• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: KURAMSAL ÇERÇEVE ĐLE ĐLGĐLĐ ARAŞTIRMALAR

1.13. Kaygı Kavramı ve Kuramsal Açıklamalar

Kaygı çağdaş kişilik kuramlarında temel açıklayıcı yapı olarak yer alır ve birçok psikolojik rahatsızlığa neden olan ana sebeplerden biridir.

Diğer bir yandan kaygı yaşamımızı sürdürebilmemiz için yararlı ve gerekli olabilir.Bizi günlük hayatta karşılaşabileceğimiz tehlikelerden koruyabilir.Ayrıca motivasyon konusunda da önemli bir araçtır.Örneğin çoğu öğrenci kötü not alma korkusu yüzünden sınava motive olur.Herkes belli durumlarda kaygı duyabilir.Bununla birlikte kaygı bir kişinin günlük hayatını zora sokuyor ve onu özgürce hareket etmekten alıkoyuyorsa, anormal bir varlığından söz edebiliriz.Normal ve verimli bir fonksiyonellik için kaygının motive edici ve engelleyici yönleri arasında denge kurulması gereklidir (Akt.Bilgin,2001:31).

Genel olarak olumsuz duyguların yaşandığı durumlar kaygının ortaya çıkmasına neden olur.Kaygıya ait belirtiler,kaygıyı oluşturan dış şartlardan onu yaratan kişiye doğru yaklaştıkça ağırlaşır.Duruma bağlı kaygı o şartlar içinde yaşanır ve kişiyi zorlayan durumun bitişi ile birlikte kaygıya ilişkin belirtilerde ortadan kalkar.Halbuki sürekli kaygı kişiye ait bir vasıf olarak var olur ve çeşitli durumlarda daha fazla hissedilmekle beraber hayatın bütününü kaplar.Böyle bir kişide gerçek tehlike ile uyuşmayan tepkiler ortaya çıkar (Batlaş&Batlaş,1998:122).

Kaygı, bir birey olarak varlığı için esas kabul ettiği bazı değerlerin belirsiz ve baş edemediği tehditler altında kalışının anlaşılması ve hissedilmesi durumudur.Kaygı ayrışmamış bir tepki olup korku ile arasında ki en önemli fark korkunun spesifik bir tehlikeye karşı ortaya çıkan bir tepki oluşudur.Kaygı ise spesifik olmayan,belirsiz ve objesiz tehlikelere karşı bir tepkidir.Kaygıda en önemli özellik tehlike ve kaygı yaşantısına karşı belirsizlik ve çaresizlik hislerinin varlığıdır (Doğan,1993).

Kaynağı belirsiz korkuya “kaygı” denir.Korku ise insanın canının, malının, sevdiklerinin,inançlarının ve toplum içindeki yerinin tehdit edildiği durumlarda yaşanan, bedensel belirtilerin eşlik ettiği duygusal bir tepkidir.

Korku sırasında duygusal tepkinin şiddeti tehditle orantılıdır ve tehdidin var olduğu süreyle sınırlıdır.Korku sırasında insan bedensel ve zihinsel güçlerini, korku yaratan tehdidi ortadan kaldırma amacına yönelik olarak uygun bir biçimde kullanılır.Bu sebeple korku normal bir tepkidir.

Kaygı durumunda ise duygusal tepkinin şiddeti hem tehditle hem tehditle orantılı değildir.Hem de tehdidin varlığından bağımsız olarak devam eder.Bu durumda da insan

bedensel ve zihinsel güçlerini korku yaratan tehdidi ortadan kaldırma amacına yönelik olarak kullanamaz (Batlaş&Batlaş,1998:122).

Var oluştan bu yana varlığı kabul edilen kaygının genel bir amacı vardır.Başlangıçta bu amaç insanı çevresinden gelebilecek tehlikelerden korumaya yönelikken,çağımızda ise benlik değerine yönelik tehditler, grup ve toplum dışına itilme, rekabet gücünden yoksun bırakma gibi tehditlerle ortaya çıkmaktadır.

Đlkel insanda biyolojik özellik ön planda iken,çağımız insanında psikolojik özellik ön plana çıkmaktadır.Kaygı ilkel insanlarda düşünme yeteneğinin gelişmesini ve kendini korumak için sembolleri ve araçları keşfedip kullanmayı sağlamıştır.Günümüzde ise kaygı; canlılığın yaşamla mücadele etmenin, yeni şeyler keşfetme ve yaratabilmenin rekabet ortamında daha yararlı işler yamanın ve kendini kabul ettirebilmenin bir gereği olarak yaşanmaktadır.

Görülüyor ki kaygı bireyin kendi varlığına veya özdeşim yaptığı bireylere yönelik çeşitli tahripkar, yıkıcı, bozucu durumlara karşı tepkisidir.Kaygının bu yapıcı, olumlu özelliği yanı sıra bunun patolojik boyutlara varmasıyla yıkıcı ve bozucu yanları da vardır (Bilgin,2001:33).

Kaygı kuramlarına bakıldığı zaman;tarihsel gelişimi içinde öncelikle, psikoanalitik yaklaşım açısından, kaygının pek çok araştırmacı tarafından yine farklı şekillerde yorumlandığı görülmektedir.Freud;1926’da “Ketlenmeler,Belirtiler ve Anksiyete ” aslı yapıtında bu duygunun psikolojik bir olgu olduğunu ortaya koymuştur.

Freud,insanı uyum sağlama yeteneği olan bir organizma olarak tanımlamıştır ve bu tanımda da Darwin’e borçludur. Darwin, yalnızca kendi varoluşlarına katkı sağlayabilen canlıların yaşamlarını sürdürebileceklerini belirtmişti.Freud da insan organizmasını tehlikeli ve düşman nitelikler gösteren fiziksel ve toplumsal çevresi içinde, kendini korumak ve yaşamını sürdürmek amacıyla sürekli çaba gösteren bir varlık olarak görmüştür.Đnsan,bu düşman çevrede, yaşayabilmesini uyum yapabilme yeteneği ile sağlar.Freud’a göre insan davranışlarının tümü, uyum yapmaya yönelik bir amaç taşır. Hiçbir davranış raslantısal değildir ve organizmanın yaptığı her şey ,yaşamı sürdürme çabasının farklı bir biçimidir.Freuda göre kaygı,fiziksel veya toplumsal çevreden gelen tehlikelere karşı, bireyi uyarma gerekli uyumu sağlama ve yaşamı sürdürebilme

işlevlerine katkıda bulunur.Ne var ki kaygı (anksiyete), nevrotik anksiyetede olduğu gibi gerçekdışı ve mantığa aykırı bir nitelik alırsa, uyum sağlamaya yönelik özelliğini yitirir ve normal dışı davranışların kaynağı olur (Gençtan,1993:48-49).

Otto Rank, kuramının ilk basamağı olan ‘’Doğum Sarsıntısı ‘’ adlı ,1924 tarihli yapıtında kaygı kavramını ele almıştır.Rank ;döl yatağında geçen rahat bir dönemden sonra, birden çaba ve ğirişimi gerektiren doğum sonrası koşullara geçişin, çocukta yarattığı dehşetin, sonraki yaşantıda en sağlıklı insanlarda bile sürekli var olan birincil

anksiyetenin kaynağı olduğunu ileri sürmüştür.Freud, doğum sarsıntısını insanın

yaşadığı ilk anksiyete olarak değerlendirmiştir.Sonraki anksiyeteleri genellikle cinsellik şeklinde açıklamıştır.Buna karşılık Rank insanın yaşamındaki anksiyetelerin çoğunu doğum anında yaşanmış olan ayrılık anksiyetesinin bir tekrarı olarak yorumlamıştır (Gençtan,1993:218-219).

Kaygı kavramının anlaşılmasındaki en önemli katkılardan biride kuşkusuz Karen Horney yapmıştır.Horney, yazılarında sık sık korku ve kaygıyı eş anlamda kullanmış ve iki kavram arasındaki yakınlığı belirtmeye çalışmıştır.Gerçekten her iki duyguda da benzer yönler bulunmaktadır.Her iki duyguya da titreme.terleme.hızlı kalp atışları gibi bedensel belirtiler eşlik ederse de aralarında iki önemli fark bulunur.Örneğin;bir anne, nezle olan çocuğunun öleceği duygusuna kapılırsa bu duygu anksiyetedir.Buna karşı çocuk ciddi anlamda bir hastalık geçirmekteyse o zaman annenin yaşadığı gerçek korku olur.Horney’e göre gerçek kaygı(aksiyete)ile ilgili olarak gerçekten şu durum söz konusudur.Kaygının (anksiyetenin9 yoğunluğu, içinde bulunulan durumun kişi için taşıdığı önemle orantılıdır ve kişi bu duyguyu yaratan gerçek nedenlerin farkında değildir.

Ayrıca, kaygının içeriğinde, dayanılması gerçekten güç bazı öğeler de bulunulabilir.Bunların en önemlisi çaresizlik duygusudur.Kaygılı insan çaresizlik duygusuna kapılır ve gerçektende öyledir.Özellikle güç kazanma,yükselme ve çevreye egemen olma kavramlarına önem veren kişilerde bu duygu daha yoğun olur.Yoğun yaşanan kaygının bir diğer özelliği de mantık dışı oluşudur (Gençtan,1993:244-246).

Kaygıda davranışsal teorilere bakıldığında; korku ve kaygı konusunda çalışan en önemli isimlerden birinin de Watson olduğu görülebilir.Watson’un görüşüne göre kaygı;koşullanmış duygusal bir tepkidir.O bu konuda, dönüm noktası oluşturan

çalışmasını Rayner’la (1920)birlikte yapmıştır.Watson, küçük bir çocuk olan Albert’i kürklü nesneler ve hayvanlardan korkması için koşullandırmıştır.

Kaygı ve korku konusunda bir başka koşullanma teorisini de Mowrer(1939) ortaya koymuştur.Onun ifadesine göre kaygı,öğrenilmiş bir tepkinin, daha önce olmuş bir olayı takiben, yaralayıcı ve acı verici işaretleridir.Mowrer’in ayrıca öne sürdüğü bir diğer konu, korkunun insan davranışlarına motivasyon sağlayabileceğidir.Korkudaki motivasyonun niteliği, onun teorisindeki merkezi oluşturur.Mowrer, kaygının klasik klasik koşullanmanın yol açtığı içsel bir tepki olabileceğini öne sürmüştür.

Davranışçı teorilerden çıkış alan, kognitif yaklaşımlar da bilişsel işlemlerinin öneminin altını çizmektedir.Bu teoriye göre; bir bireyin davranışı, onun dünyayı nasıl yapılandırdığına bağlıdır (Beck,1976).