• Sonuç bulunamadı

AHMET HAMDİ TANPINAR’IN HUZUR ROMANINDA CÜMLELER

C- KARMAŞIK CÜMLE

“Çeşitli birleşik cümlelerin bir araya gelmesinden hâsıl olan cümlelere karmaşık cümle denir.”54

Huzur romanında girişik-birleşik cümlelerden sonra en çok karmaşık cümlelere yer verilmiştir. Bu gruptaki cümleleri dış dünyadaki dikkatlerin ayrıntılarına göre, şahısların olaylar ve durumlar karşısında takındıkları tavırlara göre, vakayı durumu izah eden cümlelere göre ayırdık.

Şimdi bu grupları ve onun örneklerini sırasıyla gösterelim:

1-Bir Tasvir, Bir Benzetme Etrafında Teşekkül Eden Karmaşık Cümleler

“İhmal edildiğini, küçük düşürüldüğünü veya haksızlığa uğradığını sandığı yahut da çocuk dünyasını, o her şeyin iyi ve dost olmasını istediği âlemi, sade mercan dalları ve sedef çiçeklerle süslü, üst üste canlı âlemi etrafa kapattığı zamanların ağlayışıydı bu.”14/4

Cümlesinde İhsan’ın kızı Sabiha’nın ağlayışı tasvir edilmiştir. “çocuk dünyası”

söz öbeği, açıklayıcı ara sözleriyle beraber kullanılmıştır. Sabiha’nın çocuk dünyası mercan dallarla ve sedef çiçeklerle süslüdür. Bunlar yazarın üslubuna has örnekler teşkil etmektedir.

“İki katlı fakat o küçük spor otomobilleri gibi, neredeyse mukavvadan zannedilecek fakir bir evin penceresinden bir tango sesi geliyor, yol ortasında toza bulanmış kız çocukları oyun oynuyorlardı.”20/1

“ Fenerin ışığı ikide bir rüzgârla kısılıyor, sönecek gibi oluyor, ihtiyar bostancı ceketinin eteğini kaldırmış, lambanın sönmemesine dikkat ediyordu.”23/1

“Sonra arabada, başını her arkaya çevirişinde onu biraz daha solgun, erimiş yüzü, hapsedilmiş gözyaşlarıyla âdeta bir yara haline gelmiş, her şeyden biraz daha uzak görürdü.”24/1

“İç içe girmiş dinlenen bu hayvanlardan biri silkinince hepsi birden harekete geçiyor, küçük çan sesleri, nöbetçilerin bağırışları, küçük bir rüzgârın ve sessizliğin kim bilir nerelerden, hangi uzak dağların eteğinden, ıssız vadilerden, insansız kalmış

54 Kaya Bilgegil, Dilbilgisi,Dergah Yay.,İst., s. 97

köylerden toplayıp odalarını aydınlatan isli lambanın etrafına getirip yığdığı bozkır gecesini, onun sessizliğini, gurbet duygusunu bozuyordu.” 24/2

“Sonra açık pencereden bir rüzgâr kabarıyor, çarşaflardan yapılmış perdeler şişiyor, etrafındaki gürültülere daha uzak yerlerden gelen gürültü karışıyordu.”24/2

“Yeni gelenler, demin, odalara çay getiren hancı çırağının uzattığı testiden su içtiler, hancının verdiği ekmekleri aldılar, kıl torbaları arpa ile doldurdular.”25/1

“Mümtaz yukarıya annesinin yanına çıktığı zaman, demin gelen kadının on sekiz, yirmi yaşlarında bir kız olduğunu, annesinin yanına olduğu gibi boylu boyunca uzanmış, gözleri açık, yüzü âdeta kaskatı, hıçkırdığım gördü.”25/4

“Bey Dağları'nın üstünde güneş sanki kendi ölümünün ayinini ve kendi yaldızdan ve koyu lacivert gölgelerden lahdini hazırlıyormuş gibi, bu dağların kıvrımlarına altın ve gümüş zırhlar geçirir, sonra alçalan ve arkaya devrilen kavis, bir altın yelpaze gibi açılır, büyük ışık parçaları şuraya, buraya ateşten yarasalar gibi uçar, kayaların üstüne asılırdı”30/2

Mümtaz’ın Akdeniz’de en büyük zevklerinden biri de güneşi ve onun hareketlerini izlemektir. Güneşe ait bu tasvirlerde güneş, ölümlü bir varlığa benzetilmiştir. Güneş koyu lacivert gölgelerden kendi mezarını hazırlar. Buradan güneşin batmaya hazırlandığını anlıyoruz. Güneşin dağlara vurduğu gölgesi altın ve gümüş zırhlara benzetilmiştir. Etrafa dağılan ışık parçaları ateşten yarasalara benzetilmiştir. Benzetmelerle ve parlak imajlarla dolu tipik Tanpınar cümlesi…

“Tatil günlerinde bu küçük kadın Mümtaz'ı mektepten alıyor, saatlerce aç karnına onunla mağaza önlerinde durarak, gelen geçene bakarak Beyoğlu'nda geziyorlar, öteberi alıyorlar sonra iki mektep kaçağı gibi geç kalmış olmaktan korka korka eve dönüyorlardı.”37/3

“Havada mavi bir mendil tutan bir hokkabaz eli gibi yine şaşırtıcı, tutulmaz hareketleriyle uçuyorlar, fakat keyifleri yerinde ve iştahlı zamanlarında olduğu gibi hep birden o lodos dalgası hızıyla yükselmiyorlar, boşlukta kendi üstlerinde bir hava hortumu gibi dönüp, sonra yine boşlukta birdenbire görünmeyen bir yalı duvarına, bir rıhtıma rastlamış gibi hızları kırılıp yere inmiyorlardı.”43/2

“Sahaflariçi tenhaydı; daha kapıda eski Mısırçarşısı'ndan sıçramış bir damla gibi küçük bir dükkân, eski zengin Şark'ın, kökü kim bilir nereye dayanan, hangi ölmüş medeniyetlere çıkan bir yığın geleneğin küçük ve sefil bir hulâsası, tozlu

kava-nozlarda, uzun tahta kutularda, üstü açık mukavvalar içinde asırlarca faydasına inanılmış, kaybolan hayat ve sıhhat ahenklerinin biricik çaresi gibi bakılmış ot ve köklerini, peşinden o kadar hırsla koşulan, okyanuslar aşılan baharlarını teşhir edi-yordu.”45/2

“Küçükçekmece'de âdeta su üstünde duran ve bu yüzden insana ister istemez Çinlilerin kayık evlerini hatırlatan büyük lokantada yedikleri yemeği, köprünün başındaki avcı kahvesinin dereye bakan bahçesinde geçirdikleri saati, bu bahçeye inen tahta merdiveni hatırladı.”46/7

“Birden birkaç ses beraberce yükseliyor, güneşte vücutlarının yukarı kısmı çıplak insanlar birkaç kafi ve keskin hareket yapıyorlar, sonra iki sandalın arasında ağ, yavaş yavaş bir bereket arması gibi, ıslak ve kenarlarına takılmış balıkların küçük gümüşten akisleriyle sudan çıkıyor ve o zaman asıl büyük yığın güneşe bir ayna tutulmuş gibi birden parlıyordu.”47/1

“Köprünün kenarında kahvenin saçağında, manasını anlamadıkları hızlı konuşmalar oluyor, bazen bir kırlangıç küçük kanat çırpınışlarıyla, tıpkı yüzen bir insanın kendisini sadece olduğu sularda tutmaya çalışan haliyle boşlukta tutunduğu noktadan hudutsuz maviliğe kendisini bırakıyor, dikine bir hamle ile yüksekliklere fırlıyor, sonra gözlerinin artık takip edemeyeceği noktadan aşağıya doğru süzülüyor ve bu süzülüş tam sonuna kadar böyle gidecek vehmini uyandırdığı zaman, birdenbire ufkileşiyor, kendi üzerinde münhaniler, helezonlar çiziyor, bilinmez bir hendese davasını ispat eder gibi bir yığın kesik ve iç içe hareketler birbirini takip ediyor ve nihayetinde bu kendi ördüğü ağdan bir kanat darbesiyle kurtuluyor, telâşlı ve sevinçli yuvasına kavuşuyordu.”47/1

“Burası küçük camili, bodur minareli ve kireç sıvalı duvarları o kadar İstanbul semtlerinin kendisi olan küçük mescitli köylerin, bazen bir manzarayı uçtan uca zapt eden geniş mezarlıkların, su akmayan lüleleri bile insana serinlik duygusu veren ayna taşlan kırık çeşmelerin, büyük yalıların, avlusunda şimdi keçi otlayan ahşap tekkelerin, çıraklarının haykırışı İstanbul ramazanlarının uhreviliğine yaşayan dünyadan bir selam gibi karışan iskele kahvelerinin, eski davullu, zurnalı, yarı milli bayram kılıklı pehlivan güreşlerinin hatırasıyla dolu meydanların, büyük çınarların, kapalı akşamların, fecir kızlarının ellerindeki meşalelerle maddesiz aynalarda bir sedef rüyası içinde yüzdükleri sabahların, garip, içli aksi sadaların diyarıydı.”110/2

“Tepeden gelen ve saçları bir altın filizi gibi tutuşturan ışığın altında, koyu nefti zeminle, elbisesinin siyahı ve boynu örten pembe tül arasından bir gül topluluğu ile fışkıran bu sarışın rüya, çehrenin tatlı sükûneti, gözlerin kapalı çizgisi, çenenin küçük bir toplulukta birden bitişi, dudakların tatlı, âdeta besleyici tebessümü gibi bir yığın benzerlikle genç adam için, sevgilisinin bazı saatlerine sanatın en sadık aynalarından birini tutuyordu.”170/3

“Yorgun göz veya vücutla dört beş metre murabbaına sığdırılmış, tahtaları morarmış, kiremitleri kırık, cüssesi yana doğru yatmış evler birbirini tamamlıyorlardı;

ikisi de içinde doğdukları şehri tanımasa, bir senaryo için hazırlanmış sanabi-lirlerdi.”180/9

“O büyük şakırtılarla her şeyi dövüyor, tramvayların üstünden, polis kulübele-rinin tahtasından, evlerin çatı ve kiremitlerinden sanki büyük orglar, klavsenler imişler gibi sesler çıkarıyor; ara sıra bir şimşek parlıyor, bu koyu, sıvaşık çamur birden, fakat başka türlü aydınlanıyor, sonra tekrar ince ipliklerin ağı iniyordu.”216/1

“Birkaç günlük yağmur, vapurun önünden geçtiği yalılarla, denizle, bir gün evveline kadar süren yaz eğlencelerinin, o parlak, tembel ve sedef uğultulu saatlerin arasında aşılmaz bir perde germişti.”223/4

“Ayinin başladığı Mesnevi'nin ilk iki beytinde Ferahfeza makamının bütün hususiyetlerini, aynı sarayın birbirinin aynı iki murassa cephesi gibi verdikten sonra, çok çeşitli, uzun bir seyahati andıran kavislerle bu makamı birkaç defa tekrarlıyor, sonra birdenbire hep aynı mimari motiflerini kullanmak şartıyla elde edilen ayrı ayrı terkiplere benzeyen bir yapışta onu yavaş yavaş kendi benzerlerinde kaybetmiş görünüyordu.”254/4

“Sokağın başındaki evde, her uzak mahremiyeti bizim için böyle gecelerde o kadar tatlı ve hülyalı yapan bir lamba yandı ve bir pencere, birdenbire hayat hastalığına tutulmuş gibi, gömüldüğü saf ve derin sükût içinden, önündeki ağacın yarı ıslak profiliyle beraber Mümtaz'ın önüne kadar, bu büyük ve muhteşem sükûttan henüz kesilmiş kanlı bir parça gibi, fırladı.”286/5

Sessiz ve karanlık bir gecede bir evin ışığının yanması ve onun Mümtaz’ın muhayyilesindeki görüntüsü tasvir edilmiştir. Aydınlanan pencere “hayat hastalığına”

tutulmuştur. Demek ki karanlık, yazara ölümü hatırlatıyor.

2-Harici Aleme Ait Bir Hadise ve Durum Etrafında Ferdin Hayal ve

Tasavvurlarını İfade Eden Karmaşık Cümleler

“İhsan da Mümtaz da bu dükkânı, kirası ve kiracısıyla, hattâ biraz müştemilâtından sayılan Arife Hanım'la beraber, ihtiyar kadının biricik eğlencesi, lüksü, boş saatlerini dolduran tek mühim meselesi addederler, onunla avunduğu için hoş görürlerdi.”13/1

“Etraf sapsarıydı ve arabalarının gürültüsünden, arabanın içinde ağlayan üç yaşındaki kızın sesinden başka hiçbir ses yoktu, kendisi arabacının yanındaydı, arkasında dün akşam sabaha kadar onu kucaklayan, bilmediği bir iştihayı onun kapalı vücudunda yakan genç kız ve onun tam karşısında da ne olduğunu, hattâ ne olacağını bilmediği annesi vardı.”27/2

“Deppoyun önünde dünyanın en sulhperver hayvanlarına, iri develere güreş yaptırıyor, tabiatın bu ölçüsüz ve sakin mahlûklarını insan aklına uymuş görmekle herkes mesut oluyordu.”29/4

“Çünkü gündüzleri, sadece yosunlu, rüzgârın, yağmurun sünger gibi delik deşik ettiği taş parçaları olan kayalar, bu saatte birdenbire canlanırlar, birdenbire, kudretleri ve cüsseleri insanın çok üstünde, talih gibi susan ve yalnız varlıklarının içimizdeki aksiyle konuşan bir yığın hayal varlık, Mümtaz'ın etrafını alırdı.”30/2

“Bu her şeyin ayrı şekilde dirildiği, seslerin kabartma kazandığı, derinleşen, dost yüzünü, sıcaklığını kaybeden göklerin altında insanoğlunun namütenahiye doğru küçüldüğü, tabiatın bize her taraftan, "Ne diye ayrıldın, sefil ıstırapların oyuncağı oldun, gel, bana dön, terkibine karış, her şeyi unutur, eşyanın rahat ve mesut uykusunu uyursun" dediği saatti.”30/2

“Bazen de daha ilerilere, denize çok yukarıdan bakan kayalıklara kadar gider, orada yosun bakışlı uçurumun kenarında, durulmuş suyun yeşil ve somaki bir ayna gibi akşamın son ganimetlerine açılışını, bir anne rahmi gibi bu ışık parçalarını alışını ve yavaş yavaş onların üstüne kapanışını, örtülüsünü seyrederdi.”31/1

“Ta yerin altından, ilerleyen ve gerileyen dalgaların sağır gürültüsü, küçük piyanolar, aşk fısıltıları, kanat çırpışları, şıpırtılar, hulâsa bilinmeyen varlıkların, yalnız günün bu saati için yaşayan, akşamla gecenin arasındaki geçidi doldurduktan sonra kim bilir hangi sedef kabuğunda, balık pulunda, kaya çukurunda, ay ve yıldız aksinde uyuyan binlerce varlığın sesleriyle kenarları pul pul, akisleri renkli büyük

davetler onu çağırırdı.”31/1

Yukarıdaki cümlelerde Akdeniz’e ait vasıflar tamamen sübjektiftir. Bu cümleler yazarın dıştan yola çıkarak kendisindeki çağrışımlarını içeren, hiçbir somut gerçekliği olmayan tasvirlerdir.

“Ona öyle gelirdi ki, bütün bu kayalar, o, yanı başlarından geçerken dirilecekler, neredeyse bir el uzanacak, bir tarafından onu yakalayacak yahut biri sırtındaki harmaniyi başının üstüne atacaktı.”31/3

“Mümtaz, bu ikinci türkü ile küçücük ömrünün henüz manasını dahi kavramadığı kederleri içinden çıkar, birdenbire çok ışıklı, taptaze fakat bununla beraber yine hasret ve ıstırap dolu başka bir dünyaya girerdi.”34/2

“Aydınlık evlerin tahta duvarlarında, kiremitler üstünde, bembeyaz şosede ve yol ağızlarından ikide bir karşılarına çıkan deniz parçalarında, eski camiin sarı boyalı duvarında, mezarlığın küçük ve tozlu ağaçlarında, sivri taşlarında, dönüşte bir aylık arkadaşlarını oynar gördüğü yıkık kale bedenlerinde, her tarafta billûr sazlarını kurmuş, o acayip, sâri, her şeyi yenen hayat şarkısını söylüyordu...”35/1

Bu cümledeki vasıflar güneşe ve tabiata ait vasıflardır. Güneş ve onun getirdiği yaşama heyecanı her tarafa yayılmıştır. Tabiata şarkı söyleme izafe edilerek tabiat kişileştirilmiştir.

“Bu ağacın kökü, orada, ufukta ince bir Herat cildinin tezhibleri arasında kıpkırmızı kavsi, bu altın oyunlarını gittikçe daha derin şekilde aydınlatan, her an eritip yeniden kendi fantezisine göre döken güneşteydi.”111/4

“O yaz ikindisinde böcek sesleri, tek tuk kanat şakırtısı ve avare çocuk yaygaraları arasında, ne yapacağım bilmez gibi güzelliğine kapanan manzara, küçük meyilli tümsekler, iki yandan denize doğru kayan bahçeler, bostanlar, eski köşkler, ağaç kümeleri ve onların tozlu yeşilini çok koyu bir neftide sıralayan serviler ve hepsinin üstünde, geniş sonsuz gökyüzüyle birdenbire uykusundan silkinmiş, Nuran'ın sesinden, Tab'î Mustafa Efendi'nin hüznünü kabullenmiş, onunla genç adamın tenine yapışmıştı.”161/1

“Ara sıra tıpkı caddedeki insanları ite kaka geçen hususi otomobiller, lüks arabalar gibi, bu yıkık, bir tarafı çarpılmış, pencereleri süsleyen sardunyaya varıncaya kadar sefaletin kemirdiği evlerin yanı başında beyaz ve tahini boyalı eski bir konak yavrusu, mazideki zenginliğin, hayatın çiçeği lüksün, hâlâ şaşırtıcı bir artığı gibi

görünüyordu.”180/10

“Onların yanı başlarında mimarisi meçhul, herhangi hayat standardına girmesi imkânsız, upuzun veya tıknaz, biri öbürünü hiç tutmayan, semtin havasına sırtını çevirmiş, duvarları çivit boyalı kireçle örtülmüş yirmi sene evvelki kârgir evlere te-sadüf ediyorlardı.”181/1

Mümtaz ve Nuran İstanbul sokaklarında gezerken yaşadığımız medeniyet krizinin izlerini görür. Eski medeniyetimizin mimarisi ile yaşadığımız zamanın belli bir kalıba girmeyen mimarisi yan yanadır.

“İşte bu sefaletin, kirin, bakımsızlığın içinde, tıpkı yolları dolduran, üstü başı perişan, sakat, yorgun, iyi tıraş olmamış ve saçlarını düzeltmeye vakit bulmadan sokağa fırlamış kadın ve erkeklerin arasında, kıyafetinin perişanlığını bakışlarıyla, endamıyla, şahsiyetinin kudretiyle yenen ve çehreden başka bir şeye dikkat imkânını insanda bırakmayan kadınlar gibi birdenbire umulmadık yerde yaldızlı taşı kırık bir geçmiş zaman çeşmesi parlıyor, biraz ötede kubbesi yıkılmış bir türbe düzgün ve va-kur cephesiyle kendisini gösteriyor, daha sonra içinde bir yığın çocuk cıvıltısı ile beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir ağacı veya servi bitmiş bir medrese meydana çıkıyor, nasılsa ayakta kalmış bir cami geniş avlusuyla, sükûnetiyle sizi dünya nimetlerinin ötesine davet ediyordu.”181/2

Mümtaz ve Nuran sefalet içindeki sokaklardan geçerken ümitlerinin iflasına eski zaman mimarileri yetişir. Yaldızlı taşı kırık bir geçmiş zaman çeşmesi; kubbesi yıkılmış bir türbe; beyaz mermer sütunları yere devrilmiş, damında incir ağacı veya servi bitmiş bir medrese yapıldığı günkü şekillerini korumasalar da bu bir yığın zevksizlik arasında kahramanlarımızın önünde yıldız gibi parlar.

“O kadar ki, musiki bittikten sonra tekrar Tevfik Bey ve Emin Dede, yine aynı makamın etrafında dolaşan besteleri ve semaileri okurken Mümtaz evvelden tanıdığı bu eserleri, şimdi aynı ümitsizlik hissi içinde dinledi.”264/1

3-Bir Hali veya Bir Görünüşü Dikkatlere Sunduktan Sonra Onu Farklı

Yönleriyle İzah Eden Karmaşık Cümleler

“Daha genç adam dükkâna girer girmez siyah gözlüğünü, bir kudret tılsımı, büyülü bir silah gibi gözlerine takar, bu cam perde arkasında âdeta görünmez olur, oradan piyasanın durgunluğunu, hayatın ağırlığını, devlet memuriyetinde belli bir gelirle çalışanların saadetini anlatır, memurluğu bırakıp da elkâ-sibü habibullah hadîsine uyduğu için -evet sırf bunun için, Peygamberin bu sözüne, bildiği halde riayetsizlik etmemek için ticarete başlamıştı- kendisine kızar, dövünür, nihayet:

— Beyefendi vaziyeti biliyorsunuz, şimdilik kabil değil; hanımefendiye arz-ı tazimat ederim.”11/2

“Eve dönüp de ihtiyar kadına aldığı cevapları söyleyince, onun ilk andaki hiddetinin -boynu kopasıca herif... bunak...-yavaş ve perde perde merhamete -zavallı, biçare, adamcağız hasta zaten- doğru gidişi; sonunda:

— Belki de hakikaten kazanmıyordur, diye yengesinin üzülüşleri, sonra yeniden bir hal çaresi aramaları, "Elde koca konaktan orası kaldı, yoksa çoktan satar, kurtulurdum" diye bir türlü vaktinde ele geçmeyen bu kiranın hayatında nasıl bir üzüntü kaynağı olduğunu gösteren cümleler, bu işin herkes için en eğlenceli safhası olurdu.”12/2

Burada Mümtaz’ın yengesine ait çeşitli haller göz önüne getirilmiştir. Bir türlü para alınamayan kiracıya önce “boynu kopasıca, bunak” daha sonra merhamete gelerek “zavallı, biçare hasta adamcağız” sözleri kullanır.

“Fakat uykuya dalar dalmaz, bacakları ve kollarıyla Mümtaz'ı kavrıyor, sanki annesinin koynundan zorla çekiyor, yüzü bütün bir saç ve nefes kalabalığıyla yüzüne geçiyor, yahut onu göğsünün tam ortasına çekip bastırıyordu.”25/4

“Mümtaz Akdeniz'in ne olduğunu, nasıl bir hayat rahatlığıyla insanı kavradığını, güneşin, berrak havanın, ufkun çizgisine kadar uzanan ve her dalgayı, her kıvrımı kendi kenarıyla göze nakşeden sarahatin, insanı nasıl terbiye ettiğini, ruhumuza nasıl dolduğunu, hulâsa üzümle zeytini, mistik ilhamla vazıh düşünceyi, en çetin ihtirasla ferdi huzur endişesini el ele yürüten tabiatın mahiyetini sonra ki-taplardan öğrendi.”28/4

“Yanı başında tahta kepenkli, peykeli, eskimiş seccadeli dükkânlarda, aynı zengin ve uzaktan bakınca büyülü ananenin hikmetleri, ebediyete kadar türlü tasnif

fikrine yabancı bir istif içinde, raflarda, rahle, sandalye üstlerinde, dükkânın döşemesi üzerinde üst üste, sanki gömülmeye hazırlanıyorlarmış yahut gömülü bulundukları yerden seyrediliyorlarmış gibi bekliyorlardı.”45/3

“Garibi bu ki, kendi hislerine karşı beslediği bu şüphe, kendi kendisini bu göz altında bulunduruş ne Nuran'a karşı olan sevgisini azaltmış, ne de bu sevgi yüzünden zaman zaman çektiği ıstırapların hakiki olmasını men etmişti.”265/1

“Mümtaz'ın bu geceden hatırladığı son hayal Nuran'ın bu gül tufanı içinden ve onların üst üste akislerini taşıyan, yorgun, süzülmüş, birkaç türlü düşüncede parça parça, fakat sakin tebessümünde birleşen yüzüydü.”291/1

“Şimdi ikisi de İstanbul tarafında oldukları, kış ortasında çıkılacak bir yokuş, bizim vapur tarifelerimizle o kadar güç bir seyahat haline gelen bir yakadan öbürüne geçme külfeti olmadığı için daha kolay buluşabiliyorlardı.”291/6

“İşin daha fenası, Mümtaz için çocuğunu feda etti, ithamını üzerinden kaldırmak arzusuyla Nuran bu eğlencelerde olduğundan çok başka görünmeye çalışıyor, hakikaten eğlenmeye, gülmeye, ufak iltifatları kabul etmeye kendisini mec-bur sanıyordu.”292/1

Nuran, etraftaki dedikodulardan kurtulmak için, kızı Fatma’yı Mümtaz’a feda etti gibi söylentileri üzerinden atmak için bir müddet Mümtaz’la görüşmeme kararı alırlar. Bu yüzden çeşitli eğlencelere, toplantılara, balolara katılır.

4-Aynı İnsanla İlgili Farklı Davranışları İfade Eden Karmaşık Cümleler

“Doktor çağırmak, eczaneye reçete götürüp ilaç getirmek, komşunun evinden telefon etmek gibi şeyler bir tarafa bırakılırsa, bu haftayı hemen hemen ya hastanın başı ucunda yahut da kendi odasında, kitap okuyarak, düşünerek, yeğenlerini avutmaya çalışarak geçirmişti.”9/1

Mümtaz İhsan’ın hastalığından beri doğru dürüst sokağa çıkmaz. Hastanın ihtiyaçlarını görür yahut evde zaman geçirir.

“İhsan iki gün kadar ateşten, halsizlikten, arka ağrılarından şikâyet etmiş, sonra birdenbire zatürree fevkalâdelik halim ilan etmiş, evin içinde korkudan, telâştan, üzüntüden bir türlü ağızlardan düşmeyen ve bakışlardan eksilmeyen temennilerden

saltanatını, o yıkım psikolojisini kurmuştu.”9/1

Burada İhsan’ın hastalığının perde perde ortaya çıkışını görüyoruz. Hasta önce ateşlenmiş, halsizlik başlamış, sonra evdekiler bu vaziyetten korkmaya başlamışlar daha sonra da hastalık tam kıvamını almıştır.

Hastalık seci sanatıyla anlatılmıştır. “-den” ekinin sekiz kelimede kullanılması cümleye ahenk katmıştır.

“İnşallah on beş gün sonra uğrarlarsa hem teşerrüf etmiş oluruz, hem de bir parça şey takdim ederim, diye işi müpheme bağlar, fakat genç adam kapıdan çıkarken yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek; "On beş günde de kabil olur mu, bilmem ki..." diyerek tekrar söze başlar ve "Mümkünse hiç gelmesin,

“İnşallah on beş gün sonra uğrarlarsa hem teşerrüf etmiş oluruz, hem de bir parça şey takdim ederim, diye işi müpheme bağlar, fakat genç adam kapıdan çıkarken yaptığı vaadin büyüklüğünden ürkmüş gibi sesi titreyerek; "On beş günde de kabil olur mu, bilmem ki..." diyerek tekrar söze başlar ve "Mümkünse hiç gelmesin,