• Sonuç bulunamadı

Kişisel Mekân Kavramı ve Mekânın Dönemselleştirilmesi

1. BÖLÜM

1.2. Mekân Kavramına Genel Bakış

1.2.2. Kişisel Mekân Kavramı ve Mekânın Dönemselleştirilmesi

Mahremiyet; kişisel otonomiyi ve duyguların rahatça ifade edilmesini sağlayan, iletişimi sınırlayan ve muhafaza eden, kişinin kendi denetimini sağladığı, bireylerin sosyal ilişkilerini düzenleyen önemli bir kavramdır. Mahremiyet ile bireysel alan arasında bütünlüklü bir ilişki bulunmaktadır. Bireyin kişiliği, yer aldığı kültür, istekleri ve davranışları mahremiyet çeşitlerini belirlemektedir (Tunçok, 2010: 18). Mahremiyet ve egemenlik alanı arasında da sıkı bir bağ bulunmaktadır. Kişi kendisine ait ve güvende hissedeceği yerde egemenlik alanını kuramıyorsa mahremiyet alanlarını da

19

oluşturamamaktadır. Kişinin kendisiyle bağ kurduğu mekânda oluşturulan egemenlik alanının sahiplenme, korunan mekân, yer aidiyeti olmak üzere üç elemanı bulunmaktadır. İnsanların egemenlik alanlarına yükledikleri anlam ile aidiyet duyguları ortaya çıkmaktadır (Ilgın ve Hacıhasanoğlu, 2006: 62). Aidiyet kavramı genellikle mekânsal ve toplumsal olarak ait hissettiğimiz yer olan evle bağlantılı olarak karşımıza çıkmaktadır. Birey kendi mekânını oluştururken bulunduğu alanda eşyalarını mekânsal gereksinimlerini sağlayacak şekilde düzenleyerek kişisel mekânını oluşturmaktadır. Bireyin mekânı kullanımı ona yüklediği anlamlar çerçevesinde mahremiyet, egemenlik alanı, aidiyet olgusu etrafında kişisel mekânının okunabilmesini kolaylaştırmaktadır. Aidiyet duygusunun yitirildiği durumda kişi, mekânlarla duygusal bir bağ kuramamakta ve mekânda bir iz bırakamamaktadır. Bu nedenle kişisel bellek ve mekân arasında sürekli bir ilişki kurabilmek olanaksızlaşmaktadır (Tunçok, 2010: 20-21).

Mekânın dönemselleştirilmesi konusunda bireysel ve toplumsal mekân haricinde Husik Ghulyan (2017: 5), Lefebvre‟nin çalışmalarını referans alarak beş mekândan söz etmektedir: Mutlak, kutsal, tarihsel, soyut, çelişkili mekân.

Daha önce kısaca değindiğimiz mutlak mekân dağınık insan gruplarını bir arada toplayarak içinde barındırmaktadır. İnsan üzerinde, mutlak iktidarın yansımasını oluşturan mutlak mekân tehditler, cezalandırmalarla insan bedenine hitap etmektedir. Bu anlamıyla mutlak mekân tasarlanan değil, yaşanan mekândır (Lefebvre, 2014: 247). Başka bir ifade ile ilkel topluluklar doğaya bağımlı yaşamalarından ve üretim ve tüketim faaliyetlerini doğayla uyum içinde sürdürmelerinden dolayı insanın kapasitesi mekânı doğal bağlamından koparıp tasarlanan mekâna dönüştürme gücünde olmamaktadır. İnsanın mekânı deneyimlemesi doğrudan gerçekleşmekte ve her şey mekânın özelliklerine göre algılanmaktadır. Doğa ve insan arasında bu tarz sıkı bir ilişki söz konusu olunca ilkel topluluklarda cinsellik, doğurganlık, yaşlılık ile ilgili yapılan ayinler ve törenler doğaya ve doğal mekâna hitap etmektedir. Bu yüzden ilkel topluluklarda tasarlanan mekân (mekân temsilleri) ile yaşanan mekân (temsil mekânları) insan bedenine ve bilhassa doğa ve doğurganlıkla eş kabul edilen kadın bedenine benzetilerek biçimlenmektedir (Ghulyan, 2017: 6). Mumford (2013: 24-25)‟a göre, kadın neolitik çağ döneminde toprak ve bahçeyle uğraşan, kap kacak yapan, yabani türleri iyileştirerek verimli ve besin değeri yüksek ürünleri dönüştüren özelliği dolayısıyla „köy‟ün yaratıcısıdır. Kadının varlığı köyün her bölümünde kendini hissettirmektedir. Eski Mısır‟da ise “ev” veya “kasaba” hiyeroglifleri

20

anne simgesi anlamına gelmektedir. Mutlak mekânın yavaş yavaş siyasi ve dini iktidar tarafından kuşatılmasıyla ve doğanın parçalarının kutsanarak dini iktidar tarafından işgal edilmesiyle bu mekân siyasi denetim aracına dönüşmüş ve kutsal mekâna evrilmeye başlamıştır (Ghulyan, 2017: 7).

Kutsal mekânı işgal eden siyasi ve askeri güçler ile birlikte din adamları mekânı tahakküm altına almıştır. Şehir devletin ortaya çıkmasıyla birlikte, önceden var olan geniş mekân, din ve siyaset odaklı olmak üzere insan ve mekânı kontrol etme düşüncesiyle tanrısal bir düzene tâbi tutulmuştur. Kutsal mekânın üretimiyle dini siyasi kurumlar ön plana çıkmıştır. Bununla birlikte önceden uyum ve simbiyoz içinde yaşayan kent ve kır arasında bir kopuş olmuştur. Yasaklamalar, cezalandırmalar ve koruma kuralları ile bu tarz mekânlar dinsel ve kutsal bir nitelik kazanmış ve kırsal kesimden gelen tehditlere karşı siyasi ve dini merkez, kırsal kesimdeki fazla ürüne el koyarak önlem almıştır (Lefebvre, 2014: 76-77, 246).

Tarihsel güçler kutsal veya mutlak mekânı durmadan parçalayarak yeni bir mekân üretimine sebep olmuşlardır. Mekânın parçalanmasıyla birlikte Avrupa‟da büyük bir tarım reformu gerçekleşmiştir. Tarım reformu feodalizm denilen üretim tarzını ve ona özgü üretim ilişkilerini ortaya çıkarmıştır. Bu nedenle özel mülkiyetin niteliği değişime uğramıştır. Bu değişimle kutsal mekân anlayışı yerini tekrardan tarımcı-pastoral anlayışa bırakarak tarihsel ve soyut mekânların yeni biçimlerine imkân sağlamıştır. Bu parçalanan mekân üzerinde, gelişen ticari ilişkilerle birlikte bilgi, teknik, sanat eserleri, değerli nesneler ve sembollerin mekânı kısaca birikim mekânı oluşmaya başlamıştır. Birikim mekânın oluşmasıyla “Batı‟nın tarihsel şehri” anlayışı ön plana çıkmıştır. Üretim faaliyetlerinin merkezileşmesi ve emekçi sınıfın sahneye çıkmasıyla tarihsel mekânda kamusal ve özel alan ayrımı oluşmaya başlamıştır (Ghulyan, 2017: 9-10). Maurice Dobb (1946: 20)‟a göre, Batı Avrupa‟daki feodal sistemde köle çıkarlarının ihmali, savaş ile aristokrat kesimin artan savurganlığı, emek gücünün aşırı sömürülmesine neden olmuş, dolayısıyla feodal sistemin çözülüşüne ve kapitalist sisteme geçişe zemin hazırlamıştır. Henri Lefebvre (2014: 267, 270-275), Ortaçağ‟ın tarihsel mekânının kutsal mekândaki kilise baskısına karşı zafer kazandığını belirtmektedir. Binaların cephelerinde heykel ve resimlerin çoğalmasını bedenlerin yüceltilmesinin de başlangıcı olarak görmektedir. Görselliğin ön plana çıktığı bu değişim, kentsel mekânın işlevini de değiştirmiştir. Serbest pazarın da her tarafa açılmasıyla gündelik hayatın ritmi, mekân deneyimlemesi ve anlayışı

21

dönüşüme uğramıştır. Tarihsel mekânda özne haline gelen şehir görselleştirilmeye başlanmış ve kent planları yaygınlık kazanmıştır. Ancak kentsel planların önemi soyut mekânın yükselişiyle beraber artmıştır (Ghulyan, 2017: 12).

Leyla Bektaş Ata (2014, www.xxi.com.tr, 6.08.2018), soyut mekânın kentsoylu ve kapitalizmin mekânı olduğunu söylemektedir. Soyut mekân şiddetin ve savaşın ürünüdür ve devlet tarafından kurulmasıyla da kurumsal özelliktedir. Planlanmış olan bu mekânda her şey sistematik ve matematikseldir, ilişkiler mesafeler üzerinden belirlenmektedir. Bu yönüyle soyut mekân insanları ve nesneleri mekâna yerleştirmeye, sınıflandırmaya ve ölçülü bir şekilde kodlamaya çalışmaktadır. Soyut mekânın sahip olduğu saydamlık yanıltıcıdır ve özünde iktidarın gücü vardır. Ata‟ya göre soyut mekânın içinde gizlediği iktidari güç erkek şiddetini de temsil etmektedir. İktidarın belirlediği mekânda kendisini tehdit eden ve direnen, iktidarın kurduğu düzeni değiştiren farklılıklara yer yoktur. Lefebvre (2014: 294), soyut mekânın homojen olarak tanımlanmasına rağmen anlamsal olarak değil görünüm olarak homojen olduğunu söylemektedir. İçerisinde siyasal- toplumsal, kentsoylu-kapitalizm, sermaye-işçi sınıfı arasındaki çelişkileri barındırmasından dolayı homojenleştirici etkiye sahip değildir. Böylelikle soyut mekânın eşitsiz yapısı çelişkili mekân kavramını ortaya çıkarmıştır.

Kapitalizmin her alanda varlığını hissettirmeye başlamasıyla toplumsal ilişkiler de değişmiş; bu durum emek ve sermaye arasında yeni çelişkilere yol açmıştır. Hızlı kentleşme ve küresel ölçekte kentsel gelişmeler, mekânı niteliksel olarak parçalayarak manipülasyona uğratmıştır. Bu süreçte tüketim mekânından, mekânı tüketme evresine geçilmiştir. Bu gelişmeler mekânın niteliğinin ve kullanım değerinin saflığını bozmuştur. Sanayi ve üretim tarzının doğal yaşamı değiştirmesiyle niceliksel ve niteliksel çelişkiyi temsil eden çelişkili mekân dönemi başlamıştır. Siyasal baskının soyutlayıcı ve yabancılaştırıcı etkisi nitelik ve niceliksel olan çelişkiyi daha da derinleştirmiştir. Mekânın tüketimi çevre sorunlarını da ortaya çıkarmış, doğal olanın parçalanışı çelişkilerin körükleyicisi olmuştur (Ghulyan, 2017: 17-19). Lefebvre (2014: 359), bu durumu üretici güçler ve üretimin toplumsal ilişkiler arasındaki çelişkisi olarak özetlemektedir. Mekân ne kadar fazla manipüle edilirse baskıcı güçlerin hâkimiyetine girer ve sahiplenilir. Ayrıca Lefebvre, “kullanım-mübadele değeri” çelişkisi anlaşılmadan günlük hayatın anlaşılmasının mümkün olmadığını söylemektedir.

22

“Mekân Kavramına Genel Bakış” başlığında mekân kavramının kökeninden, farklı yazar ve düşünürlerin mekân tanımlamalarından, felsefe, mimari, sanat ve coğrafya gibi farklı disiplinlerin mekâna bakışından, ilkçağlardan günümüze kadar olan mekânın tarihçesi ve değişen mekân algısından son olarak Lefebvre‟nin mekânın dönemselleştirmesini referans alarak mekân kategorilerinden bahsedilmiştir. Kutsal veya mutlak mekânın parçalanması, gelişen ve yaygınlaşan kapitalist ilişkilerin bir sonucudur ve bu durum yeni mekânlar üretilmesine sebep olmuştur. Soyut ve çelişkili mekân bu ilişkinin ve yeni üretim tarzlarının sonucu olarak ortaya çıkmıştır. İktidarın düzenlediği ve kontrol ettiği mekânlar insanları tek tipleştirerek, birçok sorun ve çelişkilere yol açmıştır. Kapitalizmle dönüşen/kırılan mekân kavramı algısı ise küreselleşen dünyadaki gelişmelerle birlikte daha ayrıntılı ele alınacaktır.