• Sonuç bulunamadı

6 Kasım gecesi

Çok kişilik uçaklardan üçünü onarıp yeniden hizmete almışlardı. İşte bunlardan Magnin’inki, adı Jaures, bir saattir denizin üstünde uçuyor, tek başına: Balear Adaları’nı tuttu tutacak. Palma, yarım yamalak karartılmış, uçaksavarlar bir türlü göremedikleri uçağa körlemesine ateş kusuyorlar; aşağıda şehir, uluya uluya kendini savunmaya çalışan bir kör sanki. Limanda bir faşist kruvazörü olacak, silah taşıyan başka gemiler. Magnin onları aranıyor. Önünde ardında ışıldaklar, bazen birbirleriyle kesişerekten, geceyi şakır şakır doğramakta. Magnin, tel gibi gergin, bu diye düşünüyor, bir sineği değneklerle yakalamaya uğraşmak gibi bir şey! Pilot yerinin dışında uçağın içi zifiri karanlık.

Düşmanla mı çarpışıyorlar, soğukla mı? Sıfırın altında on, belki de daha fazla. Mitralyözcüler eldivenle ateş etmeye ifrit oluyorlar ama, bu soğukta mitralyözlerin çeliğine dokunuldu mu elini kavuruyor adamın. Bombaların aydınlattığı turuncu gece fıskiyeleri, dev fıskiyeler. Gemilere tutturup tutturamadıklarını Savunma Bakanlığı’ndan öğrenebilecekler ancak.

İçi kürklü uçuş tulumunda vücutları sımsıcak, ama şuradan buz kesilmiş, uçakta herkes yalnız -ama nasıl, deniz karanlığının ta dibine değin yalnız!- çevrelerinde açılı açılıveren uçaksavar çiçeklerine bakıyor.

Birden, bir aydınlık: Uçağın ışıkları mı yandı ne? Magnin, “Hay Allah,” diye bağıracak oluyor,

“söndürün şunları yahu!” Neyi söndürecekler! Attignies’in başlığı ve suratı üzerinde uçak pencerelerinin gölgesi. Öyleyse dışarıdan bu ışık: ışıldaklar.

Onları yakalamış olan dönüyor, yeniden avcuna alıyor uçağı. Magnin, Pol’ün kendi halinde suratını seçebiliyor bu arada, Gardet’nin oyuncak tüfekli sırtını. Garip şey. Gemileri göz gözü görmez bir karanlıkta bombaladılar, uçaksavar barajını mavi mermi şimşekleriyle çatal çatal bir fırtına karanlığında aştılar ya, ışıldak uçağı basar basmaz, havalandıklarından bu yana birbirlerini ilk defa görüyorlar, silah arkadaşlığı havası da bu tehlikeli aydınlıkta belirebiliyor ancak.

Işık yolu onları kendilerini gözleyen ışıldağın aynasına bağlamıyor mu, hepsi ona doğru eğilmişler, gözleri onda; çünkü hemen yanıbaşında uçaksavar topunun bulunduğunu bilmeyen yok.

Altlarında göz kırpan birtakım ışık benekleri, belki de havalanan avcı uçakları bunlar, bir de gece, uçsuz, bucaksız, karanlık. Ve bu karanlığın, orta yerinde, döne döne, içindeki o magnezyum ışığından parıl parıl yedi kişiyi kalbur gibi çalkalayarak tepesi üstü inen, yine de bir türlü ışıldaktan sıyrılamayan uçakları.

Magnin, Attignies’in yanına attı kendini, baktı o, bu çakıntılı yıldırım aydınlığından kurtulmak için yummuş gözlerini, dümen koluna asılıyor. Uçaksavar ateşinin eli kulağında, uçakta herkesin sol eli daha şimdiden paraşütlerinin halkasında. Durum kötü ya, dur bakalım.

Attignies, tepeden tırnağa bütün vücuduyla şu anda bir avcı uçağında olmadığına yanarak, dişlerini sıkmış, ayak parmakları pedallar üstünde kaskatı, bir manevra deniyor: Uçak bir kamyon gibi dönüyor ama ışıldak hala ensesinde.

İlk mermi: otuz metre kadar ilerde. Sarsılıyorlar. Aşağıdakiler atışı düzenleyecek elbet. Magnin, Attignies’in başlığından koparıyor adeta kulaklığını. Pilot, eliyle de ne yapacağını göstererek: – Fırtına! diyor. Zorlu bir fırtınada aygıtlarının denetimini yitirince başvurdukları bir çare bu: uçağın olanca ağırlığıyla pikeye geçmek!

Motor patırtısı ve çipçiğ aydınlıkta bütün bıyıklarıyla karşı duruyor Magnin, olmaz diyor, ışıldak pike sırasında da bırakmaz bizi. Sonra o da eliyle önce kanat üstünde kay, sonra bir viraj at diye işaret ediyor.

Düşüyorlar sanki, gövdenin içinde tangırtı kıyamet, oradan oraya tekerlenen şarjörler: Attignies, karanlığı buluncaya kadar salıveriyor uçağı, bulur bulmaz da dönüp acele bir “S” çizerek yol veriyor, tamam. Altlarında üstlerinde, şaşırmış, üst üste karanlığı doğrayıp duran ışıldağın telaşı: sanki körün biri kılıç yordamıyla arıyor onları.

Artık ışıldaktan yana bir korkuları kalmadı, yine koruyucu gecenin karanlık koynundalar. Herkes yerli yerine geçmiş, uykuda gibi, her çarpışmayı izleyen gevşekliğe bırakıyor kendini; fenersiz denizlerin buzlu karanlığına gömülmüşler yine ama, az önce bir an için de olsa gördükleri kardeş yüzleri gözlerinin önünden gitmiyor ki!

Valencia’da portakal bahçeleri arasında bir mola verdikten sonra Albacete’ye iniyorlar, Magnin orada terkediyor Juares’i, ötekiler Alcala-de-Henares yolunu tutuyor. Madrid doğrultusunda cumhuriyetçilerin yararlanabildiği en son alan bu. Filonun bir bölümünü onarılmış uçakları denesinler diye Albacete’de tutuyorlar, geri kalanı Alcala’da savaşıyor.

Uluslararası Birliklerin kurulup düzenlendiği yerdi Albacete. Bu ufacık, pembe ve kirli sarı şehrin kış öncüsü sabah ayazında epeyce kalabalık bir pazar kurulmuştu, binbir çeşit pazarı: bıçaklar, bardaklar, çanaklar, taraklar, aynalar, donlar, askılar, pabuçlar ve rozetler panayır zenginlikleri içindeydiler, tuhafiyecilerin ve ayakkabıcıların önünde asker kuyrukları uzanıyordu. Çinli bir ayak satıcısı kaşla göz arasında malını arkası dönük bir nöbetçiye sokmaya kalkıştı, nöbetçi döner dönmez dar kaçtı oradan: tesadüf bu ya, nöbetçi de Çinli değil miymiş!

Birlik Merkezi’nde aradığı yetkiliyi bulamadı Magnin; Eğitim Kampı’na gitmişti, bir saate kadar ancak gelir dediler: o da öğle yemeğini yememişti ya, tuttu en yakın içkili lokantaya girdi.

İçerisi, bir alem. Sarhoşun biri bas bas bağırıyordu. Onca tedbire, ihtiyata rağmen birliklere ne idüğü belirsiz kişiler geliyordu yine de; böyleleri geri çevriliyor, öğle treniyle geldikleri yere gönderiliyorlardı ama, bütün sabah kafalarını ütülüyorlardı önlerine gelenin. Geçenlerde, kimin işiyse, Lyon’un olanca berduşu dertop edilmiş uluslararası birliklere gönderilmişti. Daha sınırda durdurdular, geri çevrildiler. Birlikler savaşacak adam arıyorlardı, sinema figüranı değil!

Sarhoş, besbelli ipin ucunu kaçırmıştı:

– Ayıp, diye uluyordu, ayıp! Bana yapılır mı bu? Ben ki Monaco Prensi’ne pilotluk etmişim,

Atlantiği geçmişim, ben ki bugüne bugün eski bir lejyonerim, layık mıyım buna, ha, it sürüsü, inek takımı, ekmek içinden devrimciler sizi!..

Bardağını yere vurup kırmış kırıklarını çiğniyordu.

Sosyalistin biri kalkacak olduysa da bir başkası, o da dalgacının biri, eliyle durdurdu onu.

– Dokunma, dedi. Tanırım. Zararsız bir adam, zaten dut gibi. Göreceksin sepetlemesi ne kolay.

Kalktı, cam kırıklarını çiğneyen sarhoşun ardına dikildi ve başladı komut vermeye:

– Herkes yerine, dik-kat!

“Hazırolll!”

Sarhoş dediklerini dakikasında yaptı.

“Sa-ğa dönnn, ileee-ri arş!”

Herif komuta uyarak kapıya doğruldu, çekti gitti.

Tekrar konyağının başına dönen öteki dalgacı:

– Demedim mi, dedi, iki dakikalık iş.

Magnin tanıdık birine rastlar mıyım diye bakınıyordu ama, kimseyi göremedi. İlk kata çıktı.

Ücretli havacılardan üç kişi, lokantacının portresi altına çömelmişler, yerde aşık atıyorlardı.

Ücretlilerin çoğu bırakıp Fransa’ya gitmişti, kalanlardandı bunlar; sabah ayazında işi gücü bırakmış, Magnin’e sırtları dönük veryansın ediyorlardı aşıkları. Aşıkların takırtısına, açık pencereden, başka bir gürültü, nal sesleri kadar açık ve seçik, demirci balyozu ya da çamaşır tokacı gibi düzenli bir gürültü katıldı: Uluslararası Birliklerin ayak sesleri! Aşıkları atanın eli havada kalakalmıştı, aşıklar düştükleri yerde sarsıntıdan titriyorlardı. Ayak sesleri kerpiç yapıyı ta temelinden sarsıyordu, oyun bile savaş havasına girmişti o anda.

Magnin pencereden baktı: bir koridor gibi çın çın öten daracık sokaktan, ayaklarını vura vura, Uluslararası Birlikler geçiyordu. Kimler yoktu ki aralarında! Uzun saçlı aydınlar, inatçı komünistler.

Nietzsche bıyıklarıyla yaşlı, Sovyet filmlerindeki jönleri andıran yüzleriyle genç Polonyalılar, kafası tıraşlı Almanlar, Cezayirliler, bunların arasına yanlışlıkla karışmış İspanyollar denebilecek İtalyanlar, hiç kimselere benzemeyen İngilizler, Maurice Thorez’e ya da Maurice Chevalier’ye benzeyen Fransızlar, her ulustan, herkes; hepsi de çelikleşmiş, hem de hayır, Madrid’li gençlerin talim hevesiyle değil, vaktiyle birbirleriyle yaptıkları savaşın, içinde bulundukları ordunun anısıyla çelikleşmiş, dimdik. Kışlalarına yaklaşıyorlardı ya, birden marş söylemeye başladılar ve yeryüzünde ilk defa olarak, savaş düzeninde yürüyen her ulustan karmakarışık bir sürü adam, Enternasyonal’i bir ağızdan söylemiş oldu.

Magnin ardına baktı, ücretliler yeniden aşık atmaya dalmışlardı. Onlar, kulak asmıyorlardı böyle şeylere.

Artık Yabancı Hava Kuvvetleri’ni yenileyebileceğini umuyordu. Bakım ve onarım atölyelerine çekidüzen verebilmek için on beş gün kadar Barcelona’da kalması gerekmişti; gerçi kedi gidince meydan farelere kalmış, pelikanlar işi biraz azıtmışlardı bu tarafta ama, bir haftaya kadar altı bombardıman uçağı yenisinden farksız bir halde servise girecekti.

Aradığı yetkilinin az önce pencerenin önünden geçen birlikle dönmüş olması gerekiyordu. Magnin yeniden çıktı Birlik Merkezi’ne doğruldu. Kaşları gözlerinin üzerinde birer uzatma işareti gibiydi, aklıysa hanidir kurup durduğu bir şeye takılı.

BÖLÜM ÜÇ

– Yok kusura bakma ama, daha uzun sürecek mi bu?

Alcala üssünde, tulumunu giymiş uçuşa hazır Leclerc, hem bir soylu ağırlığıyla başlığını sıkıştırıyor, hem de, eli kolu havalarda, dırlanıp duruyordu. Şöyle otuz metre kadar ötesinde, sesinin ulaşamayacağı bir yerde, grup şefi Carnero, Sembrano’nun bir dostu, elinde dürbün Madrid ufuklarına dalmış. Hava da berbat.

“Elini çabuk tutamaz ki! Oysa, fridolini’ler isterse melaike kılığına bürünsün, ben kül yutmam arkadaş...”

Leclerc İtalyan Alman ayırmıyor, faşistlerin topuna birden “fridolini”ler diyordu.

Carnero uçağına bindi, uçak uçuş hattına sokuldu. Uçağı Jaures’ti, karbüratör ayarı iyice bozuk olan Jaures, ekibiyse İspanyollardan kurulu. Önce Leclerc, ardından bir İspanyol bombardıman uçağı onu izlediler. Cumhuriyetçi avcı uçakları çoktan havalanmış, Alcala’nın üstünde tur atıyorlardı:

Amerika’dan gelme, -yeni model mitralyözleri olmayan- Allahlık uçaklardı bunlar da. Hala 1913 modeli İspanyol Levis’leriyle çarpışmak var mı?

Uç a ğı Orion arızalanıp da Leclerc başka iki uçağın parçalarından yapılma Pelican I’in pilotluğuna geçeli, gri şapkasını giymekten vazgeçmişti, fakat deri uçuş başlığıyla öyle soylu bir havalar veriyordu ki kendisine, deme gitsin!

Pelican I’in ön mitralyözcüsü Leclerc’in yerine bir göz atıp da aradığını göremeyince sordu:

– Ee, hani termos?

– Bugünlük kusura bakılmayacak, et tırnaktan ayrılıyor, iş çok ciddi.

Birkaç dakika sonra üç uçak ve avcıları Madrid’in üstündeydiler. Barajar’ı sayma, evvelce pelikanların üslendiği bütün alanlar düşmanın eline geçmişti. Bütün yollar boyunca, arapsaçı gibi iç içe girmiş bir ulaşım canlılığı, Getafe’nin az berisindeyse, kamyon parkı haline getirilmiş bir çayırlık. Üstelik hepsi de öylesine savunmasız, öylesine ortalarda ki, düşmanın olacağına inanılmaz.

Leclerc, filonun sağ ucunda uçuyor, durmaksızın çok alçak bulutlara dalıp dalıp gözden kaybolan öteki iki uçağı dikkatle kolluyordu. Tepelerinde de onları koruyacak olan avcı uçakları. Bir ara bulutlar neredeyse yerleri süpürmeye başlayınca, üstlerinden uçmak zorunda kaldılar; iki kül rengi tabaka arasında solgun boşlukları savaş düzeninde uçan filo bir ölüm uğultusuyla doldurdu.

Bulutlardan çıkmalarıyla kendilerini kamyon parkı üzerinde bulmaları bir oldu. Her iki yandaki bütün yollarda, bir uçtan bir uca sanki tampon tampona, Franco’nun arabaları. Tage’daki motorlu yürüyüş kolu Madrid kapılarına dayanmıştı işte.

Faşist avcıları birden daha yukarıdaki bulutlardan döküldüler: karşıdan, bir bakışta kanatlarını bağlayan “W”den tanıdıkları yedi Fiat. Cumhuriyetçi avcılarının en yukarıda uçan grubu onları görünce hızlandı ve üstlerine yürüdü.

Düşmanın baraj ateşi de o anda başlıyor.

Madrid’e kitle halinde yığılan Alman uçaksavarlarıydı bunlar; otomatik olduklarından, mermileri, ellişer metre arayla üst üste patlıyordu. Leclerc, kendi kendine, benim uçağın, diyordu, kanat yayılımı yirmi altı metre, iyi mi? 1918’de bile görmemişti böyle bir baraj. Alman topçuları bombardıman uçaklarına nişan almıyor, karalamadan aynı yüksekliğe ama yüz metre kadar önlerine ateş ediyordu;

öyle ki, uçaklar, sanki kendi ayaklarıyla gidiyorlardı barajın içine. Beride, iki tarafın avcıları savaşa tutuşmuştu. Leclerc bir pike denedi, mermiler de alçaldı. Bombacı:

– Telemetreleri var, diye mırıldandı.

Avcıların çatışması kızışmıştı iyice. Havada dört dönerek mekik dokuyuşları hem cambazlık yapıyormuş, hem de düşüyorlarmış gibi bir izlenim uyandırıyordu insanda ama, Leclerc’in görecek gözü mü vardı? Mitralyözcüler onları izliyor, bombacılarsa gözlerini yerden ayırmıyordu. Leclerc,

Carnero’nun uçağına takılmıştı: Çıkıyor, iniyor, yanlıyor, fakat ne yapsa etse barajı hep karşısında buluyordu Carnero. Ansızın daha da yaklaşır gibi oldu; Leclerc o patırtı içinde, bir kör nasıl kendini yedene bağlanır, öyle grup şefinin uçağına bağlanmış, içinde bir yerinde iki uçak birleşmiş de sanki tek olmuş gibi bir duygu, bir tank vurdumduymazlığıyla ateşin içinde buldu kendini.

Barajla aralarında pek pek yüz metre kalmıştı.

Bir anda uçaklarla mermiler birbirlerini buldular, Leclerc’in uçağı on metre kala şöyle bir irkildi, Jaures, öteki uçak, tam ortasından kırılarak içindeki sekiz kişiyi kurşuni boşluğa tesbih taneleri gibi bırakıverdi. Üzerine yaslandığı bir dal kırılıvermiş gibi geldi Leclerc’e, açılmış bir tek paraşütün çevresinde kara benekler halinde dökülüşen arkadaşlarını, bombacısının ve ön mitralyözcüsünün nasıl dehşete düşmüş bir suratla seyrettiklerini görünce uzatmadı artık, hemen döndü, Alcala’ya doğru uçağa tam gaz yol verdi.

Leclerc, yere inmek için yol kestiğinden beri: – Amma iş yahu, deyip duruyordu. Savaşta bile görmedim ben böyle şey.

Alanda, uçaktakiler çevresini sarmış, pis pis susuyordu. Sonunda, ağzı felaket, gözleri cehennemden dönmelerin gözleri, o fiyakalı lejyoner yürüyüşüyle komutanlık makamına gitti.

Orada Vargas, bir koltuğa oturmuş onu bekliyordu. Upuzun ayaklarını uzun uzun uzatmış, daracık suratı pencerelerden taşan bulutlu gökyüzünde, sırtında üniforması.

Leclerc, sapına kadar kahraman, başladı raporunu vermeye. Carnero’nun nasıl düştüğünü anlatırken, Vargas:

– Size verilen emir neydi? diye sordu.

– Getafe yürüyüş kolunun bombalanması.

– Kamyonlar otomobil parkından önce değil miydi? Konvoy halinde ilerlemiyorlar mıydı?

– Evet, fakat baraj yüzünden geçilemiyordu ki. Kanıtı da, Carnero işte..

Tuhaf şey, Leclerc kendi bildiği gibi konuşmayı tutturamadı mı, basitleşmiyordu da, memurlaşıyordu adeta. Vargas:

– Baraj, diye yeniden sordu, parkın orada değil miydi?

– Evet.

– Oysa daha önce kamyonlara rastladınız, öyle mi?

– ... Evet!

– Peki, niye bombalarınızı atmadan döndünüz, söyler misiniz bana?

Leclerc o dakika düşmandan kaçmış olduğunun farkına vardı.

– Düşman avcıları aman vermiyordu ki!

İkisi de avcıların onlardan iki kilometre ötede savaşa tutuştuğunu biliyorlardı; kaldı ki, avcıların saldırısına uğramış bile olsa, onlarla savaşı kendi avcılarına bırakıp Leclerc’in baraja paralel olarak bombardımanını yapması gerekirdi. Magnin, çarpışmanın en civcivli yerinde, kaç kere bombardıman yönetmemiş miydi? Vargas:

– Bombalarınızı geri getirdiniz, değil mi? diye sordu. Yanlış bilmiyorum ya?

– Getirmesine getirdik, rastgele oraya buraya, bu arada bizimkilerin üzerine atacak yerde... Zaten motor da tekliyordu.

Vargas, Leclerc’in gerçekte korkağın biri olmadığını bildiğinden, böyle duvardan atlarken yakalanmış çocuk gibi saçma sapan özürlere sığındığını gördükçe bütün bütün kahroluyordu.

Dışarda bekleyen makinisti, bombacıyı ve mitralyözcülerin şefini içeriye çağırttı.

– Motor? dedi.

Leclerc ve mitralyözcü makiniste döndüler. O:

– Vallahi, dedi, iyi sayılmazdı pek.

– Nesi var?

– Aşağı yukarı her yanı aksıyor.

Vargas kalktı:

– Peki, dedi, teşekkür ederim.

Leclerc: – Yolu yoktu, dedi, bombalayamazdık.

Vargas: – Peki peki, diye tekrarladı. Teşekkür ederim.

BÖLÜM DÖRT

Magnin’in Albacete’de olması yüzündendi bu. Komutanlık o gün Bakanlığın talimatına uyarak ilk defa üniformasını giymiş olan Scali’nin başına kalmıştı. Aslında bu işi yüklenecek iki kişiden biri hastanede yatıyordu; ötekiyse, yani Karlitch, mitralyözcü yetiştirmek üzere palas pandıras Madrid’e çağrılmıştı. Zor kapısının kapalı olması, komutanlığı, İspanyol ordusunun yarısında olduğu gibi uluslararası filoda da, komutanlık edenin kişisel otoritesine bağlamaktaydı. Üste iki kişi vardı ancak kendisine başeğilen: biri Magnin, öteki de pilotların şefi, herkesin sevip saydığı, daha şimdiden dört faşist uçağı düşürmüş bir genç. Ne var ki dünden beri, hastanede kesilen koluna, bir de yükselen ateşine komuta etmeye uğraşıyordu zavallı.

Telefonla çağrıldığında Scali, kimbilir hangi pelikanın, besbelli ortalarda dolaşırken kaybolmasın diye, Raplati’nin pespembe karnına filo mührünü basmış olduğunu henüz farketmişti, kendi kendine gülüyordu.

Sembrano’ydu arayan:

– Sizin pilotlardan, dedi, birini gönderiyorum.

Göndereli epey geçmiş olmalı ki, telefonu kapadıktan birkaç dakika sonra Scali, Leclerc’in, bir kamyonda süngülü dört milis arasında eli kolu bağlı getirildiğini gördü. Pelicarı I’in baş mitralyözcüsüyle makinisti de yanındaydı ya, daha az sarhoştu onlar. Milisler hepsini bırakıp gitti.

Vargas’tan ayrılınca, kafayı iyice çekmeye kararlı Leclerc iki arkadaşını yanına alıp, ne oluyor demeye kalmadan üsdeki arabalardan birine atlamış, kapağı aklının içki bulabileceğini kestiği Barajas’a atmıştı. Yol boyunca ağzını bile açmadı. Oturunca yine tek kelime söylemeksizin üst üste altı Pernod devirdi.

Sonra açtı ağzını yumdu gözünü.

İşin sonu: kamyon.

Yavaş yavaş ayılıyordu. Scali, köpeği koltuğunun altında, Leclerc azıtırsa ne yaparım derdindeydi. Soytarı kafalı, uzun uzun elli, bu maymundan bozma herif zorlu bir adamdı muhakkak!

Yine de iş çığırından çıkmadıkça milisleri çağırmamalıydı. Oradaki pelikanlar, uzaktan uzaktan, yarı öfkeyle bakıyorlardı Leclerc’e, yarı dalga geçerek. Attignies önce bırakıp gitmişti ama, az sonra sessiz sedasız döndü geldi. Scali, herhalde diye düşündü, iş zora binerse bana destek olmak için döndü. O arada köpeği de yere bıraktı elinden.

İpleri çözülürken Leclerc başladı söylev çekmeye:

– Tamam, anladık, nobran herifin biriyim ben, dırlanır dururum. Ama devrimci dediğin böyle olur, devrimci takımının esas niteliğidir bunlar, anladın mı? Hem kusura bakma ama, senin gibi pilot mu yoksa emekli belediye üyesi mi belli olmayan uçucuların içine etmişim ben, bi güzel! Haybeciler.

Ulan baksanıza bana, ne meyhane küpüyüm, ne urgan makarasıyım, kırk yıllık komünistim be!

Hadisene, sen gelip açıklasana olanı, ne duruyorsun?

“Franco’cu itlerin kim olduklarını sen bana sor, anladın mı? Vrangel ordusunun döküntüleriyle öteki devlet düşkünleri Paris’e dökülüşüp taksi şoförlerinin ekmeğini elinden almaya kalkıştılardı ya, ta o zamandan beri tanırım ben onları; Franco’dan çok öncesini bilirim, savaş öncesinden beri komünistim çünkü.”

Darras, üstüne varmadan: – Komünistlerle sosyalistler ayrılmadan önce bile, değil mi? dedi.

Boşversene sen, parti kim sen kim yahu! Elbet bu sende iş yok demek sayılmaz ama, bırak şu parti lafını.

Ayağı iyileşmişti Darras’m, hatta dün Scali’yle beraber Leclerc’in başaramadığına benzer bir göreve çıkmışlar, pekala da üstesinden gelmişlerdi.

İkisini de şöyle bir süzdü Leclerc: Scali, yuvarlak yuvarlak gözlükleri, bacakları şişen fazla bol pantolonu ile, havacılık filminde bir Amerikan komiği sanki; Darras, sakin bir gülümseme, yassı ve kırmızı bir yüzü çeviren kırlaşmış saçlar, bir de pehlivan pazuları. Kendi mitralyözcüsüyle makinistinde hiç ses yok.

– Ya, şimdi de parti dalgası çıktı ortaya, öyle mi? Talavera’da Gaz Fabrikası’nı uçurmaya giderken üyelik kartını sormadındı ama. Yalnızım ben, yalnız, yalnız bir komünistim işte, hepsi o kadar. Tek istediğim, dalgama taş atmasınlar, tamam mı? Ha bak, çaktırmadan yanaşıp bacağımı kapmak isteyen köpeklere de aman vermem, anladın değil mi? Hem söylesene bana, kimin işi Talavera, senin işin mi? Söylesene, benim desene!

Scali koluna girip: – Çocuk olma, dedi. Talavera senin işin, herkes de bilir bunu. Üzme kendini boş şeylerle, gel de seni yatırayım.

Magnin gibi o da Leclerc’in kaçışını korkaklığına vermiyor, bir kaza sayıyordu; hele Talavera’nın anısına can kurtaran gibi sarılması yok mu, basbayağı dokunuyordu ona. Ama her öfke insanı

Magnin gibi o da Leclerc’in kaçışını korkaklığına vermiyor, bir kaza sayıyordu; hele Talavera’nın anısına can kurtaran gibi sarılması yok mu, basbayağı dokunuyordu ona. Ama her öfke insanı

Benzer Belgeler