• Sonuç bulunamadı

BİRİNCİ BÖLÜM: KURAMSAL VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE

BÖLÜM 2: NEFS ARINMANSININ SÜREÇLERİ VE UYGULAMALARI

2.1. Nefs Arınmasının Süreçleri

2.1.3. Kemale Ulaşma

İnsan-ı kâmil, Allah’ın her mertebedeki tecellilerine mazhar olan, Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmış olması açısından ahlakî kemâle sahip bulunan kişidir. Kâmil insanın sözleri doğru, işleri iyi, ahlakı güzeldir; eşyayı ve ondaki hikmetleri gereği gibi bildiği için marifet sahibidir. İnsanı kemâle erdiren bu dört özellik tasavvuftaki sülukun da amacıdır. İnsan-ı kâmil anlayışı sadece tasavvufla sınırlı değildir. Mani mezhebinde ve Manihaizm’de insan-ı kadim, Mazdeizm'de Gayomart, Yahudi Kabala'sında Adam Kadmôn’un bazı özellikleri uzaktan da olsa tasavvuftaki insan-ı kâmil anlayışını çağrıştırmaktadır. Benzer düşüncelere Uzak Doğu kültüründe de rastlanır. Hint düşüncesindeki Puruşa, Çin düşüncesindeki Chen-Zhen kavramları, mikrokozmos-makrokozmos inanışının ne kadar eski ve evrensel olduğunu göstermektedir. Bütün bunlara rağmen İslam fikir geleneğinde anlaşıldığı şekliyle insan-ı kâmil, tasavvufun geliştirdiği bir düşüncedir ve insan-ı kâmil kavramı tasavvuf literatürüne Muhyiddin İbnü'I-Arabî tarafından yerleştirilmiştir (Aydın, 2000: 330-331). İbnü’l-Arabî’ye göre, göre insanlar tanrısal özü kavrayıp-kavrayamama bağlamında kategorilere ayrılarak kişilik tipleri oluştururlar. Bu özü gerçek anlamda işlevsel kılabilmiş ideal kişilik tipi, insan-ı kâmildir. Ona göre insan-ı kâmil genel algılama yeteneği ile varoluşsal bir özellik olarak ontolojik olarak sahip olunan tanrısal özü kavrayıp işlevsel kıldığı için en üst bilinç düzeyini oluşturmaktadır. Bu bilinç düzeyine ulaşamamış ve salt hayvansal yönünü işlevsel kılmış insan tipi olan insan-ı hayvan ise en alt kategoriyi oluşturmaktadır (Karaçoşkun, 2007: 96).

Kimliğimiz, kişiliğimiz, ego-benliğimiz, bedenimizle ilişkili bir psikolojik bileşenler toplamıdır ve bedenin zevk alması ve hayatta kalabilmesi ile ilişkilidir. Yanılabilen ve sonuçta ölümlü olan bir bedenle birlikte yaşamak zorlu bir durumdur. Ayrıca modern Batı toplumunun sadece yüzeysel açıdan bir ilgi göstermesi ile beraber kutsadığı birey, büyük kutsal gelenekler tarafından anlaşılan insan ile karşılaştırıldığında sadece parçalanmış ve bölümlenmiş bir yapıya dönüştürmektedir (Helminski, 2006: 21-32). Bu parçalı bakıştan dolayı Batı’da insan olma sürecinin üst aşamaları, kültürel ve teorik olarak mevcut bile olmadığından, ulaşılacak bir hedef olarak değerlendirilmez. Böylece varoluşun anlamsızlığı merkezî bir sorun olarak varlığını devam ettirmektedir (Özelsel, 2003:134). Hâlbuki Maslow kendini gerçekleştiren bireyin cennet olarak ifade

92

edilebilecek içe ait psişik bir dünyada yaşadığını (Boni, 2010: 18) ve Carl Rogers ise kendini gerçekleştirme psikolojik sağlık halinin en üst seviyesi olduğunu ifade etmesine rağmen (Schultz ve Schultz, 2002:610) günümüzün bu en hümanist psikolojileri kendini gerçekleştirmeyi öne sürerken gerçekleştirilecek kendinin ne olduğu ve gerçekleştirmenin nasıl olacağı açıklamazlar (Deikman, 2004:135). Hatta bireyin ya da hastanın bu tekâmül arzusunun, terapinin başarılı olup olmamasını belirleyen yaşamsal önemde bir etken olmasına rağmen modern psikiyatrik teoride anlaşılmamakta, hatta kabul edilmemektedir (Peck, 1992: 312).

Psikolojinin ve psikiyatrinin kendini gerçekleştirme ve tekâmül arzusuna bu eksik bakışına rağmen mistik gelenekler ve özellikle tasavvuf, sahip olduğu içkin psikoloji ile bu konularda önemli düşünce ve metodlara sahiptir. Fakat insanların çoğu için maneviyat bir çeşit kendini iyi hissetmek yoluna indirgendiği, manevi gerçeğe ve kendi öz benliğine yabancılaştığı için (Helminski, 2006: 23) hem maneviyattan hem de bu derin psikolojiden mahrum kalmasına neden olmuştur. Yine de bu olumsuz durumlar insanların insan-ı kâmil olma özlemlerini ortadan kaldıramamıştır (Kılıç, 2009: 59). Bu bağlamda sufi psikolojisi günümüzün kimi maneviyatsız psikoloji öğretilerinden farklı olarak insan ruhunun gelişim gösterebileceği, bencilce arzularından sıyrılarak huzur ve itmi’nan bulabileceğini ifade ederek bir insan-ı kâmil olma anlayışı ortaya koymuştur (Sayar, 2012c:22).

İnsan-ı kâmilde nefsin perdeleri ortadan kalktığı için insanda kodlanmış olan Allah bilgisi ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı sufi psikolojisinin önemli temellerinden biri tevhiddir. Sufi psikologlara göre bütün psikolojik mutsuzlukların kökeni bu ontolojik kaymanın yaşanmasıdır. Modern psikoloji bağlamında ele aldığımızda bu ontolojik kayma insanın en büyük problemi olan yabancılaşma olarak ortaya çıkmaktadır (Kılıç, 2012: 29-322). Çünkü gündelik toplumsal hayattan beslenen ego, ontolojisinde yer alan sesi kolaylıkla boğup evrensel bir benliğin gelişimini ketleyebilir ve sufinin gerçek benliğe ulaşıp insan-ı kâmil olmasını engelleyebilir. Bundan dolayı bir psikokozmoloji çerçevesi sunan tasavvuf bir yeniden doğuş, kişinin doğallığını yeniden kazanması, otomasyondan bir çıkış ve yaratıcı görüş için bir araçtır (Sayar, 2004: 13). Modernliğin psikozlarından biri olan kişinin dönecek evi olmaması bu araç ile ev özlemi çeken bireye dönecek bir ev sunmakta ve ağrılarını tedavi etmektedir (Sayar, 2012c: 25).

93

Tasavvufun psikospritüel yolculuğu ile elde ettiği ev ile kendini gerçekleştiren birey Ferüdiddin Attar’ın kendini gerçekleştirememiş kişinin tipolojilerini olarak sunduğu kuşlardan biri artık değildir. Bundan dolayı kendini gerçekleştiren birey Allah’tan ne gelirse gelsin ister olumlu ister olumsuz, ihtiyacı olan ya da olmayan bu durumdan mutludur (Baxter-Tabriztchi, 2003:218-243). Hâlbuki modern yaklaşım, normal kederi ve hüznü alarak onun yerine depresyonu vermektedir (Sayar, 2012d:176).

İnsan bütün varlığa ait arketiplerin yansıması olduğu için (Anissian, 2005:134) insan-ı kâmil tipolojisi makro düzenin mikro kozmiği olarak sadece tabiat kuvvetlerini değil, ilahi kuvvetleri de ayna gibi yansıtan bir en yüksek insan tasavvurudur (Sayar, 2003: 85). Bu bakış açısı sufizmin içinde denizi kendi içinde içeren bir damla düşüncesiyle hep var olduğu için bilimin hologram modelinin maneviyattaki yansımasıdır (Helminski, 2006: 39). Sufi terminolojisine göre mükemmel bir gelişmişlik düzeyi gösteren holografik yapıdaki insan-ı kâmil mükemmelliğini zıtlıklarını yani dişi ve erkek yönlerini eşit ölçüde gerçekleştirerek elde edebilir. Jung’un anima ve animus kavramları ile Uzak Doğu’nun yin ve yang prensiplerini gösteren bu yaklaşımın tasavvuftaki karşılığı cemal ve celal dengesinin sağlanmasıdır (Özelsel, 2007: 179). Bu denge durumu Jungçu bağlamda ikiliklerin ve çelişkilerin merkezî bir nefsin bütünlük kazanması, bir başka deyişle bir bireyleşmesidir. Ancak buradaki kavramın bireycilikten farklı olduğunu belirtmek gerekir. Çünkü Yaratıcı’nın sınırsız ve sonsuz doğasına ulaşmak için bu sürecin aşamaları başka boyuttan bakıldığında fiziksel düzeyde bütünlük olarak kişinin terapisi işlevini de üstlenmek durumunda kalmaktadır (Shaalan, 2004:146). Her ne kadar bireyleşme ve insan-ı kâmil birbirini aynısı olmasa ve Jung’un İslam hakkında bir bilgisi olmadığı ifade edilse de onun İslam’daki insan-ı kâmil örneklerinden biri olan Hızır’ı kendilik kavramını temsil ettiğini söylemesi ve Kehf suresinin görünüşte kopuk kopuk simgeci bir yapıda da olsa bugün psikoloji bilgimizin artmasıyla bireyleşme süreci olarak nitelediğimiz ruhsal dönüşümün neredeyse mükemmel bir tasviri olduğunu ifade etmesi kayda değerdir (Jung, 2005: 71-77). Bundan dolayı Hızır’ın Jungçu bağlamda bilinçaltının bir sembolü veya arketipi olduğu ifade edilebilir (Haschmi, 1974:128).

İnsan-ı kamil Jung’ta dualiteyi aşarak yüksek benliği ulaşarak kişinin içindeki ilahi varlığı kazanması ile sonuçlanan bireyleşmiş kişisine benzetilebilirken Maslow’da bu

94

kendini gerçekleştiren birey olarak karşımıza çıkar (Amini, 1999: 3). Maslow insanın temel içgüdüsünün gerilim boşalımı alanından kendini gerçekleştirme alanına doğru ağırlık kazandığını ve kendini gerçekleştiren insanın var olan değerlerine yeni bir şey katmadığını sadece yitirdiklerine tekrar kavuştuğunu iddia etmiştir. Hristiyanlıktaki ilk günah anlayışı ve psikanalizin kaotik/kötü insan anlayışı insanın olumlu ve aşkın potansiyellerini göz ardı ettiği içi Maslow’un yitirdiğine yeniden kavuşma ve içindeki değerleri keşfetme fikri Batı dünyasına yepyeni bir insan portresi sunmuştur. İnsan dair bu yeni bakış açısı Yeni Çağ hareketleri ile insanın aşkın ve mistik boyutuyla ilgilenen ben ötesi psikolojisinin temellerini atmıştır (Merter, 2011: 60). Fakat bir kişinin olgunluğunun, bütünlüğünün, bireyleşmesinin, yetişkinliğinin ve kendini gerçekleştirmesinin modern psikolojiye göre tamamlandığı noktada, Sufi bakış açısına göre gerçek insan (insan-ı kâmil) olma veya kendini aşma süreci yeni başlamıştır. Sufi geleneğinde insanın tekâmülü Batı’daki gibi kendini gerçekleştirmek değil kendini aşmak (Özelsel, 2003:133) tevhide ve yüksek bilinç hali olan ihsana ulaşmaktır.

İnsan-ı kâmil anlayışı Erich Fromm’ın sahip olmaktan ziyade olmak eksenli bir yaşam anlayışını da çağrıştırmaktadır. Fromm, bu iki anlayışın bir arada olamayacağını bunun gerçekleştirilebilmesi için kişinin ben merkezli ve bencil olmaktan uzaklaşması veya mistikler tarafından sıklıkla kullandığı üzere kişinin kendisini boşaltması yahut yoksullaştırması gerektiğini ifade etmiştir (Karaçoşkun, 2007: 83). Bu yoksullaşma ve sahip olmama hali terk etmeyi dolayısıyla zühd anlayışını ortaya koymaktadır. Bu durumu Erik Erikson’un insanın gelişim aşamaları için ortaya koyduğu insanın sekiz çağı teorisi ile ele aldığımızda bu teorinin en son aşaması olan ego bütünlüğünü sağlayan ego gücü ya da erdeminin bilgelik ve terk etme yani zühd olduğunu görürüz (Shafii, 1988: 203-204). Erikson’un son aşaması ego bütünlüğü insan-ı kâmil anlayışını çağrıştırmaktadır. Hem Fromm hem de Erikson’un insanın ulaşması gereken seviye ve hedef bağlamında insan-ı kâmil anlayışı ile örtüşen yönlere sahiptir.

İnsan-ı kâmil anlayışı ile karşılaştırabileceğimiz diğer yaklaşım ise geştalt terapisindeki şimdi-ve-burada yaklaşımıdır. Şimdi-ve-burada yaklaşımında kuramcılar kişinin başından geçmiş daha önceki olaylara önem vermez ve çocuklukta olan hadiselerin yetişkin bireyin davranışını belirlediğini kabul etmezler. Geçmişe değil şimdiye önem verdikleri için şu anda kişinin kendisini ve çevresini nasıl algıladığını ve seçimlerini

95

nasıl yaptığına odaklanmaktadırlar (Cüceloğlu, 2008:428). Amaç kişinin kendisinin, kendi duygularının, davranışlarının ve yakın çevresinin giderek daha farkında olmak ve mevcut davranışı etkileyebilecek her şeyi dikkatin ve bilinçli algının odağı haline getirmektir (Budak, 2009:318). Burada şimdi’ye yapılan vurgu tasavvuftaki ibnü-l vakt ve e’bu-l vakt kavramlarını akla getirmektedir. İbnü-l vakt geçmiş ve gelecek endişesinden kurtulmuş, şimdiki ânı yaşayan anın çocuğu olan sufiye denir. Bir anlamda da halin kullandığı kişidir. Vakte sahip, vaktin babası demek olan e’bu-l vakt ise vakit ve halin etkisi altında kalmayan sufîye denmektedir. E’bü-l vakt kavramı daha hassas daha kavrayıcı, daha kontrollü, daha boyutlu, daha uyumlu ve gerçek tecrübeyi daha çok yaşadığı için ibnü-l vaktten daha yüksek bir aşamayı ifade etmektedir. İki kavramın odak noktası da an’dır. An kavramı Erich Fromm’ın öğrencisi İranlı psikiyatrist Reza Arasteh’in insanın yaratıcı özelliğine benzettiği kirlenmemiş ilk fıtratıdır. Buradaki yaratıcılık özelliği ile an’ın benzerliği an’ın yeniden doğuş, aydınlanma, gerçekleşme, özgürlük, aşkınlık, evrensel ve kozmolojik boyut, birleşme ve varoluşsal durum olarak ifade edilmesinden kaynaklanmaktadır. İnsanın mutluluğun gerçek tanımı bu yaratıcı

anları tecrübe etmesidir. Bu mutluluk halinin devamı için yaratıcı hali bir bilince

dönüştürmek ve bu farkındalık düzeyinde sürekli kalmak gerekmektedir. İnsan-ı kâmil bu farkındalık halini tamamen elde ederek her şeyle bir olur ve bu hal kozmik benliğinin aydınlanmasına yardım eder. Çünkü benliğin en üst aşaması ve dualitenin aşıldığı birleşme olan an, kozmik uyum ya da kozmik ritimle uyumla ilişkilidir. Bu birleşme ve uyumun sağlanması için nefsin bencilce istekleri ve sosyal ve kişisel hastalık ve çatışmalar aşkın yaratıcı gücüyle ortadan kaldırılmalı ve tedavi edilmelidir. Gerçek ve aşk birbirine benzer ve gerçeklik aşktan doğar. Fakat aşkın zirve noktası, yoğun ve aktarılamaz, sıradan duyu ve mantıkla ölçülemeyeceği için arınma, samimiyet, inanç ve kapasite gerektirir. Arınmanın gerçekleşmesi ile de ana ulaşılabilir. Aşk, gerçeklik, an, aydınlanma ve arınma arasındaki ilişki ve oluşumu gerçekleştirebilecek ve tecrübe edebilecek olanlar bütünleşmiş insanlar yani insan-ı kâmillerdir (Arasteh, 1990:99-134).

An’a hükmeden ve an’ın farkında olan değer sahibi ahlaklı insanlar anlık doyumları

tatmin edici bir dürtü olan benmerkezciliği yani nefisperestliği kontrol altına alabilirler (Tarhan, 2012b: 67). Çünkü değerler insan zihnini, kalbini ve ruhunu daha ileri düzeyde bir algıya hazırlar (Deikman, 1982: 89). Bu algı ve bilince sahip olan insan-ı kâmiller bilgelikle beraber değerlere de sahip olan ahlaklı kimselerdir. Bilgelik ve değer

96

arasındaki ilişki bilimsel olarak ortaya konmuştur. Değerler, en gelişmiş haliyle insanda bulunan beynin ön bölgesi denilen frontal lobda yer almaktadır (Tarhan, 2012b:64). Her ne kadar nörobiyolojik araştırmalar insan beyninin değerler, ahlak, duygu ve diğer kişilik özellikleriyle ilgili ön (frontal) lobunun yirmi-yirmibeş yaşına gelene dek aktif olarak gelişimini sürdürdüğünü ve nesiller geçtikçe daha geç olgunlaştığını ortaya koysa da (Sayar, 2012d:124) bir insanın bilgeliğe önem verme mekanizması ile değerleri öğrenme mekanizması aynıdır. Beynimizdeki renk, şekil, boyut ve görüntü gibi kuru gerçekleri yazan hipokampus ile üzüntü, korku, sevinç gibi duyguların kaydedildiği

amigdala adlı iki alan bu durumla ilişkilidir. Bilge insanların beyinlerinde bu iki alan

birlikte çalışır. Bundan dolayı bir noktaya bilgi, diğer noktaya duygu depolanarak bu alanları beraber kullanmak büyük bir kabiliyettir (Tarhan, 2012b:167).

İnsan-ı kâmil ile ilgili karşılaştırmalar modern psikoloji ekolleri ile yapıldığı gibi son dönemde ortaya çıkan çeşitli yaklaşımlarla da ilişkilendirmektedir. Halvet ile ilgili deneyimlerini ortaya koyan psikolog Mihriban Özelsel ölüme yakın deneyimlerin (Near-Death experience-NDE) psikolojik ve fizyolojik unsurlar, sinir sistemi, beyin ve zihinde değişiklilere neden olarak meydana getirdiği insan doğasının en yüksek yapısı olan Omega Prototype, sufizmdeki insan-ı kâmile benzetmektedir. Tasavvufun insan-ı kâmil olma süreci olan ölmeden önce olmak yaklaşımı ona göre Omega Prototype’tır (Özelsel, 2010:1392). Omega Prototype’ı oluşturan ölüme yakın deneyimler(Near-Death Experience-NDE) sonucunda oluşan psikofizyolojik sonuçlar biyolojik içerikli olan psikoenerjetik ve psikokinetik değişikliklerden, yüksek bir zihinsel farkındalığı ifade eden psikolojik hallere kadar uzanmaktadır. Bu tecrübelerden sonra kişiler sıklıkla ampul, dijital saat ve bilgisayar gibi elektronik ve elektrik aletlerinde bozulmalara sebep olduklarını ifade etmişlerdir. Elektriksel hassasiyetleri olan bu kişiler alerjisi olan, iyileştirici güç gibi psişik fenomenlere sahip olduklarını ifade eden, ışığa ve sese hassasiyeti olan duygusal açıdan yoğun ve değişken bireylerdir. Ölüme yakın deneyimlerin daha üst bir bilinç ve farkındalık düzeyine ulaştırdığını ve manevi hassaslıklarını arttığını ifade edenlerin etmeyenlere oranla yüksek olduğu ortaya çıkmıştır. Ayrıca inanç sistemlerine, dünya görüşlerine ve sosyal değerlerin dönüşümüne pozitif etkisi olduğu; psikofizyolojik fonksiyonlarını ve bilişsel süreçlerini geliştirdiği ortaya konmuştur. Bu psikolojik ve fizyolojik sonuçlar mistik bir tecrübe ve psikospritüel bir dönüşüm olan yogada ortaya çıkan latif bir bioenerji kundaliniye

97

uymaktadır. Bütün bu sonuçlar ve kundaliniye benzeşimiyle beraber ölüme yakın deneyimlerin olumlu sonuçlarından birisi daha gelişmiş insan varoluşu olan ve insanın dönüşümünü ifade eden B.Greyson’un (1990) Omega Prototype dediği kavramdır (Ring and Rosing, 1990: 223-238).

İnsan-ı kâmilin tam anlamıyla gerçekleştiği durumların dışında Guenon’un sahte inisiasyon dediği bir seyr i süluk süreci de meydana gelebilir (Guenon, 1990:285). Bu olgunlaşmanın gerçekleşmediği yanıltıcı bir dönüşümdür. Olgunlaşmamış, eksik aydınlanma ya da sera aydınlanması olarak adlandırılabilecek bu durum ile bir çeşit kuramsal ya da hazırlanarak oluşturulmuş bir aydınlanma sağlanabilir. Bu sinir sistemini ve enerji merkezlerini doğrudan etkileyecek biyolojik ve güçlü dönüşümdür ve bunun sonucunda bilinçli ve bilinçdışı zihin arasındaki perdeler ortadan kalkar ama bu o kişinin olgunluk olarak tanımlamış olduğum nitelikleri deneyim ve ahlakı elde etmiş olduğu anlamına gelmez. Diğer bir ifadeyle bazı insanlara çok yüksek bilinç durumlarını deneyimlemek lütfedilmiştir fakat bu haller insanî deneyimlerin her bölümünü içine alan daha önceki bir eğitim yoluyla edinilmiş bir karakter gelişmesi ile birlikte değilse gerçek aydınlanmış bir kişi olarak değerlendirilemez (Helminski, 2006: 48).

Özetle ifade edecek olursak, bütünleşmiş insanın -insan-ı kâmil- psikolojik nitelikleri şunlardır: 1- Korkulardan, açgözlülükten, şehevî ve saldırgan dürtülerden kurtulmuş olması, 2- İkilikten kurtulmuş olması, 3- Geçici ve koşullanmış benlikten kurtulmuş olması, 4- Nefsin bütün özelliklerinin -bitkisel, hayvanî, levvâme, raziyye vs- tam olarak bütünleşmiş olması, 5- İnsan gelişiminin 7 aşamasını (tövbe, vera, züht, fakr, sabır, tevekkül, rıza) tecrübe etmiş olması, 6- Duygusal ve mistik hallerin (umut, korku, ümitsizlik, müşahade, vecd, neşe, şüphe, güven, ihlâs, yakin) gibi tecrübe etmiş olması, 7- Hayatın içinde tümüyle yer alma ve şimdi ve burada durumuyla bütünleşmiş olması, 8- Geçmiş ve gelecekten kurtulmuş olması, 9- Doğayla ve hayatın görünmeyen uyumu ile olan ilişkisini gerçekleştirmiş olması, 10- Aşk ve geçici gerçekliği tecrübe etmiş olması, 11- Fena ve bekaya ulaşmış olması (Shafii, 1988: 240). Bu özelliklere sahip arınmış olanlar/insan-ı kâmiller, kendi problemlerini çözecek ve kendi kendinin terapisti olabilecek bir seviyeye ulaşmışlardır (Pryor, 2002: 69). Bakara suresinde (2/38) ifade edildiği gibi “Onlar için korku ve hüzün yoktur.”. Sufi bilincin perdelerini bir bir

98

kaldırır ve nihai hedefe, hiçliğe ulaşırlar. Bilinçdışının açığa çıkarılmasıyla sufi bilgiye doğrudan ulaşmış olur (Sayar, 2004: 15). Bu bilgiyle amaçlanan evrenle bütünleşmektir (Hammerle, 2002: 109). Sufiler, İslam’ın istediği tevhid ve bütünleşmeyi psikolojik birlik ve bütünlük içinde yaşayarak gerçekleştirmişlerdir. Maneviyatın bu en yüksek noktasına günlük hayatın içinde ulaşmaya çalışmışlardır (Helminski, 2006: 237). Çünkü insan maneviyatı arayan dünyevi bir yaratık değil; gerçek doğasını günlük yaşamın içinde keşfetmeye amaçlayan manevi bir varlıktır (Frager, 2005: 63).

Sonuç olarak modern psikolojiler insan gelişiminin en üst aşamalarını olgunluk ve yetişkinlik olarak görmüş ve bunların ötesine geçmemiştir. Modern psikolojiler semptomların, psikopatolojilerin, davranışların, ergenlik ve çocukluktaki insan gelişimi ve uyumuna; ayrıca anksiyeteyi azaltmak, semptomları iyileştirmek ve insanın günlük yaşama uyma kapasitesini arttırmak için gerekli teknik ve yaklaşımları geliştirmeye odaklanmıştır. Bundan dolayı ister analitik ister davranışsal olsun birçok psikoterapötik yaklaşım semptomları azaltmayı ve günlük yaşama uyumu arttırmayı hedeflemiştir. Geçici ve bireysel gerçekliğin ötesinde bir gerçekliğin keşfedilmesi ve tecrübe edilmesi uygun görülmemiştir. Bir psikoterapist ya da psikanalist bu yönde kısa bir yönelimi tolere etse ve birey evrensel bir gerçeklik peşine düşse bu felsefi, entelektüel, direnç, narsistik meşguliyet ya da psikotik gerileme olarak değerlendirilmektedir. Bu eksik ve yanlış bakış açılarından dolayı tasavvufun insanın bütünleşmesine götüren metodları bilişsel ve tecrübî açıdan ele alınırsa insan kişiliğinin daha üst aşamalarını anlamak için yeni haritalar ortaya çıkarılabilir. Buradaki güçlük bütün insanlarda insan-ı kâmil olma potansiyelinin var olmasına rağmen çok az kişinin bu potansiyeli ortaya koyabilmesidir. Bundan dolayı bu aşamaya ulaşanlar bu psikomistik aşamayı ifade etseler bile kelimeler yetersiz kalacağı için yaşanan tecrübenin sadece belirli bir kısmını ifade etmiş olurlar. Fakat tasavvufta insan gelişiminin en üst aşaması olan insan-ı kâmile ulaşılamasa da kişinin böyle bir potansiyeli taşıdığının farkında olması ve bu hedefe yönelmesi bile psikolojik ve ruhsal bütünlüğe ulaşmaya teşvik eder ve umut, cesaret ve gelişimi için bir kaynak olabilir (Shafii, 1988: 203-241).

99

Benzer Belgeler