• Sonuç bulunamadı

Kadına Yönelik Şiddet ile Ataerkil Kültürün Birlikteliği

Patriark ya da babanın rolü anlamına gelen ataerkil kelimesi erkek egemenliğini tanımlamak için kullanılır. Bu egemenlik hem kamusal alanı hem de özel alanı kapsamaktadır. Son zamanlarda erkek egemenliğinin yanı sıra kadınların ikincilleştirildiği sistemi de anlatmak için kullanılmaya başlanmıştır. Feministler ise “ataerkil” kavramını çoğunlukla erkek ile kadın arasındaki güç ilişkisini tanımlamak için kullanır (Sultana ve Altay, 2019: 418). Feminizm ise kadınlar ve erkekler arasında eşitliğin olması gerektiğine vurgu yapan kadınların toplumsal, ekonomik ve siyasal haklarını vurgulayan ideoloji ve hareketler toplamı olarak nitelendirilip ve toplumdaki kadın ve erkek arasındaki eşitsizliği araştırmaya odaklanıp kadınları nasıl kısıtlamak için neler yapıldığı üzerinde durmaktadır (Polat, 2017: 1508).

Kadınların kendi liyakatleriyle ilerlediği modern dünyada, kontrolün erkekte olduğuna dair ilkeler barındıran ataerkillik kadınların toplumda ilerlemesi ve gelişmesi önündeki en büyük engeldir. Bunun nedeni ataerkilliğin egemen olduğu toplumlarda kadınlara insan hakları noktasında sınırlı haklar tanıyıp erkeklere tartışmasız bir öncelik verilmesidir. Bu öncelik hem sosyal hem de özel alanı içerir. Bu öncelik ise ataerkil kurumlar ve sosyal ilişkilerde kadınların hor görülmesi ya da ikinci sınıf olarak algılanmasını kapsar. Yani erkeklerin hükmetme ve kadınların ikincil olmak üzere doğduğuna inanılır. Bu inanış doğrultusunda gelenekselciler bu algının her zaman olduğu gibi gelecekte de var olmaya devam edeceğini söylerler. Bu ifadeye karşı çıkan ataerkilliğin doğal bir durum sonucu ortaya çıkmadığı erkeklerin inşa ettiği bir durum olduğu ve bundan dolayı değişebileceğini ifade edenlerde bulunmaktadır (Sultana ve Altay, 2019: 417).

Dönemler içinde toplumdan topluma bu eşitsizlik farklılık göstermesine rağmen özü aynıdır. Ataerkil düzen ve erkek egemenliği Mezopotamya’ dan bu

zamana çeşitli toplumlarda ortaya çıkarak varlığını devam ettirme konusunda önemli bir başarı gösterdi. Bu başarının temelinde kültürde esas olarak erkek egemenliğinin olması ve bu egemenliğin toplumu oluşturan bireyler tarafından çok az sorgulanması yatmaktadır. Toplumlarda erkeğin kültürü, uygarlığı ve aklı temsil ettiği için daha üstün olduğu kabul edilirken, kadının bedeninin, duyguları ve doğayı temsil ettiği öne sürülür. (Berktay, 2004: 2-3). Bu kurgu ve algının diğer önemli bir sonucu da erkeğin zihninde, kadının varlık nedeninin soyun çoğalması ve bakılıp beslenmesiyle sınırlı kalacak şekilde doğanın düzeni içinde tanımlanmaktadır (Balkız, 2015: 2).

Walby ataerkilliği “erkeklerin kadınlara egemen olduğu, ezildiği ve sömürüldüğü bir sosyal yapılar ve uygulamalar sistemi” olarak tanımlayıp bu sistemin altı bileşenle birlikte çalıştığını ifade ediyor. Bu sistemdeki bileşenler; hanedeki üretim ilişkilerinde kadının kocasının beklentileri karşısında ücretsiz çalışması, çalışma dünyasındaki kadınlar ise ayrımcı ücrete, haksız muamele maruz kalmakta olup erkek meslektaşlarına göre daha az talepkar rollerde gördüğü bir çalışma sistemi, politikalar ve yasalar yoluyla kadınlara doğal baskı yapılan ataerkil devlet sisteminin varlığı, cinsellikte ataerkil ilişkilerin varlığı, toplumun birçok yönü olan medya, din ve eğitim, ataerkil bir bakış açısıyla kadın portreleri üretip ve sürdürdüğü ataerkil kültürel kurumlar ve sistemde var olan son bileşen ise erkeklerin uyguladığı şiddettir (Walby, 1990: 4).

Erkeklerin uyguladığı şiddet ise ataerkil düzen içinde kendine yer bulup kurumsallaşan ve normalleşen bir süreç içinde iki cins arasındaki ilk ve temel işbölümünü devam ettirmede kullanılan olağan bir araç haline gelmiştir. Kadın bedeni toplum tarafından cinselliğin ve kendi nesillerinin devamını getirmek için üreme potansiyeline sahip bir varlık olarak görüldüğü için denetime maruz kalmıştır. Bu denetim ise sınıflı toplumların oluşmasından bile daha önceleri başlamış olup çoğu durumda zor kullanımını ve şiddeti içermiştir. Bu denetim günümüzde aile ve evlilik kavramları ile sağlanmaya çalışılsa bile ataerkil tahakkümün kadını yerinde tutmak için şiddet ve zor kullanma gereksinimini ortadan kaldıramamıştır. Çünkü cinsiyet hiyerarşisinin özünde bulunan baskı koşullar ne olursa olsun zor kullanma yoluyla mümkün olmuştur. Bu ise toplumun belli bir kesimine özgü olmayıp evrensel nitelik taşır (Ertürk, 2015: 32-33).

Ataerkil toplumlarda oluşturulan toplumsal cinsiyet algısı; dışlayıcı ve ayrımcı inanç, töre, gelenek ve göreneklerle şekillenmekte olup kadınlar hakkındaki ön yargılı söylem, müzik, atasözü ve anlatılan kıssalar ile olumsuz tutum ve davranışlar her defasında pekiştirilerek sonraki nesillere aktarılmakta ve ataerkil toplumlarda şiddet uygulayan erkek adına kadının şiddeti hak ettiğine dair söylemler ile toplumu ikna etmektedir. Bu söylemler ise; “Gelinlikle girilen evden kefenle çıkılır” “Dövülmeyen kadın, tımarsız ata benzer”, “Pişmiş aştan, dövülmüş karıdan zarar gelmez”, “Erkektir. Hem sever, hem döver”, “Kızını dövmeyen dizini döver” “Kadının karnından sıpayı, sırtından sopayı eksik etmeyeceksin”, “Karı koca arasına girilmez”, “Nush (söz) ile yola gelmeyeni etmeli tekdir, tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir”, “Dayak cennetten çıkmadır” gibi bazı atasözlerimiz ve özdeyişler bile şiddeti normalleştirmekte, belki de teşvik etmektedir (Oktay, 2015: 58-59).

Bu söylemlerden de hareketle ataerkil düzen, hayatın bütün alanlarında kadınların erkeklere tabii olmasını ve erkeğe göre ikincilliğini savunur. Bu ikincilik anlayışı toplumda bireylerin doğuştan itibaren maruz kaldıkları bir kavram olarak karşımıza çıkar. Böyle bir düzen içinde erkeğin kadın üzerinde hakimiyet kurma isteği baş gösterir. Eğer kadın böyle bir istek karşısında boyun eğmezse erkek kendi hakimiyetini ve üstünlüğünü göstermek adına kadına gerek fiziksel gerekse psikolojik şiddet uygular.

Uygar toplumlardan günümüze kadar gelen ataerkil kavramı kadının üzerinde uygulanan tahakkümdür. Bu tahakküm anlayışı zamanla şiddeti doğurmuştur. Böyle bir tahakkümle oluşan toplumlarda ise kadına karşı gösterilen ayrımcılığın eyleme dönüşmüş hali kadına yönelik şiddettir. Böyle toplumlarda kadın birey olarak algılanmadığı için üstlenebileceğinden daha fazla bir sorumluluk beklenilmekte ve toplumun kadından beklentisi ile yerine getirilen sorumluluk eşit seviyede olmadığı zaman kadın ağır cezalara çarptırılıp şiddete maruz kalmaktadır (Şenol ve Yıldız, 2013: 6).

Tüm dünyada kadının konumunun erkek karşısında daha “zayıf” olduğu bilinmektedir. Ataerkilliğin hakim olduğu coğrafyalarda bu zayıflık sadece kadını belirli yaşam alanlarından yoksun bırakmakla kalmayıp kadının hayatını tehdit eden hatta yeri geldiğinde kadının yaşam hakkını elinden alan uygulamaların zeminini

hazırlamaktadır. Toplumsal yaşam alanında güçlü gözüken kadınlar bile bu erkek egemen kültür karşısında bulunduğu konumu fazla değişmemektedir (Kaygusuz ve Kalkan, 2012: 84).

Türkiye’de ataerkil düzen, kadının toplumsal yaşamdaki rolünü büyük ölçüde etkilemektedir. Geçmişten günümüze kadına yönelik yapılan siyasal, hukuksal ve toplumsal reformlar kadının erkeğin eşit bir statüye sahip olmasına yeterli olmamıştır. Özellikle kırsal kesimdeki aile yapılarına bakıldığında erkek ile kadının eşitliğinin bahsedilmesinden ziyade, aile içinde erkeklerin daha otoriter olduğu ve bu otoritenin bile sorgulanamadığı bir durum söz konusu olup aile bireylerin kadınlara uygulanan şiddeti bile olağan karşıladıkları görülmektedir (İnce ve Page, 2008: 86). Aile içinde özellikle de eşler arasında yaşanan ya da cinsel rollerden kaynaklanan şiddet belli bir süre sonra normal olarak algılanıp meşrulaşmaktadır. Böyle bir kabulleniş ise çözüm üretilmesi çalışmalarını olumsuz etkilemektedir (Şenol ve Yıldız, 2013: 6).