• Sonuç bulunamadı

Kurumsal Din Eleştirisi

3. BÖLÜM: TOLSTOY’UN SİYASAL DÜŞÜNCESİ

3.2. TOLSTOY’UN TEMEL SİYASAL ELEŞTİRİLERİ

3.2.1. Tolstoy’un Geleneksel Kurumlara Eleştirisi

3.2.1.3. Kurumsal Din Eleştirisi

Tolstoy’un İtiraflarım eserinde anlattığı fikirsel dönüşümünün özgünlüğü hayatı boyunca içinden geçtiği yol ayrımlarında saklıdır. Hayatındaki en önemli yol ayrımında yöneldiği din ile din kurumlarında gördükleri arasındaki tezat, Tolstoy’un gerçek din ile kurumsal din arasında sert bir ayrıma gitmesine yol açar. Tolstoy bu yol ayrımı sonrasında, özellikle hayatın gücü

olduğuna inanarak büyük bir sevgiyle bağlandığı inancın, kiliseler eliyle insanların gözünde devletin meşrulaştırılması ve yaşatılmasında kullanıldığını fark eder ve dinsel kurumlara karşı büyük bir nefret beslemeye başlar (Tolstoy, 2005a:88).

Tolstoy işte içinde bulunduğu bu yol ayrımında dine yönelmişken, dinin kendi temsilcileri tarafından hangi amaçlarla kullanıldığını gördüğünde kendisi ile bu anlayış arasında kalın bir çizgi çeker. Özellikle kilisenin hayat meselelerine, savaş ve ölüm cezalarına karşı tutumu onu dehşete düşürür. Tolstoy için en başta insan öldürme, inancın bütün ilkelerine ters düşen kötü bir şeydir ve her şeye rağmen kiliselerde, orduların başarısı için dualar edildiğini görür (Tolstoy, 2005a:88,89).

Tolstoy inanca bağlanmak için başladığı arayışında inançtan ayrılmakla yüz yüze geldiği bu yol ayrımında kendi dinsel yolunu çizer. Öncelikle bağlanmış olduğu dinin bilgisinde her şeyin gerçek olmadığı hakikatini kabul eder (Tolstoy, 2005a:91). Sonrasında din üzerinde yaptığı incelemeler sonucunda Hıristiyanlık öğretisinde gerçeğin var olduğunu, ancak yalanın da var olduğu sonucuna varır. Tolstoy bu gerçeği fark ettiğinde hakikat ve yalanı bulmak ve birbirinden ayırmayı kendisi için görev olarak kabul eder. Bu aşamayla birlikte Tolstoy hayatının sonraki dönemini bu görev ve işle uğraşmakla geçirdiğini vurgular. Öğretide bulduğu yanlışlar ve doğruları ve hangi sonuçlara vardığını bundan sonraki dönemlerinde eserlerinde aktaracağını söyler. Bu aşamayla birlikte Tolstoy eserlerinde en öncelikli olarak özellikle öğretide ve dini kurumlarda bulduğu yanlışları aktarır (Tolstoy, 2005a:92).

Tolstoy Din Nedir?’de, bütün dinlerde insanların, dinleri yozlaştıran ve inandırılması şart koşulan bütün sapıklıkların temeli sayılabilecek üç akide olduğunu söyler. Bu akidelerden birincisi, insan ile Tanrı ya da Tanrılar arasında aracılık yapabilecek özel kimselerin olduğu hurafesidir. İkinci sapkın akide aracılık yaptığı söylenen insanların söylediği şeylerin hakkaniyetini ispatlayan ve tasdik eden mucizeler ve bunlara inanılması gerekliliğidir. Üçüncü sapkın akide ise Tanrıda, tanrıların şaşmaz iradesini gösteren sözlü ya da yazıyla ifade edilen sözler ve bu sözlerin kutsal olup yanlışlıklarının düşünülememesi inancıdır. Tolstoy için, aslında birer önerme olan bu ifadeler hipnotizmaya benzer bir etki altında kabul edildiği an, aracıların söylediği her şey kutsal hakikatler olarak kabul görmekte ve dini sapkınlığın ana gayesine ulaşılmaktadır. Tolstoy’a göre bu ana gaye insanların eşitliği kanununu örtmek ve eşitsizliklerin en ilerisine zemin hazırlamak ve onu desteklemektir (Tolstoy, 2009a:22,23). Bu çerçevede, Tolstoy devletin ve kilisenin İsa’nın öğretisine karşı faaliyet gösterdiğine, bu yüzden de gerçek

bir Hıristiyan toplumunda anlamsız hale gelecek din dışı kurumlar olduğunu iddia eder (Christoyannopoulos, 2006b:3).28

Tolstoy bu savunusuyla Hıristiyanlığın bozulması ve sözde dini kurumların yaratılmasının tarihsel olarak bilinçli ve kasıtlı bir tasarım olduğunu iddia eder. Ona göre her şey İmparator Konstantin ve Aziz Augustine ile bozulmuştur.29 Tolstoy için yanlışlıkla Hıristiyanlık diye isimlendirilen ve dinsel meşruiyeti Augustine tarafından güçlendirilen Devlet Dini, İznik Konsülü’nde İmparator Konstantin’in kutsal kişiler arasına katılmasıyla başlar (Tolstoy, 2009a:79). İznik Konsülü sonrasında hüküm süren tüm yönetimler tüm güçleriyle bu çarpıtmayı korumaya ve halkın Hıristiyanlığın ana düşüncesini anlamasını önlemeye çalışmışlardır. Bu engellemenin nedeni gerçek Hıristiyanlığı öğrenmeleri durumunda halkın, yönetimlerin vergileri, askerleri, sürgün adaları, darağaçları ve sahtekâr rahipleriyle kendilerini göstermeye çalıştıkları gibi Hıristiyanlığın koruyucusu30 değil, aksine en büyük düşmanları olduklarını anlayacak olmalarıdır (Tolstoy, 2009b:33).

Tolstoy özellikle ideolojisini dayandırdığı Hıristiyanlığın özünü bozan “sözde” Hıristiyan dini kurumlara ateş püskürür. Tolstoy’a göre özellikle Ortodoks inancı en kabasından bir puta tapınmadan başka bir şey değildir (Tolstoy, 2009b:34). Tolstoy özellikle Ortodoks inancındaki hurafeleri tek tek sayarak31 bu mantıksızlığı vurgular. Tolstoy için tüm bunlar öylesine aptalca

28 Tolstoy’un kendisi için anlamlı olan “gerçek din”i devlet ve kilise gibi kurumların tahakkümünden kurtarmayı amaçlayan bu yaklaşımı sebebiyle; iktidar ekseninde devlet ve siyaseti din, ahlak ve geleneğin bağlarından bağımsız değerlendiren ilk düşünür Niccolo Machiavelli’nin (İskit, 2007:22) çabasına benzer, ancak tersine –dini temel alan- bir çaba içerisinde olduğu savunulabilir. Zira Machiavelli’ye göre devlet, kiliseye bağlı olmaktan kurtulmalıdır. Din, ahlak ve hukuk devlete bağlıdır ve devlet adamı bunları birer araç olarak kullanabilir. Diğer taraftan Machiavelli, Rönesans’ın eğilimine uygun olarak devleti Tanrı’nın planını yürütecek bir kurum olmaktan çıkararak, insanın doğal gereksinimlerinin bir ürünü olarak görür (Dinçer, 2010:191).

29 Tannenbaum ve Schultz’a göre (2011:122) bu bozulmanın başlangıcı, MS IV. Yüzyıl’daki Hıristiyanlığın sosyal yapısında yatar. Bu esnada Roma, Hıristiyan bir hükümet hâline geldi ve Kiliseyle devlet birleşti. Bu değişimden dolayı, Kilise, daha önce hiç karşılaşmak zorunda olmadığı yollarla, siyasal iktidarla kendini uzlaştırmak zorunda kaldı. Siyasal yapının dışında olan Kilise, şimdi, siyasal yapının bir parçasıydı. Bu çerçevede Kiliseyle devlet otoritesi intibak ettirildi. Hıristiyanlık, bir yandan gerçek Hıristiyan devletin her dünyevî siyasal kurumu aştığında ısrar ederken, diğer yandan da, siyasal otoritenin gerekliliğini savunan bir doktrini dile getirmek zorundaydı.

30 Roskin’e göre (2011:322), Rusya’da özellikle 17. Yüzyılda başlayan “Sıkıntı Devri”nde huzursuzluk, eşkıyalık, iç savaş ve Polonyalı istilası gibi sorunların baş göstermesi ile birlikte, iktidarda sağlam bir yönetim ve güçlü bir çarın olması gerektiği şeklinde bir inanış yayılmıştır. Bu inanışı kendi lehine kullanan Rus Ortodoks Kilisesi ve Çarlık yönetimi, Çarın da başkanlık ettiği ve bütün Rusları koruyan “küçük tanrı” olarak çara tapınılması inancını halka aşılamıştır. Bu çerçevede, Çar, Sezaropapizm denen bir modelle devlet ve kilisenin başı görevlerini kendinde birleştirmiş ve Rusya’da soylulardan köylü ve rahiplere kadar neredeyse herkesin Çara hizmet ettiği bir “hizmet devleti” anlayışı gelişmiştir.

31 Tolstoy’un saydığı bu hurafeler kendi ifadesiyle: “Ortodoks inancında savunulan Tanrı’nın üçüz olduğu, bu üçüz Tanrı’nın dışında göklerin Çariçesi olan bir Tanrı daha olduğu (İsa’nın annesi Meryem, Hıristiyanlığın Ortodoks ve Katolik yorumlarında doktrinde değilse de, kilisenin de desteklediği popüler-pratik algısal düzeyde ayrı bir tanrı gibi muamele görür), bu Çariçe dışında bedenleri çürümeyen çeşitli havarilerin, bunların dışında da Tanrıların ve göklerin Çariçesinin ikonalarının bulunduğu, bu ikonalara mum dikmek ve el açıp dua etmek gerektiği, dünyada en önemli ve kutsal şeyin papazın Pazar günleri bölmenin arkasında ekmekten ve şaraptan yaptığı karışım olduğu, papaz bu karışıma okuduktan sonra, artık şarabın şarap, ekmeğin ekmek olmaktan çıkıp, üçüz tanrıdan birisinin kanına ve bedenine dönüştüğü vb. şeyler”dir (Tolstoy, 2009b:35).

ve anlamsızdır ve bunların ne anlama geldiğini anlamak öylesine olanaksızdır ki, bu öğretiyi anlatanlar bile anlamayı değil, yalnızca inanmayı buyurmaktadırlar. Ayrıca çocukluklarından itibaren bu eğitimi alanlar, kendilerine söylenen her türlü saçmalığa inanmaktadırlar. Tolstoy için, Tanrının köşede asılı olduğuna ya da papazın kaşıkla verdiği karışımın içinde oturduğuna, tahtayı veya kutsal kalıntıları öpmenin, mum dikmenin bu yaşam ve gelecekteki yaşam için yararlı olduğuna inanacak kadar sersemleşen insanlar, bu kurumlarca göreve çağrıldıklarında da istedikleri gibi aldatılmaktadırlar. Tolstoy özellikle de bu insanların yemin etmeyi yasaklayan İncil üzerine, bu İncil’de yasaklanan şeyleri yapacaklarına yemin etmeye zorlanmasına ateş püskürür. Bu insanlar Tolstoy’a göre daha sonra üstlerin emri üzerine insanları öldürmenin değil, üstlere itaat etmemenin günah olduğunu öğrenmektedirler (Tolstoy, 2009b:35).

Tolstoy, kötü niyetli siyasi manipülatörlerce İsa’nın mesajına kasten eklenmiş olduğunu kabul ettiği Hıristiyanlığın batıl ve doğaüstü öğelerini reddeder. Mucizeler, Kutsal Üçleme (The Holy Trinity), İsa’nın kutsallığı, İlk Günah Anlayışı ya da İsa’nın insanlığın kurtuluşunu sağlayacağı düşüncesi tamamıyla, kitlelerin boyun eğmesini sağlamak için uydurulmuş hipnotik ve fantastik hikâyelerden ibarettir (Christoyannopoulos,2008c:29).

Tolstoy tüm dinlerin aynı kökenden geldiğine inanır. Bu yüzden özellikle Hıristiyanlık inancındaki mezhepler arası ayrımlar Tolstoy için kabul edilemezdir. Ona göre bütün insanları bir inançta ve sevgide birleştirmeyi vaat eden bir öğreti, kendisinden başka şeylere inanan diğer bütün insanları yalan içinde yaşamakla itham etmez. Dahası böylesi bir öğreti diğer insanların inandıkları şeyin şeytanın bir yanıltması olduğunu söyleyerek, yalnızca kendisinin hakikatin bilgisine sahip olduğunu da iddia edemez. Tolstoy burada özellikle Ortodoksların inançlarında kendilerine tıpatıp uymayan herkesi, Katoliklerin ve diğerlerinin Ortodoksluğu kafirlik saydığı gibi, kâfir saydıklarını ve aynı haricî sembolleri ve sözleri kullanmayan herkese karşı düşmanca davrandıklarını vurgular. Tolstoy’a göre “Sen yalan içinde yaşıyorsun, ben hakikatte” iddiası, bir insanın ötekine söyleyebileceği en acımasız sözdür. Diğer taraftan Tolstoy’a göre mezhepler arasındaki bu düşmanlık inanç öğretisinin bilgisi arttıkça da aynı ölçüde büyümektedir (Tolstoy, 2005a:86).

Sonuç olarak Tolstoy için, kendisi gibi gerçeği sevgide ve insanların birleşmesinde gören herkes inanç öğretisinin oluşturmak istediği şeyi tahrip ettiğini açıkça görmektedir. Tolstoy’a göre erdemli insan bu dinsel hurafeleri kabul ederek yaşayamaz. Dindeki bu çelişki de çeşitli inançlara sahip insanlar arasında giderek daha fazla kabul gören ve dinin gerçeğini küçümseyici ve tahrip edici bir gerçek olarak yükselmektedir (Tolstoy, 2005a:86).