• Sonuç bulunamadı

Saltanat devrinde müslümanların başına gelen mu­sibetlerin en büyüklerinden birisi de kanun üstünlüğü fik­rinin ortadan kalkmış olmasıdır.

Halbuki bu prensip, îs-lâmî hükümet nizamının temelini teşkil etmektedir.

İslâmiyet, dünya nizamı olarak vazedildiği zaman, şeriatın (İslâm kanununun) her şeyden üstün olduğu fikrini de beraber getirmişti. Bu temel prensibe göre devlet reisi, hükümet erkânı, halk kütleleri, küçük ve bü­yük, avam ve havas herkes, müsavi şartlarla bu kanuna tâbi idi. Hiç kimse bu kaideden istisna edilmemişti. Ay­rılık gayrılık çıkarmaya kimsenin hakkı yoktu, ister bir köle, isterse hür ve efendi olsun, herkes kanun muvace­hesinde eşitti. Dost olsun, düşman olsun, ister habrî kâ­fir, isterse muâhid (tslâm devleti ile aralarında sulh an­laşması bulunan gayrî müslim millet) olsun, müslüman vatandaş veya zimmı olsun, hükümete itaat eden veya etmeyen bir müslüman olsun, hülasa bir insan no vazi­yette bulunursa bulunsun, şeriat (kanun) nokuu naza­rında hepsi birbirine müsaviydi. Hayatın her. safluı.sını içine alan karar ve hükümlere tâbi idiler. O hiikLunh.-r ki. onlardan zerre kadar inhiraf edilmezdi...

Hulefayi Ra.şidin devrinde hem devîul reitslcri, huni de bilumum halk bu umumî kaideye son derece bağlılık gösterdi. Hatta Hazreti Osman ve Hazreti Ali, en nazik' dönemlerde bile bu prensibi nazarı dikkate aldılar ve Öl­çüyü aşmadılar.

Doğru yolda yürüyen Hulefay-i Raşidİn'in imtiyazlı vasıflarından birisi şudur:

Onlar, başıboş, gayesiz bîr hükümetin değil, kanunu bilen ve hükümlerine riayet eden bir hükümetin idareci­leriydi.

Fakat keyfî saltanat devri gelince, padişahların hor yerde yaptığı gibi, kanun, siyasî ve şahsî maksat ve ga­yelere alet edildi. Büha *sa kendi iktidarlarının devam ve bekası için, kanun vu ..erıate bağlılık usulü terkedildi.

Artık istedikleri gibi hareket edebiliyorlardı. Saltanat devrinde de memleket dahilinde yürürlükte bulunan za­hiren gergi İslâm kanunuydu.

Kendileri de Allah'ın ki­tabını ve Resulünün sünnetini kabul etmişlerdi. Bunları inkâr etmiyorlardı. Pakat amelî, pratik hayatlarında bu kanmıa göre yürütüyor, bütün muameleler bu kanuna uygun şekilde devam ediyordu. Amma padişahlar, siya­set bakımından din ve kanuna tâbi değillerdi. Keyfî bir politika l.akib ediyorlardı. Arzu ettikleri, istedikleri her gayrî meşru şey, meşru; hoşlarına gitmeyen meşru şey­ler de hemen gayrî meşru oluyordu. Onların indinde he­lâl ve harama dikkat diye bir endişe kalmamıştı. Muh­telif Emevî hükümdarlarının kendi zamanlarında kanu­na bağlılık derecesi hakkında evvelce biraz malfmıat ver­miştik. İlerdeki fasılda İse bu mevzuya tekrar temas edo[261]

Muaviye Dkvrînde

Bu .siyaset Emir Muaviye devrinde başladı. İmam Zuhıî'nin riva1 i-ine göre:

Hazreti Resulü Ekı.-a (Selât ve selâm ona olsun) ile Hulefay-i Raşidin devrinde, ne bir kâfir, müslümanu vâris olabilirdi, ne de bir müslüman, kâfire... Fakat Muaviye ınüslümanı kâfire varis yaptı. Kakat kâfirin müslümana-vâris olmasını men etti. Bu tatbikat nihayet Hazreti Ömer ibn-i Abdulaziz devrine kadar devam etti.

O, derhal bu bid'atın önüne geçti. Fakat Higâm ibn-i Ab-dülmelik, kendi ailesi için yine eski usule döndü. [262]

Hafız ibn-i Kesîr şöyle yazıyor:

«Diyet muamelesinde Muaviye sünneti değiştirdi. Zira sünnete göre "mu&lıid" in (İslâm devletî ile anlaş­ması olan gayrî muslini) diyeti raüslümanınkinin aynidir. Fakat Muaviye bunu yarıya indirdi, diğer yansını da kendisi aldı.» [263]

En kötü bid'atlerden birisi de yine Emir Muaviye zamanında ortaya atılmıştır. Hatta O, bu bid'atın yer­leşmesi için bütün vali ve hâkimlere ferman göndermişti. Bu bid'at, «Hazreti AH (R.A.) için kötü şeyler söyle­mek, ona lanet okumak, sövmek, zemmetmek ve ileri ge­ri, yakışık olmayan sözler sarfetmek» ti. Hatta Mescid-i Nebevi'de, Peygamberin manevî huzurunda, Hazreti Re­sulün minberinden onun en çok sevdiği zata yakışık al­mayan küfürler savurmak bile âdet oldu. Daha ileri gi­dildi. Bu küfürler Hazreti Ali'nin evlât ve akrabalarının kulaklarına kadar götürüldü, [264]

Öldükten sonra, bir insanın arkasından küfürler savurmak, şeriatın bu husustaki emri bir tarafa, insan ahlâkı bakımından da çok çirkin bir harekettir.

Her Cuma günü, namaz hutbelerinde, bu gibi sözleri ağıza almak, bilmem ki ne derece doğru bir şeydi. İşte bu bid'at da Hazreti Ömer ibn-i Abdülaziz tarafından ortadan kal­dırılıncaya kadar devam etti.

Bu tarihten sonradır ki, Cuma hutbelerinde «innalîahe ye'mürii..» (Sure-i Nahl, âyet: 90) ayetinin okunması kararlaştırıldı ve bu usul zamanımıza kadar devam edip geldi.

Ganimet malların taksiminde de Muaviye, Allah'ın Kitabı ve Resulünün sünnetinin sarih hükümlerine mu­halefet etmiştir.

Kitab ve sünnetin ahkâmına göre ganimet mallarının beşte biri hazineye aittir. Beşte dördü ise muharibler arasında taksim edilecektir. Muaviye, böyle yapacağı yerde, bu malların içinde bulunan altın ve gümüşün ay-nlmasmı emretmiş, bunları kendisine alakoymuş ancak geriye kalanları beşe taksim ettirerek dört hissesini ga­zilere vermiştir. [265]

Ziyad ibn-i Sümeyye'yi nesebine ilhak etmesi de po-lt'tik gayeleri uğruna Muaviye'nin, şeriat hükümlerini tahrif ettiğinin bariz misallerinden biridir.

Bilindiği gibi Ziyad, Taifli, Sümeyye isimli cariye bir kadından dünya­ya gelmişti. Halk arasmdaki söylentilere göre, cahiliyyc devrinde, Muayiye'nin babası Ebu Süfyan bu kadınla gayri meşru şekilde düşüp kalkardı. Sümeyye Ebu Suf-yan'dan gebe kalmış. Bu hususu Ebu Sufyan, bir müna-eaebetle bizzat ağzından kaçırmış, Ziyad'ın kendi nutfe-sinden meydana geldiğini söylemişti. Ziyâd büyüdü. Tedbirli, bilgili, işinin ehli bir genç olarak yetişti. Harikula­de kabiliyetler gösterdi. Hilafeti devrinde Hazreti Ali'nin tarafında bulunuyordu. Ona büyük hizmetleri dokundu.

Muaviye ise Ziyâd'ı kendi saflarına çekmek İçin çeşitli çarelere başvurdu. Babası Ebu Sufyan'm zina yaptığına dair şahidler uydurdu. Böylece Ziyâd'ın, Ebu Sufyan'ın gayrî meşru çocuğu olduğunu ileri sürdü. Yani Ziyâd'ı kardeş olarak ilân etti ve onu kendi nesebine kattı. Ah­lâkî bakımdan bu hareketin ne kadar kötü bir fiil oldu­ğu malumdur. Ahlâkî endişeleri bir yana bıraksak bile, böyle bir davranışın kanun nazarında da suç teşkil ede­ceği açıktı. Zira bu, kanunu hiçe saymaktı. Çünkü şimdi­ye kadar şer'î tatbikatta zina neticesi doğan çocuğun no.SL'bJ hakkında karar verilmemişti. Peygamber (S.A.V.) in sarih hükmüne göre «Nesebi sahih çocuk, yatakta do-ğuiııtır. Zina «denin hakkı taşlanmaktır.» Nitekim Um-mÜImüminin Hazreti Ummi Habibe (Ebu Sufyan'ın kı­zı) Ziyâd'ı kendisine kardeş olarak kabul etmekten imti­na elti ve «lîöyle gey olmaz» dedi.

[266]

Muaviye valilerini kanundan üstün telakki ediyordu. Tabiatiyle onlar da şer'î hususlara bağlı kalmıyorlardı. Muaviye'nin bir valili, Abdullah ibn-i Amr ibn-i Geylan, bir ara Basra'da, minbere çıkmış hutbe okuyordu. Ada­mın biri bu esnada kendisine bir taş attı. Abdullah, der­hal bu adamı yakalattı ve elini kestirdi. Halbuki şeriat­ta, taş atan bir kimsenin elinin kesileceğine dair herhan­gi bir hüküm yoktu. Eli kesilen adam Muaviye'ye şikâ­yette bulundu. Muaviye:

«Elinin diyetini beyti il maldan öderim. Fakat valile­rimi Itatiyycn cezalan di rama tn.» demekle iktifa etti. [267]

Muaviye, Ziyad'ı, aynı zamanda hem Basra ve hem de Küfe valiliğine tayin etmişti. O da evvelâ Kûfe'ye geldi. Minbere çıkıp hutbe okuyacağı sırada halk tarafın­dan taşa tutuldu. Vali derhal caminin kapılarını kapat­tırdı. Taş .atanları yakalattı. Rivayete göre bunların adet­leri 30 ile 80 kişi

[268]

arasındaydı. Vali, hepsinin ellerini kes­tirdi. Bu hadiseden dolayı hakkında hiçbir dâva da açılamadı. Esasen hiç kimse vali aleyhinde kanunî yollardan takibat yapılmasını isteyemezdi. Demek oluyor ki, o devirde bir vali, işlerini yürütmek ve otoritesini te­sis etmek makgadiyle pekâla insanların ellerini kestirebi-liyordu. Böyle bir hareketin sjeriate muhalif olup olma­dığım kimse, araştırmıyordu. Hattâ hilafet makamı «böyle şey olamaz» demiyor&u.

Yukarıdan beri verdiğimiz misaller bir yana dur­sun, fakat bunlar gibi zalimane hareketler az değildi.

Meselâ Muaviye, Yemen ve Hicaz'ı, Hazreti Ali'den (R.A.) aldıktan sonra, ilk vali olarak oraya Bnsr ibn-i Ertat'ı gönderdi. (Bu adam daha sonra Hemedan'a tayin edilecektir). Ibn-i Ertat Yemen'de iken Hazreti Ali'nin kendisinden önceki valisi Abdullah ibn-i Abbas'm iki kü­çük ve masum çocuğunu yakalatarak öldürdü. Çocukla­rın annesi bu muameleye dayanamayarak çıldırdı. Bu zulme şahid olan Benî Kinâne'ye mensub bîr kadın ken­dini tutamadı ve bağırdı:

«Erkekleri öldürmeniz yetmiyormuş gibi, şimdi sıra çocuklara mı geldi?. Cahiliyye devrinde hile onlara do­kunulmuyordu. Ey İbn-i Ertat!

Çocukları ve yaşlıları Öldüren merhametsiz bir hükümet, kardeş kanı dökmek-sizin yaşayamaz. Böyle bir iktidardan daha zalim kim olabilir?» dedi.

[269]

Buna rağmen Muaviye, bu adamı Hemedam istilâ etmek üzere vazifelendirdi. O zamanlarda Hemedan Haz- reti Ali'nin elinde bulunuyordu, ibn-i Ertat orada yapma­dığını bırakmadı. î§te zulümlerinden biri:

Muharebede yakalanan müslüman kadınları alıp götürmek ve cariye olarak kullanmak. [270]

Halbuki şeriat kat'î surette böyle bir şeye cevaz vermemiştir. Sanki bu vakalar şöyle bir- zihniyetin fiilen ilânı içindi:

«Şimdi valilerin, idarecilerin, ordu kumandanlarının devridir. Onların yaptıkları zulüm değildir. Siyasî mese­lelerin hallinde ne şeriat ve ne de kanun söz sahibidir. Politika hayatında hiç kimse kanun ve şeriat denen usul­lere bağlı değildir.»

Kesilen kafaları bir yerden bir yere göndermek, in­tikam hisleriyle ölülerin cesetlerini hürmetsizce, vahşice soymak, burun ve kulaklarını kesmek, karınlarım deş­mek (müsle) gibi hareketler cahiliyye adetlerinden di. îalâm buna benzer fiillerin hepsini yasak etmişti. Fakat saltanat devri gelince, bunların birçoğu müslümanlar arasında yeniden tatbik edilmeğe başlandı. İşte misal­leri:

O devirde cahiliyye adetlerine göre ilk kesilen baş Hazreti Ammar-ı. Yaair'in başı idi. imâm Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned'inde, sahih senetlere dayanarak hadise­yi anlatır. îbn-i Sa'ad ise Tabakat'da şöyle yazar:

«Siffiyn muharebesinde Hazreti Ammâr'm kafasını keserek Muaviye'nin Önüne getirdiler. Bu sırada iki kişi Ammar'm öldürülmesi hususunda münakaşa ediyordu. Biri "Ammar'ı ben öldürdüm" diyordu. Diğeri de "Hayır, onu ben öldürdüm" demekteydi.» [271]

Daha sonra kesilen ikinci baş, Resulullah*ın sahabile-rinden Amr ibn-il-Hamık'm kafası oldu. Bu zat, Hazre­ti Osman'ın katli hadiselerine iştirak etmişti. Ziyâd'm valiliği sırasında yakalanmasına çalışılıyordu. Kaçmış, bir mağaraya saklanmıştı. Orada yılan sokması netice­sinde ölmüştü.

Arayanlar, mağarada cesedini buldular. Kafasını keserek Şam'a, Muaviye'ye gönderdiler. Kesik baş şehirde dolaştırılarak halka teşhir edildi Bilaherc de karısı tarafından alınarak gömüldü. [272]

Buna benzer vahşiyâne ve gaddarca bir muamele de Hazreti Ali tarafından Mısır valiliğine tayin edilmiş bu­lunan Hazreti Muhammed ibn-i Ebi Bekir'in bağına gelmistir. Muaviye Mısır'ı zaptettikten aonra onu yakalata­rak Öldürttü. Sonra da cesedi, ölü bir e^ük leyi ile birlik­te yakıldı. [273]

Bundan sonra ortaya yeni bir usul daha çıktı;

Siyasî maksadlariü. Öldürülmüş bulunanların ceset­lerini cezalandırmak...

Bu cümleden olarak, Hazreti Hüseyin'in kafası ke­silerek Kerbelâ'dan Kûfe'ye, oradan da Şam'a gönderil­di. Cesedinin üstünde atlar kokturuldu.

[274]

Yezîd devrine kadar Benî Ümeyye tarafında bu­lunan Hazreti Naman ibn-i Beşir, Mervan zamanında Baz-reti Abdullah ibn-i Zübeyir'e iltihak etmişti. Katledildik­ten sonra kafası kesilerek karısının kucağına atıldı, [275]

Hazreti Mus'ab ibn-i Zubeyir'İn kesik bağı Küfe ve Mısır'da dolaştırıldıktan sonra Şam'a getirildi. Umumi yerlerde teşhir edildi. Hattâ Suriye'nin diğer şehirlerin­de dolaştırılmak istendi. Bunun üzerine Mervan'jn karı­sı Âtîke binti Yezid ibn-i Muaviye bu kadarına dayana­mayarak gayet sert bîr edâ ile:

«Bu güne kadar ne yaptınızsa yaptınız. Yüreğinizin ateşine halâ gu serpilmedi mi? Artık böyle bir teşhirden ne bekliyorsunuz?» dedikten sonra kesik başı aldı, yı­kattıktan sonra gömdürdü. [276]

Hazreti Abdullah ibn-i Zubeyir (R.A.) ile arkadaş­larından Abdullah ibn-i Safvan ve Amâret ibn-i Hamz'a karşı yapılan muameleler cahiliyye devrindeki benzer­lerinden hiç de geri kalmaz: Üçü de öldürüldü. Kesik kafaları Mekke'den Medine'ye gönderildi. Burada kâfi derecede teşhir edildikten sonra onları Şam'a naklettiler. Mekke'de kalan cesedler birkaç gün ortada bırakıldı. Ni­hayet tefessüh ettikten sonra gömülmeleri mümkün ol­du. [277]

Bu zulümleri bir tarafa bırakalım. Fakat bu şekilde valışiyâne muamelelere muhatab olanlar, aslında îsl&rmn tanınmış şahsiyetleriydi. O İslâm ki, vazettiği kanunlar­la, kâfirlere karsı olsa dahi, bu gibi hareketlerin yapıl­ma sim katiyetle yasaklamıştı. [278]

Yezîd Devrinde

Muaviye devrinde siyasî mülahazaların dinin cmİr-.îevihden üstün tutulduğundan, politik gayelerin tahak­kuku uğruna, kanunim tayin ettiği hududlara tecavüzedildiğinden, bu gibi adetlerin evvelâ o devirde başlamış bulunduğundan bahsettik.

Şimdi de, kanunsuz olarak Muaviye'nin yerine geç­miş bulunan Yezid ismindeki sözde halifenin zamanında bu telâkkilerin doğurduğu çok daha

fena neticeleri göz­den geçirelim.

Bilhassa bu devirde cereyan eden üç büyük ve feci hadise vardır ki, bütün İslâm dünyasını asırlar boyunca sarsmıştır.

Birincisi:

Seyyidina Hazreti flüseyin'in şehadeti hadisesidir. Şüphesiz Hazreti Hüseyin, halkın vâki davet ve isteği üzerine, Yezîd iktidarını ortadan kaldırmak gayesiyle Irak'a gelmişti. Yezîd, Hazreti Hüseyin'i hükümete kar­sı isyana teşebbüs suçuyla itham ediyordu. Biz .şimdilik, burada sorulması mukadder bir sualm,

«îslâmın siyasî düşüncesine göre Hazreti Hüseyin'in Yezîd'e karşı harekete geçmesi ve ayaklanması kımumı uygun muydu değil miydi?» cevabım sonraya bırakaca­ğız. [279]

imdi, kendisiyle beraber bulunanlardan, o devirde he­nüz hayatta olan sah,ıbilerden ve tabiînden hiç kimse, Yezîd'e karşı giriştiği hareket ve ayaklanmadan dolayı Hazreti Hüseyin'i ne söz ve ne de yazıyla, gayrî kanu­nî hareket etmekle suçlandırmam iş tır. islâm nizamına göre bu hareketlerin caiz olmadığından bahsedenlere de tesadüf edilmemiştir. Hattâ sahabilerden herhangi biri Hazreti Hüseyin'in faaliyetlerini tedbir bakımından da münasebetsizlikle vasıflandırmamış, onlara mani olma­ya kalkmamıştır. Bununla beraber, faraziye olarak, bir an için Yezîd hükümetinin görüşüne iştirak edelim ve di­yelim ki:

«— Hazreti Hüseyin'in Yezîd'e isyanı kanunsuzdur.»

Peki ama, o takdirde bu hadiseleri kanuna göre na­sıl izah edebiliriz?

işte hadisenin gerçek sebebi:

Herşeyden evvel Hazreti Hüseyin asker toplamak su­retiyle bir ordu teşkil etmemiş ve Irak'a bu şekilde gel­memişti. Yanında bulunanlar, umumiyetle çoluk çocuk, yakınları ve birkaç hizmetçiden ibaretti. Otuz ikisi atlı, kırkı yaya olmak üzere hepsi 72 insan... Bunlara aske­rî bir kuvvet nazariyle bakmak mümkün müdür? Karşı tarafta ise, Yezîd'in adamı Ömer ibn-i Saad ibn-i Ebi Vakkas kumandası altında, Kûfe'den gönderilmiş dört bin mücehhez asker... Böyle koskoca bir ordunun 72 kişilik küçük bir toplulukla muharebe etmesi, hepsini Öldürmesi için ortada en küçük bir sebep ve zaruret var mıydı? Etraflarının çevrilmesi ve yakalanmaları pekâlâ mümkündü. Sonra Hazreti Hüseyin ne diyordu?

«— Bırakınız; geri döneyim, veya herhangi bir hu­duttan memleket dışına çıkayım. Yahut ta beni doğruca Yezîd'e götürün.»

Fakat o koskoca ordu bu sözlerin hiçbirini dinleme­di. Hazreti Hüseyin'e:

«— Olsa olsa ancak Küfe valisi UbeydııUah ibn-i Ziyad'ın huzuruna çıkabilirsin.»

dediler.

Hazreti Hüseyin bunu istemiyordu. Çünkü Ibn-i Zi-yad'a güveni yoktu. Bu adamın Müslim ibn-i Akıyl'e ne­ler yaptığını yakineıı biliyordu, İşte böyle bir durumda Hazreti Hüseyin muharebeye mecbur edildi. Kendisiyle beraber bulunanların hepsi gehid oldu. Muharebe meyda­nında tek bayına kaldı. Böyle yapayalnız bir iımaiuı «al­dırmanın mânası var mıydı? Onu derhal yakalamak ka­bildi. Amma böyle yapılmadı. Sanki muazzam bir iy so­ruluyormuş gibi üzerine hücum edildi. Yaralandı ve öldü­rüldü. Elbiseleri soyuldu. Üzerinde nesi var nesi yoksa hepsi alındı. Mübarek bağı keaildi, vücudunun üzunude at koşturuldu. Bütün bunlar yetmiyormuş gibi, oturduğu yer yağına edilerek dağıtıldı. Hanııularınıiı örtüleri çeki­lip parçalandı. Bilhassa kadınlara yapılmayacak mua­melelerin hepsi kendilerine reva görüldü. Bu zulümler bittikten sonra bütün Kerbelâ

§ehidlerinin kesik kafala­rı mızrakların ucuna takılarak Kûfe'ye, İbn-i Ziyâd'm sarayma götürüldü. Bunlar halka teşhirle iktifa edilme­di. Ibn-i Ziyad camide şöyle konugtu:

«— Allah'a hamd olsııu. Hakkı meydana çıkardı. EmirİÜtırıüminin Yezîd'i vo ona taraftar ohıuUtrt zateıe uîustııtiı. Ve yalancı oğlu yalancı Ali İbn-i Hüseyİbn-in ve ona tâbİbn-i oEıuılur öldürüldü.

Bilahare kesik baylar Şam'a, Yeziû'e götürüldti. Ye-rfd de onları sarayda temhir et lirdi.» [280]

^i farzedelim ki, Yezîd ve taraftarlarının iddia­ları doğruydu. Hazreti Hüseyin isyana teşebbüs etmiş ve mevcut hükümete karşı gelmişti. İyi amma İslâm nizammda bu şekilde otoriteye karşı gelen ve isyan edenler için müeyyide yok muydu? Bu kanunlar bütün fıkıh ki-tablarında sarahatle yazılmış, etraflıca şcrhedilmia de­ğil miydi? Misal olarak "Hidâye" veya şerhi olan "Feth ül Kadîr" e bakabiliriz. Bu kitabın "Bab el buğat"

Hükü­mete isyan edenler bahsinde mesele etraflı izah edilmiş­tir. Bn ifadeler tetkik edildiği zaman açıkça görülecektir ki, İslâm prensipleri muvacehesinde, Korbclâ'da cereyan eden hadiselerin kâffeai, Kerbelâ vakasının lâ bağından Kûfo ve Şam'da, Yezîd'in sarayında olanlara varıncaya kadar, en cüz'î teferruatı da dahil olmak üzere, haram fiillerden başka birsey değildir. Şeriat nazarında, bu hareketlerin tamamı zulüm ve zorbalıktan ibarettir. Şam'da, Yezîd'in sarayında geçen hadiseler hakkında muhtelif rivayetler vardır, Yezirl ne söyledi ve ne yaptı? Haberlor çeşit çeşit. Bu rivayetlerin hiçbirine iltifat et­mesek bilo, içlerinde bir tanesi vardır ki, bu haberi kat'î surette gerçek kabul etmek zorundayız: Yezîd, Hazreti Hüseyin ve maieytinde bulunanların boşlarını o vaziyette görünce göz yaşlarını tutnmamuj ve şöyle demigtir;

'i öldürmeden-do sizin itaat elmenr/fl razıy­dım. Alîflh ibn-i Ziynd'a- îânot ct.sin. Allah'a yemin ede­rim ki. orada olsaydım Hüseyin'i affederdim.»

Ve yine:.

lft.h'a yemin ederim İti, TCy Hüsojin, ikimiz karşı karsıya gelmiş olsak dalı i ltatMyyen Reni öldürtmeye te-schlıiis etmezdim.» [281]

İşte bunlar, herkes tarafından doğru olarak kabuledilmiş kat'î rivayetlerdir. Şüphesiz burada insanın ak­lına takılan bir sual var: Acaba bu büyük zulmü irtikâb eden valiye ne gibi bir ceza verilmiştir?

Hafız ibn-i Kesîr'in yazdığına göre ibn-i Ziyad hiçbir zaman tecziye edümemiştir. Azledilmek şöyle dursun, hattâ kendisine, tekdir mahiyetinde, kuru sıkı.bir mek­tup dahi yazılmamıştır. [282]

Bilindiği gibi îslâm nazarında hayrm derecesi çok büyüktür. Eğer Yezid*de insanlık şerefinden zerre kadar bir nasîb kalmış olsaydı, Mekke'nin fethinde, kendi aile efradına Allah Resulünün (S.A.V.) nasıl muamele ettiği­ni hatırlar, hattâ, o günkü iktidarını bu sayede elde etti­ğini düşünür de adam gibi hareket ederdi.

İkinci içler acısı mesele Hicretin 63. senesi sonuna doğru vukubulan HURRE muharebesidir.

Yezîd'in son günlerine tesadüf eden bu hadisenin kısaca tafsilatı şöyledir:

Medine halkı, "fasık" ve "facir" nazariyle baktığı Yezîd'e ve iktidarına kargı ayaklanarak valiyi şehir hu­dutları dışına atmış, yerine Abdullah ibn-i

Hazale'yi ge­tirmişlerdi. Bu hadise kendisine haber verilince Yezîd, Müslim ibn-il Ukbat el Murrî'yi («selef-i salihin» - o devrin temiz müslümanları bu adama Müsrif ibn-i Ukbe ismini takmıştı) onikibin askerle Medine'ye gönderdi ve kendisine şu talimatı verdi:

«— Şehir halkına üc gün mühlet ver. Bu müddet içinde isyandan vazgeçip itaat etmeleri gerekir. Aksi takdirde onlarla muharebe et. Zafer kazanıldıktan sonra da butun şehir üç gün yağma edilecektir.»

Muharebe başladı. Yezîd'in emri gereğince ordu men-sublarına evlerin yağma edilmesi hususunda müsaade verildi. Yâni onlara:

Muharebe başladı. Yezîd'in emri gereğince ordu men-sublarına evlerin yağma edilmesi hususunda müsaade verildi. Yâni onlara: