, sen bedâheti inkâr etmeye kalkıştın: “Muâdele” kelimesini telaffuz eder etmez öğrendiğimiz, ispat ettiğimiz kaideleri hep unuttun mu? Bari meseleyi ta hesâp-ı âdiden tutturalım: 9 – 4 = 5, doğru mu, değil mi?

152 Ticarete olan bu bakış H. Ziya’nın Ferdi ve Şürekâsı adlı romanına da yansımıştır. Burada bir ticaretgâh sahibi olan Ferdi Efendi kereste tüccarıdır.

153 A(yın) Nadir, Servet-i Fünûn, C. XI, nr. 281, 18 Temmuz 1312/30 Temmuz 1896, ss. 323–327.

(Alıntılar, bu baskıdandır.)

176 Doğru ama, ne şart ile? ‘nâkıs’ diye bir işaret çıkarmışlar, iki adedin arasına

girerse birinin öbüründen tarhı lazım gelir buyurmuşlar; bir de “ müsâvi” işareti ihdâs olunmuş, şimdi siz 9 – 4 = 5 diye allâmelik satıyorsunuz. Ben bu işaretleri kabul etmeye neden mecbur olayım? Hâlâ adette şüphe var; adet zâid tarafından da nâkıs tarafından da nâ-mütenâhi imiş! Bu ne demek? Benim küçücük beynime nâ-mütenâhi fikri nasıl sığacak? Bir de “sıfır” denilen mahluk var ki aman yarabbi!... Tayîn-i mâhiyyetinde Eflatunlar aciz kalır: Adedin soluna geçerse hükümsüz, sağına gelirse birçok şeyler ifade eder; kendi kendine kalırsa adem-i sarf! Kainatta adem tasavvur etmek, sonra ona bir şekl-i hârici vermek! Bunları olsa olsa sizin gibi erbâb-ı dehâ’et anlayabilir. Sizin gibi fatîn, gayûr olmalı da…”

(s. 324)

Remzi itirazlarına mantıklı sebepler gösteremez. Aslında onun itirazları Sabit’in çözümüne değil, matematiğin kurallarınadır. Bu konuşmalardan anlaşılıyor ki Sabit çalışkan ve gayretli bir öğrencidir. Bu sebeple arkadaşı Remzi onu kıskanmakta, onunla alay etmektedir. Sabit ise Remzi’nin alaylarına hiç karşılık vermez, ona doğruyu göstermeye çalışır:

“Pek güzel şairlik yapıyorsun birader: Parlak parlak tezadlar, hoş hoş tabirler;

mamafih hakikat sabittir, senin hakikat-i mahz olduğuna vicdanen emin olmakla beraber bana canın sıkıldığı için inkâra kalkıştığın mübâdi-i riyâziyeyi bugün on yaşındaki çocuklar bilir, teslim eder. Böyle bir meselede muannidlik edişine pek ziyade teessüf ederim. Herkes senin gibi teslim-i hakikatte tereddüt göstereydi âlem-i insâniyete medâr-ı şeref olan eâzım-ı hükemânın meydana koydukları hakâyıktan bir fâide husulü mümkün olur muydu; Remziciğim niçin böyle yapıyorsun? Sana kaç kere söyledim, teslim-i hakikat lâzıme-i fazilet bir marifettir.

Kimin ağzından çıkarsa çıksın doğru bir sözü kabulde tereddüt gösterilmemek iktizâ eder. Güneş nereden tâli olursa olsun yine güneştir. Ona matla olan yerin bir şahika-i zümürrüdin veya bir hazîz-i sengîn olmasında fark yoktur.” (s. 324)

Remzi ise alaylarını artık hakarete vardırmıştır. Onun kibirli, öfkeli olduğunu;

kendini büyük, Remzi’yi ise hep cahil, hakir gördüğünü; adeta kendini âlim sandığını söyler. Ancak asıl âlim kendidir; Sabit hiçbir şey bilmemekte, kimseye riayet etmemektedir. Sabit incinmiştir. Ondan çocukluklarından beri devam eden arkadaşlıklarının hatırına hakaretlerine son vermesini rica eder, söylediği her sözün onu gözünden düşürdüğünü söyler. Hem bu hakaretleri hak edecek hiçbir şey yapmamıştır.

Remzi ise daha da hırslanarak hakaretlerine devam eder, Sabit’in kişiliğinden sonra dış görünüşüne saldırmaya başlar:

“Hem Beyefendi, biraz daha adâb-ı terbiyeye muvafık surette konuşalım: Ben sizin neden Remziciğiniz oluyorum? Aramızda bu teklifsizlik nasıl hâsıl oluyor?

Anlayamadım. Senelerimiz birbirine hiç müsâvi değil: Deminden hem-sinniz buyurdunuz ama, siz benden yedi sekiz yaş büyüksünüz, siz adeta çirkinsiniz, ayineye beraber baksak aksiniz bile sizden istikrah eder.” (s. 325)

177 Sabit ise onun hakaretlerine karşılık vermez, sükûnetini korur, onu sakinleştirmeye çalışır:

“Vallahi yazık, bir saatten beri mübâhase yerine mücadele ettik, ömr-i beşerin hayât-ı maddiyâta nispetle asırlar kadar kıymet-dâr olan bir saatini boşuna münakaşa ile öldürdük! Hakkını teslim ettim birader; ben muannidim, mütekebbirim; sana meramımı anlatabilecek bir lisan bulamadım. Bu kusurlarımı afv et. Hem artık mübahaseye devam etmeyelim. Vakit de geçti… Haydi seninle gezmeye çıkalım, biraz hava alırız…” (s. 325)

Sabit’in bu sözleriyle A. Ekrem, zamanın önemine de temas eder. Böyle boş tartışmalarla vakit kaybedilmemelidir.

Sabit’in bir köşede onları dinleyen ağabeyi konuşma bu raddeye gelince dayanamaz, yerinden kalkar, yanlarına gelir. Sabit’e Remzi’nin sürekli hakaretlerini artırmasına rağmen neden hiç karşılık vermediğini sorar. Sabit cevap verir:

“Nasıl mukabele ederim ağabeyciğim, utanmaz mıyım? Hâcemiz ikimize beraber söylemiş idi hâlâ hatırımdadır: “Tahkiri sevenler bil-nefs muhakkar olanlardır.

Onları tahkir için kelime bulunamaz; bulunsa da insan olanların hayâsı mukabeleye manidir.” (s. 325)

Sabit, utandığı için Remzi’ye cevap verememiştir. Hem hocasının da söylediği gibi en çok tahkir edenler aslında hakarete uğrayanlardır. Aldığı bu cevap ağabeyinin çok hoşuna gider, Sabit’e yakışanın da bu olduğunu söyler. Sonra Remzi’ye döner ve ona yaşça büyüğü olarak bazı nasihatlerde bulunur:

“Aferin kardeşim, senden bu muamele me’mûl idi. Evet, hayâ en büyük mezâyâ-i insâniyyedendir. Hayâsız olanların ne ahirette Cenâb-ı Hakkın huzuruna çıkmaya, ne dünyada insanlarla muârefe peyda etmeye yüzü olur. Remzi Beyefendi, size yaşta büyüğünüz olduğum için bir nasihat vereyim: Çehrenize hiddet kanları değil, hayâ renkleri dolmalıdır. Muhatabınızın nazarına cehennemden kopmuş ateş–

pâreler gibi görünmeye çalışmayın; herkesi etrafınızdan kaçırırsınız. Edip olan edepli hayalı olur; âlim iseniz ilminizi edebinizle takdir ettirebilirsiniz; hayâsızlık bir haslet-i kabîhadır ki müptelası makdûhiyetten kurtulamaz; hayâsız olanları bütün âlem-i insâniyet terzîl eder; herkes bunların mahiyetini ortaya koymak için çalışır. Zamandan, o âfâka şamil olan kânûn-ı tabiiden çok korkunuz; herkesi tahkir edeyim derken kendiniz insanların en muhakkarı olursunuz: Dünyada yüzünüze bakan kalmaz.” (s. 326)

Remzi insanlara böyle öfkeyle yaklaşır, hakaretler ederse herkes ondan uzaklaşacaktır. A. Ekrem, Sabit’in ağabeyinin bu sözleriyle okuyuculara terbiyeli olmaları, kimseye hakaret etmemeleri mesajını vermek ister. Sabit’e ise Remzi’nin en ağır hakaretleri karşısında bile karşılık verdirmeyerek onu adeta bir sabır timsali olarak gösterir.

178 Bu açıdan Sabit, idealize edilmiş bir kahramandır. Böylelikle asla yapılan hakaretlere karşılık verilmemesi, hakaret eden kişilerin seviyesine düşülmemesi gerektiğini anlatmak ister. Çünkü edepli insana bu yakışmaz. Hem hakaret edenleri zaten insaniyet rezil edecek, en çok hakaret görenler onlar olacaklardır.

2.3.4. Mükâlemat-ı Ahlâkiyyeden 4154

A. Ekrem’in “Mükâlemât-ı Ahlâkiyyeden” adlı ahlâka dair çeşitli konuları işlediği hikâye serisinin dördüncüsü çocuk bakımına dairdir. Hikâyede kundaktan beşik ve salıncağa, çocuğa verilen yiyeceklerden annenin yediklerine kadar pek çok konu üzerinde durulur. Şakir Bey ve yeni bebek sahibi olmuş bir arkadaşı ile onlara sonradan katılan Şakir Bey’in babası arasında geçen konuşmalardan oluşur.

Şakir Bey, son derece bilinçli bir babadır. Bilime, tıbba inanmış; özellikle çocuk bakımına dair pek çok şey okumuştur. Çocuğunu da geleneksel yöntemlere göre değil, tıbbın bulgularına göre yetiştirmektedir. Arkadaşı ise baba olalı henüz dört ay olmuştur.

Çocuk bakımı konusunda da pek bilgi sahibi değildir. Şakir Bey onu bu konuda bilinçlendirmek ister. İlk olarak arkadaşına çocuğu kundak yapıp yapmadıklarını sorar.

Arkadaşı ise kundak yapmadan olmayacağını; yoksa çocuğun belini tutamayacağını, kucağa alınamayacağını söyler. Şakir Bey buna karşı çıkar. Avrupalıların çocuklarını hiç kundak yapmadıklarını ama çocukların gayet sağlıklı olduğunu belirtir. Arkadaşı, Avrupalıları örnek aldığı için Şakir Bey’i alafranga meraklılığı ile suçlar. Şakir Bey doğruları söylemenin taklitçilik olmadığını arkadaşına açıklar. Çocukların kundak yapılmaması bütün doktorların kabul ettiği bir gerçektir:

“Amma tuhaf fikir ha! Doğru bir tavsiyede bulunmak Frenk mukallidliği midir?

Kundağın ne kadar muzırr bir şey olduğunu bugün herkes biliyor. Böyle mazarratı bütün etıbbâ tarafından beyan olunan bir şeyi kabulde ısrar eylemek bedâheti inkâr etmek değil midir? Bak ben çocuğumu büyük validesinin hatırı için altı gün – o da sıkmamak şartıyla- kundağa koydum. Sonra evin hekimi geldi. Bizi bir iyi azarladı; çocuğu beline bir faska sardıktan sonra bir don bir gömlek ile bırakıverdi. Bi’t-tab üzerinde fanila örtüsü var idi. Odanın harareti de on sekiz dereceden aşağı düşürülmüyordu.” (s. 375)

Arkadaşı ikna olmamıştır. “Hepimiz kundakta büyüdük de bir zararını mı gördük”

diyerek kundağın zararlarını ispat etmesini ister. Çünkü her ne kadar tıbba inansa da doktorların çok hata yaptıkları düşüncesindedir. Bu sebeple doktorların dediklerine pek

154 A(yın) Nadir, Servet-i Fünûn, C. XI, nr. 284, 8 Ağustos 1312/20 Ağustos 1896, ss. 374–379. (Alıntılar, bu baskıdandır.)

179 kulak asmamaktan, eski usulleri sürdürmekten yanadır. Şakir Bey, sadece doktorların değil bütün bilim adamlarının hataya düşebileceklerini ancak bu yüzden bilimin hor görülmemesi gerektiğini söyler. Çünkü bilim adamları deneyip yanılarak gerçekleri bulurlar. Tıpta da henüz her şey bulunmuş değildir. Her bilim gibi tıbbın da ilerletilmeye, geliştirilmeye ihtiyacı vardır. Hem bütün gerçeklerin bulunması mümkün değildir. Çünkü bilgi sonsuzken insan aklı sınırlıdır. Bu sebeple bilime, onun bulgularına inanmamak yanlıştır. Avrupa devletleri hep bilim sayesinde ilerlemiştir.

A. Ekrem Şakir Bey’e söylettiği bu sözlerle bilimin önemini vurgulamak ister.

Avrupa ülkeleri bugün bulundukları seviyeye bilim sayesinde gelmiştir. Arkadaşının düşünceleri ile de eski usullere doğru mu yanlış mı diye düşünmeden, yıllardır böyle yapılıyor diyerek bu usullere bağlı kalındığını ifade eder.

Şakir Bey’in arkadaşı onun sözlerinin doğruluğunu kabul eder ancak kundağın neden zararlı olduğunu açıklamasını ister. Şakir Bey anlatır:

“Deminden beri söylediğim sözler kundağın mazarratını ispat etmek içindi. Etıbbâ bunu katiyen men ediyorlar, hakları olduğunu anlamak da uzun uzadıya tedkîkât icrasına vâ-beste değil: Çocuğun arkasına bir gömlek, bir zıbın giydirdikten ve bacaklarının arasına bir hırka parçası koyduktan sonra bî-çâreyi sımsıkı bir beze sarıyorlar, bacakların üzerine katı bir muşamma, bir de pamuklu eteklik geliyor, tekrar çocuk bir bezin içine, nihayet kundak dedikleri mahûd kalın bohçaya sarılıyor; kundağın iki ucu iyice çekildikten sonra bu eziyetlerden dolayı dünyaya geldiğine pişman olmuş gibi melül melül bakan zavallı masumun midesi üzerine koca bir düğüm yapılıp bırakılıyor!” (s. 375)

Böyle kundak yapılan bir çocuğa adeta eziyet edilmektedir. Çünkü çocuk rahat rahat hareket edememektedir. Ayrıca kundak, yaptığı baskı ile hazmı ve nefes almayı da zorlaştırmaktadır. En büyük zararı ise çocukların büyümesine, gelişmesine engel olmasıdır.

Üstelik kundağın temizliği de zordur ve çok vakit almaktadır155. Şakir Bey’in söylediği bu gerekçelerle arkadaşı kundağın zararlı olduğuna ikna olmuştur. Ancak bunu eşine, validesine nasıl anlatacaktır? Şakir Bey buna da çözüm bulur. Arkadaşı baştan çocuğu kundak yapmamalarını rica edecek, kabul etmezlerse kundağı çözecek, yine devam ederlerse daha sert bir ifadeyle ısrar edecektir. Kundaktan çıkınca o sürekli ağlayan çocuk, etrafına bakınacak, kollarını ve bacaklarını rahatça hareket ettirebilecek, gülücükler

155 Ahmet Mithat Efendi de Ana Babanın Evlâd Üzerindeki Hukuk u Vezâifi adlı eserinde kundağın zararlarını dile getirir.

180 saçacaktır. Şakir Bey arkadaşından çocuğu kundaktan çıkaracağına söz vermesini ister, arkadaşı da teşekkürler ederek söz verir.

Kundak meselesi son bulunca başka bir meseleye geçerler. Şakir Bey çocuğa ne sıklıkla mama verildiğini sorar. Arkadaşı tabii olarak her ağladığında emzirildiğini söyler.

Şakir Bey bunun da doğru olmadığını belirtir. Çünkü çocukların ağlamasına sebep olan pek çok şey vardır. Ancak her ağladığında mama vermek, midesini tahrip edecektir. Şakir Bey’e artık tamamen güvenen arkadaşı bu konuda da ne yapılması gerektiğini sorar, Şakir Bey de anlatır: Çocuk belli aralıklarla emzirilmelidir. Bir doktora danışılarak çocuğun bünyesine göre bir zaman aralığı belirlenmelidir. Ancak şimdiye kadar düzensiz olarak emzirildiğinden başta çok ağlayacak, sonra alışacaktır. Ayrıca çocukların gerekli sebeplerle ağlatılmaları ileride lüzumsuz olarak ağlamalarını da engelleyecektir. Arkadaşı iyice ikna olmuştur. Çocuğuna iyi bakabilmek için elinden gelen her şeyi yapacağını, bu konuda bilgi sahibi olmak istediğini söyler. Şakir Bey ona çocuk bakımına dair kitaplar okumasını tavsiye eder:

“-Ben doktor değilim birader. Hıfzı’s-sıhha meselelerini mevzû-ı bahs edersem birçok yanlış şeyler de söyleyebilirim. Bildiklerim mütâlaât-ı husûsiyyemden, mesmû’âtımdan ibarettir. Sen bir doktordan tafsîlât almalısın. Çocuklara nasıl bakılmak lazım geleceğinden bahis kitaplar da var. Geçen nüshasında Servet-i Fünûn Doktor Besim Ömer Bey’in âsârını bir güzel surette ilan etmiş idi. Onları al, dikkatle mütâlaa et, pek çok müstefid olursun.” (s. 377)

Şakir Bey yanlış bilgiler aktarabileceğini söyleyip arkadaşına okumasını tavsiye etse de arkadaşı onun sözlerinden çok etkilendiğini, bu sebeple de konuşmaya devam etmelerini rica eder. Şakir Bey de sözlerini ihtiyatla değerlendirmesini, hata edebileceğini ısrarla söyleyerek başka bir meseleye geçer.

Bu sefer üzerinde durulan annenin ne yediğidir. Arkadaşı eşinin soğan salatası, turşu, peynirli pide, patlıcan dolması, mısır gibi şeyler yediğini söyler. Arkadaşı eşine daha faydalı şeyler yemesi için çok ricalar etmiş ama etkili olmamıştır. Annenin yedikleri doğrudan sütüyle çocuğa geçtiğinden yediklerine çok dikkat etmelidir. Şakir Bey buna da çözüm bulur:

“-Ben senin yerinde olsam evin kilerini kilitler, anahtarını cebime korum, evde para da bırakmam; muzırr şeyi nereden bulup da yiyecekler? Bir çocuğun sıhhati murziasının sıhhatiyle kâimdir. Öyle hazm olunmaz şeyler yemek sütüne zehir dökmek kabilinden olur. Aman bu yemek maddesine çok dikkat etmelisiniz.” (s.

377)

181 Arkadaşı bu çözüme de memnun olur, hemen uygulayacağını söyler. Ardından başka bir meseleye geçilir. Şakir Bey, evde salıncak ya da beşik olup olmadığını sorar.

Arkadaşı ikisinin de bulunduğunu, çocuğun gündüz salıncakta gece beşikte uyutulduğunu belirtir. Şakir Bey salıncak ve beşiğin de çocuklar için çok zararlı olduğunu anlatır. İlk olarak salıncak üzerinde durur. Çocuklar sanılanın aksine salıncakta rahat uyumamaktadırlar. Sallandıkça çocukların başları dönecek, adeta sarhoş gibi olacak ve ardından sızıp kalacaklardır. Üstelik sürekli sallanmaktan mideleri de bulanacaktır. Ayrıca soğuk havalarda sallandığında çocuğun üşütmesi ihtimali de vardır. Bir de salıncak çeşitli kazalara sebebiyet verebilecektir. Mesela ip kopabilecek, halka çıkabilecek ya da kimsenin olmadığı bir zamanda ip bir çocuğun eline geçebilecektir. Salıncağın zararlarını bu şekilde saydıktan sonra Şakir Bey İstanbul’da bu konuyla ilgili çok bilinen bir olayı anlatmaya başlar:

“İstanbul’da meşhur olmuş vakâyidendir: Mahalle karısının biri çocuğunu salıncağa yatırmış, sallamaya mahsus ipini koluna geçirmiş, pencereye giderek komşusuyla konuşmaya başlamış. Salıncağı görmeyerek sallarmış. Mahalle karılarının arasında ekseriya olduğu üzere musâhabet gavga oluvermiş. Kelimeler ateşlendikçe hanımın elinin sürati de ilerlemiş. Bir dereceye gelmiş ki bî-çâre masum yarı beline kadar salıncaktan sarkarak başı, o öpülmeye kıyılamayan güzel başcağızı duvarlara çarpar dururmuş. İki terbiyesiz karının külhen ağızlarından cûşân olan gavga naralarından başka ses duyulamıyor ki hanım çocuğunun mecrûhâne feryatlarını işitsin de hayatını kurtarsın! Zavallı yavrucağız o gün vefat etmiş.” (ss. 377–378)

Bu facia karşısında arkadaşı çok üzülür, eve gidip hemen salıncağı sökeceğini söyler. Şakir Bey bunu birdenbire yapmamasını çünkü çocuğun şimdiye kadar sersemleyerek uyumaya alıştığını, yavaş yavaş salıncaktan ayrılması gerektiğini belirtir.

Daha sonra beşiğe geçer. Beşik, salıncak kadar tehlikeli olmasa da en az onun kadar zararlıdır. Şakir Bey’e göre çocukları o tahta beşiklere koymakla diri diri tabuta koymak arasında bir fark yoktur. Çocuk, üzeri kat kat örtülerek bu beşiklerde havasız bırakılmaktadır. Ayrıca beşiklerin altında bulunan sübekler156 de hiç temiz değildir.

Arkadaşı Şakir Bey’in sözlerine yine hak verir, beşiği ve salıncağı ne yapıp yapıp kaldıracağını söyler. Çocuğu da yatağında rahatça uyuyacaktır. Arkadaşı bu zamana kadar bunları öğrenmediği, daha önce konuşamadıkları için pişmanlık duyar. Şakir Bey zararından neresinden dönülse kârdır diyerek başka bir meseleye geçer.

156 Sübek, bazı yerlerde beşikteki çocukların bacakları arasına yerleştirilen idrar şişesi veya idrarı bir kaba akıtacak borudur.

182 Bu sefer Şakir Bey çocuğa teyzesinin, büyük validesinin şifa niyetiyle ilaç verip vermediğini sorar. Arkadaşı ara sıra bu niyetle çocuğa bir şeyler yedirildiğini ancak ne olduğunu bilmediğini söyler. Şakir Bey bunun da yanlış olduğunu, şifanın sadece Allah’tan geldiğini, böyle şeyler yedirmekle adeta günah işlendiğini söyler. Ardından bu konuyla ilgili yakından tanık olduğu bir olayı anlatır:

“Dayım birkaç sene taşradaki memuriyetinden istifa ederek validesi, haremi iki çocuğuyla beraber İstanbul’a geldi; bize misafir oldular. O çocukları görmeliydin:

Büyüğü olan kız melek kadar güzel, zarif; küçüğü olan erkek yedi aylık olmakla beraber dinç, mehîb, mamafih şirin. Bu numûne-i sıhhat bize geldiklerinden birkaç ay sonra bir mide hastalığına tutuldu. Muttasıl sancılanır, ağlar. Hekimler getirildi, her türlü tedbire müracaat olundu, çocuk bir türlü iyileşmiyor. Etıbbâ marazı teşhiste aciz kaldı. Meğer büyük validesi geceleri rahatça uyuyabilmek için çocuğa memleketinden getirdiği bir sarı tozdan yedirirmiş ki bunun içinde afyon bulunduğu sonradan tahakkuk etti. Hem her gece tedricen miktarını arttırırlarmış.

Tozu bulduk, attık ama iş işten idi: Bedbaht masum, o şehîd-i cehâlet bir kanlı basura tutuldu. Hekimler tıbbın tayin ettiği müdâvâtın her nev’ine müracaat ettiler; kendi çocuklarına bakar gibi baktılar. Çocukcağız da demir vücuduyla hastalığın muhâcemâtına karşı göğüs gerdi, yirmi gün uğraştı, yirmi gün ecelle pençeleşti. Nihayet hayatı – semâvâtta ervâhı titreten hazin dualar gibi- hâlikına uçuverdi! O garip kurbân-ı cehâletin Allah’ına kavuşurken bana doğru dönüp de müteşekkirâne denilecek kadar manî-dâr süratte nigâh edişini tahattur ettikçe ağlamaktan kendimi alamıyorum…” (s. 378)

Arkadaşı bu olaydan çok etkilenir, artık Şakir Bey’den susmasını rica eder. Bu sırada Şakir Bey’in babası elinde bir çıkın ile odaya gelir. Selam verir vermez de Şakir Bey’in üç yaşındaki çocuğuna çıkından çıkardığı pişmiş bir mısır verir. Şakir Bey bunu görür görmez yerinden fırlar, çocuğun elindeki mısırı pencereden atar. Şakir Bey’in babası

Arkadaşı bu olaydan çok etkilenir, artık Şakir Bey’den susmasını rica eder. Bu sırada Şakir Bey’in babası elinde bir çıkın ile odaya gelir. Selam verir vermez de Şakir Bey’in üç yaşındaki çocuğuna çıkından çıkardığı pişmiş bir mısır verir. Şakir Bey bunu görür görmez yerinden fırlar, çocuğun elindeki mısırı pencereden atar. Şakir Bey’in babası