• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: YEREL SİYASETTE KATILIM YOLU İLE KALKINMA

3.1. Kalkınma

Kalkınma kavramı, toplumların gelişim sürecine uygun olarak, farklı dönemlerde değişik içerikler kazandığı gibi aynı dönemde farklı içeriklerle de kullanılmıştır. Kavram, bazen de kendine yakın anlamlar taşıyan sanayileşme, modernleşme, ilerleme, büyüme ve yapısal değişme gibi kavramlarla iç içe geçmiş, onların yerine kullanılmıştır. Bu durum kalkınma olgusunun anlamında bir kargaşaya sebep olmuştur (Aktakas, 2006:3).

Kalkınma; Bir toplumun üyelerinin kendi arzularına uygun biçimde yaşam kalitelerinde sürdürülebilir ve adil bir şekilde bölüştürülen, iyileştirmeler üretmek üzere kaynakları kullanma ve yönetmekle birlikte ferdi ve kurumsal gelişim sürecidir (Korten, 1990:67). Kalkınma; çağdaş ve ortak ihtiyaçların karşılanabileceği ortamları oluşturmak, şahısların bilgi ve becerilerini artırmak, fırsat eşitliği ve adaleti tesis etmek yoluyla ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimi sağlamaktır (Budanur, 2006:54).

Kalkınma, toplumsal değişimde rol oynayan faktörlerin etkinliklerine göre içerik kazanmakta ve toplumsal değişmelerin neden ve sonuçlarını inceleyen iktisatçı, sosyolog ve tarihçilere göre farklı şekillerde yorumlanmaktadır. Örneğin, Marks kalkınmayı tarihsel şartlardaki değişimlerle açıklarken, Milner o dönemdeki hükümet faaliyeti olarak değerlendirmektedir (Yavillioğlu, 2002:60).

Gelişme, ilerleme, modernleşme gibi farklı kavramlar ile iç içe geçmiş olan kalkınma kavramının özellikle İkinci Dünya Savaşı ertesinde yükseldiği söylenebilir. Ancak yarım yüzyılı aşkın uygulamanın ardından günümüzde kalkınmanın herkes için farklı anlamlar içeren çok boyutlu bir kavram olduğu unutulmamalıdır. 1950’lerden 1975’lere dek kalkınmanın ulusal hükümetler ve onların kalkınma politikalarındaki ortakları olan uluslararası kalkınma kuruluşları tarafından yürütülen soyut, teknokrat, sadece ekonomik büyümeye ve sanayileşmeye odaklanmış makro politikalar olarak görüldüğü biliniyor (Küçüktok ve Ceylan, 2005:149-150).

Kalkınma büyümeden farklı olarak şu beş unsuru içermektedir (Adelman ve Yeldan, 2000:95):

• Sürdürülebilir bir büyüme

• Üretim ve tüketim kalıplarında yapısal değişim • Teknolojik gelişme

• Sosyal, politik ve kurumsal modernizasyon • Beşeri koşullarda gelişmedir.

1970'lerin ortalarından itibaren yükselen neoliberal dalgayla birlikte devletin ekonomi politikalarındaki kamusal rolünün ciddi biçimde eleştirilmesi ve yıpranmasıyla, kalkınma politikalarında devletin merkezci, müdahaleci, karar verip uygulayıcı pozisyonuna karşı yeni arayışlar yükselmiştir. Bu durum Birleşmiş Milletler (BM), Dünya Bankası (DB) gibi kilit kalkınma kuruluşlarının Washington Uzlaşısı diye bilinen yeni politikalara yönelmeleriyle sonuçlanmıştır (Küçüktok ve Ceylan, 2005:149-150). Yine 1970’li yılların ortalarından itibaren geleneksel kalkınma anlayışının yetersizliği üzerine yapılan yorumlar artmaya başlamış ve fiziki mal ve hizmet artışına dayalı maddi refah merkezli kalkınma anlayışı eleştirilmeye başlanmıştır. Kalkınma literatüründe, insan merkezi yaklaşımlar adı verilen bu eleştiriler kapsamında, yoksulluğu önleme politikaları, gelir dağılımının adaletsizliği ve insanların yaşam kalitesi ile ilgili sorunlar tartışmaya açılmıştır. Bu anlamda, F Stewart, P. Steeten, S. C. Dube ve A. Sen gibi ekonomistler kalkınmanın gerçek amacının insani potansiyellerin aktifleştirilmesi ve yaşam kalitesinin iyileştirilmesi olduğunu savunmuşlardır (Yılmazer ve Çivi, 2005:54).

Son dönemde BM, DB ve AB gibi kilit aktörler, sadece serbest piyasa kurallarıyla yürütülen kalkınma politikalarının ekonomik ve en önemlisi toplumsal anlamda sürdürülebilir olamayacağını gördüklerinden, yeni öncelikler tanımlama arayışına girmişlerdir. 1990’ların son yarısında yeterlilik yaklaşımı (capabilities approach) ve insani kalkınma yaklaşımı ile kalkınma politikalarında odak insana ve onun yaşadığı toplumsal, ekonomik çevreye dönmüştür. Bunun uygulamadaki yansıması bugün BM, DB, AB gibi aktörlerin uyguladıkları, finanse ettikleri, ortaklık kurdukları kalkınma politikalarında eğitim, sağlık, yaşam beklentisi gibi kavramlara öncelik vermeleri ve

kalkınmayı ekonomik büyüme ile birlikte bu üç sütun üzerinde tanımlamalarıdır (Küçüktok ve Ceylan, 2005:149-150).

Türkiye’de kalkınma kavramının özdeşi olarak kullanılmış olan gelişme kavramı da farklı dönemlerde farklı şekillerde tanımlanmıştır. 19. yüzyılda “ekonomik büyüme” anlamına gelirken, 20. yüzyılda sosyo-refah içeriğiyle karşımıza çıkmıştır. 20. yüzyılın son çeyreğinde ise gelişme, “yaşam kalitesi” ile ölçülmeye başlanmıştır. Yaşam kalitesi, özellikle nitelikli doğal, fiziksel, sosyal ve kültürel çevrenin varlığı ve tüketilmesi/tüketilme olanağına kavuşulması anlamına gelmektedir (Başkaya, 2000:19). İktisadi kalkınmanın sadece insan toplumlarının üretim ve tüketim örüntülerini (pattern) değiştirmediği/ kişi başına düşen milli gelir ve yurtiçi hasılayı arttırmakla kalmadığı, aynı zamanda insanların yaşam kalitesinde de hem kalkınma, hem de yozlaşma konusunda önemli etkiler içerdiği genel kabul görmeye başladı, iktisadi kalkınma ve özellikle sanayileşme girişimleriyle birlikte insanların yaşam biçimleri değişirken, aynı zamanda daha kalabalık kentsel ortamlarda toplandıkları için çevre ve yaşam kalitesi üzerinde büyük etkileri de daha kolay algılanır bir hal aldı. Endüstri kuruluşlarının üretim sırası ve sonrasında ortaya çıkarttıkları kimyasal, biyolojik ve fiziksel atıklar toprak, su ve havayı kirleten ve doğrudan doğruya insan sağlığını, hem de kuşaklar boyunca sürecek biçimde tehdit altına alan bir içeriktedir. Dolayısıyla sanayileşme çabası arttıkça, ondan umulan gelir ve refah artışı adeta çevre etkileriyle düşen yaşam kalitesiyle aşındırılmakta, kalkınma geliri yükseltirken hayatı daha zor ve çevreyi daha zor yaşanır kılabilmektedir. Bu nedenle sürdürülebilir kalkınmadan hem ekonomi, hem toplumsal, hem de çevresel standartları olması ve her üçüne dengeli bir biçimde ulaşması gerektiği anlaşılmaktadır (IULA-EMME, 2002:11).

Bu açıdan bakıldığında sürdürülebilir kalkınma temel çevresel, sosyal ve ekonomik hizmetlerin, bu hizmetlerin dayandığı ekolojik ve toplumsal sistemlerin varlığını tehdit etmeksizin, herkese sunulabildiği kalkınma olarak tanımlanabilir (ICLEI). Bir anlamda gelecek kuşakların yaşam düzeylerini tehlikeye atmadan ve bugünün sorunlarını çözerken gelecekte hayatı yaşanmaz hale getirmeden toplumların esenlik ve gönenç artışını sağlayabilmek anlamını taşımaktadır (IULA-EMME, 2002:12).

1. Ekonomik gelişme ve kalkınmada yükselme 2. Sosyal adaletin sağlanması ve tarafsızca dağıtımı 3. Kaynakların etkin yönetimi ve çevrenin korunması

4. Hem bugünün iç kuşağı hem de kuşaklar arasındaki eşitliğin artırılması 5. Küresel ekonomik girişimler ve geleceğin planlanması ile ilgili farklı bilim dallarını içeren yaklaşımların artırılmasıdır.

Tüm bunların yanında belirtilmesi gereken diğer husus, sürdürülebilir kalkınmanın yerel ve bölgesel büyümenin herhangi bir süreci içerisinde merkezi bir görev niteliği taşıdığı ve bu konudaki öneminin giderek artmaya başladığıdır (Aktakas; Roberts, 2004:128).

Rio de Janeiro'da Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Konferansı (UNCED) ile başlayan süreç, İstanbul'daki BM İnsan Yerleşimleri Konferansı Habitat II Kent Zirvesi ile sürdürülebilir kalkınmanın içeriğinin anlaşılması ve gerçekleştirilme koşullarının irdelenmeye başlanmasını sağlamıştır. Özellikle İstanbul'daki Habitat II Konferansı yönetişimin (governance) insan yerleşimleri ile çevrenin bağdaştırılmasında nasıl önemli bir rol oynayabileceğinin anlaşılması açısından önemli olmuştur. Bu süreçlerin bizi ulaştırdığı noktada artık anlaşılmıştır ki, sürdürülebilir kalkınma kendiliğinden oluşan piyasa mekanizması benzeri doğal bir süreç değildir. Sürdürülebilir kalkınma için öncelikle endüstri, çevre, siyaset ve toplumsal çıkarları dengeleyecek bir siyasal uygulama üretilebilmelidir. Bu konuda istikrarlı bir uygulama üretebilmek için, yukarıda sıralanan çatışan beklenti, değer ve dengeleri bağdaştıracak bir siyasal yapı, üslup ve çevre, insan hakları ve esenliği ile uyumlu kalkınma konusunda duyarlı bir toplum ve yurttaşa gereksinim olacaktır. Bunun anlamı burada sayılmış olan çeşitli değer ve çıkarları birbiriyle bağlantılı olarak koruyacak ve geliştirecek bir siyasal yönetim üslubunun siyasal karar alma sürecinin içeriğini belirlemesi olacaktır. Bağlayıcı siyasal karar alma yetkisi ve erki bulunan kurum ve yetkililer için köklü bir üslup değişikliği işte bu bağlamda elzem olmaktadır (IULA-EMME, 2002:12).