• Sonuç bulunamadı

2. DİN ADAMI KAVRAMI

2.3. Kemalist Devrim ve Din Adamları

Başta Atatürk olmak üzere Türkiye’nin kurucu kadroları, modernleşme çabalarını ‘geri kalmışlık’ söylemiyle meşrulaştırırken, din olgusunu ve zaman zaman onun da ötesinde din adamlarını bundan sorumlu tutarlar. İslâmiyet’in Türkiye’nin geri kalmasında sorumluluk taşıdığını açıkça söylemek yerine, din adamlarının bu konudaki tutumlarını eleştirmek daha kolay ve güvenilir bir yol olarak görülür. Millî Mücadele yıllarında TBMM de dahil olmak üzere Anadolu genelinde etkin olan din adamları, Cumhuriyet’in ilânıyla birlikte mevzi kaybederlerken, geri kalmışlığın sorumluluğuna da ortak olmak zorunda kalırlar.

Atatürk’ün doğrudan din adamlarını hedef alan ve sözünü ettiğimiz ‘geri kalmışlık’ vurgusunu içeren birçok sözü vardır. Millî Mücadele’nin kazanılmasından hemen sonra verdiği bir mülâkatta din adamları ile ilgili çok sert açıklamalar yapan Atatürk, “Ben hocaları sevmem.” diyerek bu konudaki kesin kanaatini bildirir (İnan, 1996: 72). Zaten onun düşüncesine göre “İslam toplum yaşayışında hiçkimsenin özel

bir sınıf halinde varlığını koruma hakkı yoktur.” (Sarıkoyuncu, 2007: 76)

İslâmiyet’te din adamlığı kurumunun olup olmadığı yolundaki tartışmalarda değindiğimiz “İslâm’da ruhban sınıfı yoktur” temelli anlayış, Atatürk’ün sözlerinde

Millîyenin tenkili için fetva ve beyanname neşrolunmuş.Ey koca millet, neler görüyorsun! Seni kırmak için işte padişahın bile fetva verdiriyor. Ey denî şeyhülislâm, tarih sana lânet okuyacak! O fetvayı yazarken, o canavarlıkları din perdesine geçirirken kalbin sızlamadı mı? Zavallı Türklerin birbirini kırması için o fetvayı verirken ecdadını düşünmedin mi? Ey hunhar, tarih böyle fetva görmüş müdür? Ey alçak! Ey Halife-i Müslimin! Düşman muaveneti ile ırkını kahretmeye utanmıyor musun?”

50

de kendisini gösterir ve bir anlamda ‘din adamı karşıtlığı’ bu argümanla güçlü biçimde seslendirilir.

Atatürk’e göre camide cemaate namaz kıldıran imamların sarık sarmak gibi bir hakları yoktur; böyle olunca namaz kıldıran herkes –gerçekte din adamı olup olmadığına bakılmaksızın- sarık sarmayı bir hak olarak görür ve bu durum zamanla toplumsal yönü de olan bir imtiyaza dönüşür. Atatürk’e göre “Bu memlekette

hocaların ne kadar kıymetsiz olduğunu ve bu milletin hocalardan ne kadar nefret ettiğini” herkes bilir (İnan, 1996: 72). Cumhuriyet dönemi Türk romanında, özellikle

Reşat Nuri’nin Yeşil Gece romanının kahramanı Ali Şahin gibi ‘aydınlanmacı’ roman figürlerinde görülen “sarık düşmanlığı”, Atatürk’ün birçok konuşmasında da kendisini gösterir. Konuşmalarında din adamlığından çok onun bir alâmeti olan sarığa tavır koyan Atatürk, “Her sarıklıyı hoca sanmayınız, hoca olmak sarıkla değil,

dimağladır (kafa yapısıyladır).” der (Sarıkoyuncu, 2007: 76).

Osmanlı yönetiminin, Türk milletinin egemenlik hakkını gasp ettiğini ve Cumhuriyet’le birlikte bu hakkın yeniden milletin eline geçtiğini düşünen Atatürk’e göre esasen millete ait olan bu hakkın başka güç odakları tarafından kullanılmasında din olgusunun sağladığı meşruiyet önemli bir rol oynar. Bu nedenle “bütün zorba

hükümdarlar hep dini alet” edinmişler, “ihtiras ve istibdatlarına destek için ulema sınıfına” başvurmuşlardır (Sarıkoyuncu, 2007: 77). Atatürk, egemenlik hakkının

tekrar millet iradesine verilmesi sürecinde, yani Millî Mücadele döneminde “millet

ve vatanı kurtarmak için kan döken aziz ordumuzun baş kaldıranlar sürüsü olduğuna dair fetvalar veren din bilgini kıyafetli kimseler”in ortaya çıktığını söyler. Bu

fetvalar, Yunan uçaklarıyla halka dağıtılır (Sarıkoyuncu, 2007: 78). Görüldüğü gibi daha sonra yaygın bir imaj haline gelen en azından bir kısım din adamının “vatan haini” olduğu söylemi, büyük ölçüde Millî Mücadele sonrası girilen yeni dönemin bir ürünüdür.

Türkiye’de din adamlığı kurumunun toplumsal egemenlik alanını büyük ölçüde yitirmesi ve yapısal olarak zaafa uğraması, Kemalist devrimin uygulamalarının sonucunda gerçekleşir. Yukarıda ayrıntısına yer verdiğimiz gibi, bu

51

dönemde din olgusunu doğrudan ilgilendiren birçok yasal düzenleme, din adamlarının konumlarıyla ilgili sonuçlar da doğurur. Tarikatların yasaklanmasıyla birlikte İslâm’ın ‘heterodoks’ yorumu da ağır bir darbe alır. Atatürk’ün temel bir hedef olarak belirlediği Türklerin “gelecekte sefih şeyhlerce değil, bilimin açıkladığı

yönteme göre” yönetilmesi söz konusudur (Mardin, 1991: 77). Diğer taraftan

eğitimin tek elde toplanabilmesi için çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, ülke genelindeki medreselerin kapanması sonucunu doğurur ve böylelikle eğitimin dinî niteliği bütünüyle ortadan kalkar. Aynı zamanda din adamı yetiştirecek yapılanmalar (bazı Kur’an kursları hariç) neredeyse tamamen ortadan kalktığı için ‘resmî’ nitelikteki din adamları da kamusal hayatın dışına itilmiş olurlar (Gözaydın, 2009: 129). Bu uygulamaların somut bir sonucu olarak toplum nazarında din adamlığıyla bilinen hemen herkeste görülen sarık, cüppe gibi kıyafetlere de bir sınırlama getirilir. Bundan böyle bu türden dinî kıyafetleri kullanmak, ancak “devletin çizeceği sınırlar içerisinde” mümkündür (Dursun, 1992: 189-190).

Kemalist devrimin gündelik hayatın birçok yönünü zaman zaman çok köklü biçimde etkileyen yasal düzenlemeleri, din olgusuyla ilgili çok temel değişiklikler getirirken, aynı durum din adamları için de geçerli bir hal alır. II. Mahmut’un Yeniçeri Ocağı’nı ilga etmesinin ardından ‘iktidar odağı’ olma özelliğini adım adım yitiren, özellikle Tanzimat’tan sonraki uygulamalarla egemenlik alanı iyice erozyona uğrayan din adamları, konjonktürel roller üstlenmeye devam ederler. Kimi zaman bir ‘muhalefet odağı’ konumuna girerler, kimi zaman iktidara ortak olmak isteyenlerin ‘meşruiyet kaynağı’ olmaya devam ederler. Siyasal manzaradaki bu köklü değişikliklere rağmen toplumsal hayattaki güçlü konumlarını ise uzun süre korumayı başarırlar. Ancak yüz yılı aşkın süredir devam eden gerilemeleri, Kemalist devrimle bir dönüm noktasına ulaşır. Din olgusunun ‘yeni hayat’ için bir kaynak olmaktan –en azından resmî söylem bazında- çıkarılması, din adamlarının toplumsal konumlarına vurulan en büyük darbe niteliğindedir. Eğitim imkânlarının da büyük ölçüde ortadan kalkmasıyla birlikte, “dinin kamusal alandan vicdanlara indirgenmek” istendiği bir Türkiye’de, din adamları kamusal hayatın etkin birer figürü olmaktan uzaklaşırlar.

52

Benzer Belgeler