• Sonuç bulunamadı

İnsan Hakları Mahkemesi Kararları

A. Kabuledilebilirliğe ilişkin

AİHS’nin 3. ve 13. maddelerine atıfta bulunarak, başvuranlar, Ankara ve Diyarbakır’daki gözaltı sırasında, maruz kaldıkları işkence ve insanlık dışı, aşağılayıcı muamelelerden ve iddialarını ileri sürmek için etkili başvuru yolunun bulunmayışından şikayetçi olmaktadırlar.

AİHM, sözkonusu şikayetin yalnızca AİHS’nin 3. maddesi açısından incelenmesinin uygun olacağı kanaatindedir.

A. Kabuledilebilirliğe ilişkin

Hükümet, başvurunun zamanından önce sunulduğunu savunmaktadır. Bu bağlamda, Hükümet, Ankara’daki gözaltı hakkında Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nde ceza davası açıldığını ve başvurunun sözkonusu dava açılmadan önce yapıldığını belirtmektedir.

Ayrıca Hükümet, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde hâlihazırda derdest olan ceza davası açılmadan önce başvuranların başvurularını sunduklarına dikkat çekmektedir.

Hükümet, başvuranların, tazminat elde etmek için iç hukukta öngörülen hukuki ve idari başvuru yollarından yararlanmadıklarını savunmaktadır.

Başvuranlar ise Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nde açılan ceza davasından ilk kez Hükümet’in 2 Mart 2007 tarihli görüşleri aracılığıyla bilgileri olduğunu ileri sürmüşlerdir.

Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki davaya ilişkin olarak ise başvuranlar, yargılamanın yıllardır sürdüğünü ve bu durumun bu yolu etkisiz kıldığını belirtmişlerdir.

1. Ceza Davaları

a) Ankara’daki gözaltı

AİHM, bir başvuranın, prensip olarak AİHM’ye başvurmadan önce çeşitli iç hukuk yollarına başvurma zorunluluğu olduğunu, sözkonusu başvuru yollarının son aşamasının, AİHM’nin kabuledilebilirliğe ilişkin kararını vermeden önce tamamlanması kaydıyla, AİHM’ye başvurunun yapılmasından sonra nihayete ermesine müsamaha ettiğini hatırlatmaktadır (Bkz, Ringeisen-Avusturya, 16 Temmuz 1971 tarihli karar, E.K.-Türkiye, başvuru no: 28496/95, 28 Kasım 2000 ve Ramazan Sarı-Türkiye, başvuru no: 41926/98, 7 Mart 2002).

Mevcut davada, AİHM, 1 Ağustos 2002 tarihinde, başvuranların, Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’nda Ankara’daki gözaltı esnasında, kötü muameleye maruz kaldıklarını ifade ettiklerini belirtmektedir. Ankara’daki gözaltına ilişkin olarak idari bir soruşturma başlatılmış ancak soruşturma takipsizlik nedeniyle kapanmıştır.

Bilahare, Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nde yeni bir ceza davası açılmıştır. Sözkonusu davanın işbu başvuru yapılmadan önce açıldığı doğru olmakla birlikte yalnızca başvuran Remzi’nin iddiaları ile sınırlı sözkonusu dava hâlihazırda sona ermiştir. 23 Aralık 2003

tarihinde nihai hale gelen bir kararla yani kabuledilebilirlik kararı alınmadan önce Ankara Asliye Ceza Mahkemesi, sözkonusu polis memurunu serbest bırakmıştır. Bu bağlamda, Hükümet’in bu konudaki itirazı kabuledilemez.

b) Diyarbakır’daki gözaltı

AİHM, kötü muamele yapmakla suçlanan kişiler hakkında açılan ceza davasının Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde derdest olduğunu not etmektedir. AİHM, bu bağlamda, Hükümet’in itirazlarının, başvuranlar tarafından AİHS’nin 3. ve 13. maddeleri kapsamındaki şikayetleriyle sıkı sıkıya bağlı olduğu kanaatindedir. AİHM, Hükümet’in itirazını esasa eklemektedir.

2. Hukuki ve İdari Başvuru Yolları

AİHM, başvuranların, Diyarbakır’daki gözaltından sorumlu polis memurları hakkında Diyarbakır Cumhuriyet Savcılığı’na şikayette bulunduklarını gözlemlemektedir. AİHM, şikayette bulunarak Türk Ceza Hukuku sisteminin sunduğu bütün imkanları kullanmaları nedeniyle başvuranların, hukuk alanında tazminat davası açarak veya idari mahkemelere başvuruda bulunarak bir kez daha tazminat elde etmeyi deneme zorunlulukları bulunmamaktadır (mutatis, mutandis, Assenov ve diğerleri-Bulgaristan, 28 Ekim 1998 tarihli karar, Fazıl Ahmet Tamer ve diğerleri-Türkiye, başvuru no: 19028/02, 24 Temmuz 2007). Bu durumda, AİHM, sözkonusu itirazı reddetmektedir.

3. Sonuç

AİHS’nin 35. maddesinin 3. paragrafı çerçevesinde başvurunun dayanaktan yoksun olmadığını kaydeden AİHM, ayrıca, başka açılardan bakıldığında da kabuledilemezlik unsuru bulunmadığını tespit eder. Bu nedenle başvuru kabuledilebilir niteliktedir.

B. Esas

Başvuranlar, kendilerince adli tabip raporlarının sonuçları ile teyid edilmiş olan şikayetlerini tekrarlamakta ve yetkililerin olayın unsurlarını aydınlatma niyetlerinin olmadığını ifade etmektedirler. Ankara’daki gözaltına ilişkin olarak ise başvuranlar, idari soruşturma hakkında takipsizlik kararı verildiğine ve Ankara Asliye Ceza Mahkemesi’nin suçlanan tek polisi de serbest bıraktığına dikkat çekmektedir. Diyarbakır’daki gözaltına ilişkin olarak, başvuranlar, Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde davanın derdest olduğunu ve Cumhuriyet Savcısı’nın iddianamesinde polis memurlarının beraatını talep ettiğini belirtmektedir.

Başvuranlar, gerektiği gibi sağlık muayenelerden geçirilmediklerini, biyopsi gibi bazılarının da ifade edilen olayların ardından yaklaşık bir ay sonra gecikmeli olarak gerçekleştiğini iddia etmektedirler. Başvuranlar, olayların meydana gelişinin ardından birkaç yıl sonra Adli Tıp Kurumu’na sevk edilmelerinin bir yararı olmadığını belirtmektedirler.

Hükümet, iç hukukta yargılamanın devam ettiğini yinelemektedir.

1. Kötü muamele iddiaları hakkında

AİHM, bir kimse, polis memurlarının mutlak kontrolü altında olduğu gözaltı sırasında yaralandığında, bu dönemde meydana gelen her yaralanmanın güçlü maddi karinelerin

doğmasına neden olduğunu hatırlatmaktadır (Bkz. Salman-Türkiye, başvuru no: 21986/93).

Bu nedenle bu yaraların nedeni hakkında makul bir izahat vererek mağdurun iddialarını, hele ki bu iddialar tıbbi belgelere dayandırılmış ise, çürütecek delilleri sunma görevi Hükümete düşmektedir (Selmouni – Fransa, no: 25803/95, prg. 87, Berktay – Türkiye, no: 22493/93, prg. 167, 1 Mart 2001, ve Ayşe Tepe – Türkiye, no: 29422/95, prg. 35, 22 Temmuz 2003).

Mevcut davada başvuranlar Ankara’da yakalanmalarının ardından 26 Temmuz 2002 tarihinde, Diyarbakır’a sevk edilmelerinden önce 27 Temmuz 2002 tarihinde, 28 Temmuz 2002’de Diyarbakır’a gelişlerinde ve 30 Temmuz 2002’de gözaltı sürelerinin sona ermesinin ardından ve hakim karşısına çıkarılmadan önce sağlık kontrolünden geçirilmişlerdir. Bu son tarihte başvuranlar cezaevine konulmalarının ardından bir kez daha sağlık kontrolünden geçirilmiş, Cumhuriyet savcılığı’na yapılan suç duyurusunu müteakip 1 Ağustos 2002 tarihinde ve yine aynı tarihte sorgulanmak üzere polise teslim edilmelerinin ardından bir kez daha sağlık kontrolünden geçirilmişlerdir.

Üst dudakta 0,5 cm’lik eski bir kesikten bahsedilen 1 Ağustos 2002 tarihli raporun dışında başvuran Uğur’a ilişkin olarak verilen tıbbi raporlarda hiçbir bir darp ya da cebir izinden söz edilmemektedir. Bu çerçevede “eski” sözcüğü Adli Tıp Uzmanları Derneği tabiplerinin de tespit ettiği üzere sarih bir ifade değildir.

Başvuran Remzi’ye ilişkin olarak, gözaltı süresinin sona ermesinin ardından düzenlenen 27 Temmuz 2002 tarihli raporda sağ tibia alt kısmında 1 cm çapında bir ekimoza ve bu ekimozun üzerinde 1 cm’lik üç sıyrık tespit edildiği belirtilmiştir. Diyarbakır’a gelişlerinde düzenlenen 28 Temmuz 2002 tarihli raporda ise sağ bacakta eritem ve bir ize (raporun bu kısmı okunamaz durumdadır) rastlandığı belirtilmektedir. Bilahare düzenlenen raporlarda bu izlerden bir daha söz edilmemiştir. 30 Temmuz 2002 tarihli duruşmada nöbetçi hakim başvuranın güçlükle yürüdüğünü tespit etmiştir. 1 Ağustos 2002 tarihinde Adli Tıp Kurumu’nda yapılan muayenede başvuran, testislerindeki ve sırtının sol üst tarafındaki ağrılardan yakınmıştır. Hastanenin üroloji polikliniğinde düzenlenen 9 Eylül 2002 tarihli raporda testis biyopsisi sonuçları muhtemelen daha önce meydana gelmiş bir travmaya bağlı bir modifikasyon oluştuğunu ortaya çıkarmıştır.

Başvuran Reşat ile ilgili olarak ise raporlarda herhangi bir darp ya da cebir izinden söz edilmemiştir. Buna karşın 1 Ağustos 2002 tarihinde Adli Tıp Kurumu’nda yapılan muayenede başvuran testislerinde ağrı ve nefes alıp vermede ağrı olduğundan şikayet etmiştir. Başvuran Remzi’ye ilişkin raporda olduğu gibi Reşat’ın testis biyopsisi raporunda da muhtemelen daha önce meydana gelmiş bir travmaya bağlı bir modifikasyon oluştuğu belirtilmiştir.

AİHM, başvuranlar Remzi ve Uğur’a ilişkin raporlar arasında muhtelif tutarsızlıklar bulunduğunu kaydetmektedir. Konuyla ilgili olarak Hükümet tarafından makul bir izahat verilmediğinden tıbbi muayenelerin gereğine uygun bir biçimde yapılmadığını kabul etmek gerekecektir (Akkoç – Türkiye, no: 22947/93 ve 22948/93, prg. 118, ve Soner Önder – Türkiye, no: 39813/98, prg. 36, 12 Temmuz 2005). Bu konuda AİHM, adli tabiplerin Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’ne sundukları raporda başvuranlarla ilgili olarak düzenlenen tıbbi raporların İstanbul Protokolü kriterlerine ya da Sağlık Bakanlığı’nın adli tabiplik hizmetlerinde ve Adli Tıp raporlarının tanziminde uyulacak esaslara ilişkin 20 Eylül 2000 tarihli genelgesinde belirtilen gerekliliklere uygun olmadığı sonucuna vardıklarını tespit etmektedir.

AİHM, başvuranların vücutlarında gözlemlenen iz ve hasarların yakalanmalarından önceki bir dönemde meydana geldiği iddiasında bulunulmadığını tespit etmektedir. Ayrıca başvuranlar Reşat ve Remzi’nin klinik tabloları iddialarıyla uyum arz etmektedir.

Son olarak AİHM, Ankara Asliye Ceza Mahkemesi ve Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde açılan ceza davalarının başvuranların vücutlarında tespit edilen yaraların nedenine ilişkin makul bir izahat getirmediğini kaydeder. Bu hususta AİHM, polis memurlarının elinde gözaltında ya da tutuklu olarak bulunan dolayısıyla hassas bir durumda olan herkesin devletin sorumluluğun da bulunduğunu ve yetkili makamların bunları korumakla görevli olduğunu anımsatır.

Bu itibarla AİHM, mevcut davada tespit edilen Hükümetin herhangi bir izahatta bulunmadığı hasarların AİHS’nin 3. maddesinin esası bakımından ihlal teşkil ettiği hükmüne varmaktadır.

2. Yapılan araştırmaların etkililiğine dair

Bir kimsenin, polisin yahut devletin benzer birimlerinin elinde 3. maddeye aykırı ciddi kötü muameleye maruz kaldığı yönünde savunulabilir bir iddiada bulunması halinde sözkonusu AİHS hükmü AİHS’nin 1 maddesinde yer alan “kendi yetki alan(lar)ı içinde bulunan herkese bu Sözleşme…’de açıklanan hak ve özgürlükleri tanıma” konusunda devletin üstlendiği genel ödevle bağlantılı olarak zımnen etkili bir resmi soruşturma yürütülmesini gerektirir. AİHS’nin 2. maddesi uyarınca yapılacak soruşturmada olduğu gibi bu soruşturmanın da sorumluların tespit edilerek cezalandırılmasını sağlaması gerekir. Aksi takdirde bütün temel önemine rağmen insanlık dışı veya onur kırıcı işkence, muamele ya da cezanın uygulanmasına ilişkin genel hukuki yasak uygulamada etkisiz kalır ki bazı durumlarda kamu görevlilerinin neredeyse tam bir dokunulmazlık içinde denetimleri altında bulundurdukları kimselerin haklarını ayaklar altına almaları mümkün hale gelir (Assenov ve diğerleri – Bulgaristan, 28 Ekim 1998, prg. 102 ; ve Labita – İtalya, no: 26772/95, prg. 131).

Kuşkusuz burada sözkonusu olan sonuç alma yükümlülüğü değil sonuç almak için çaba gösterme yükümlülüğüdür. Yetkili makamlar sözkonusu olaylara ilişkin delilleri elde etmek için bu meyanda mağdur olduğu iddia edilen kişinin iddialarıyla ilgili ayrıntılı beyanı, görgü tanıklarının ifadeleri, bilirkişi incelemeleri, bunlar olmadığı durumda yaraların tam ve kesin bir özetini temin edecek nitelikte ek sağlık raporları, tıbbi teşhislerin objektif bir analizi, bilhassa da yaralanma nedenleri dahil olmak üzere ellerinde bulundurdukları makul tedbirleri almış olmalıdırlar. Soruşturmanın, yaraların nedeni yahut sorumluların tespit edilmesi kapasitesini azaltan herhangi bir zafiyet bu norma uyulmaması tehlikesini doğurur (Batı ve diğerleri – Türkiye, no: 33097/96 ve 57834/00, prg. 134).

Mevcut davada AİHM öncelikle, başvurana yapılan tıbbi muayenelerin usulüne uygun bir şekilde gerçekleştirilmediğini gözlemlemektedir. Bu çerçevede tıbbi raporlar arasında muhtelif tutarsızlıklar mevcut olup bu raporlar açıklıktan yoksundurlar. Bilhassa da başvuran Uğur’a ilişkin olarak tanzim edilen 1 Ağustos 2002 tarihli raporda geçen “eski” sözcüğü yeterince açık değildir. Bu hususta adli tabipler “eski” sözcüğünün anlamının açıklığa kavuşturulması için sözkonusu raporu düzenleyen doktorun dinlenmesini tavsiye etmişlerdir.

Buna rağmen Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi bu eksikliğin giderilmesi için herhangi bir işlemde bulunmamıştır. Aynı şekilde, başvuranlar Remzi ve Reşat’a ilişkin olarak hastanenin üroloji polikliniği tarafından düzenlenen 9 Eylül 2002 tarihli raporlarda testis biyopsisi sonuçlarının eski bir travmaya bağlı bir modifikasyon oluştuğunu gösterdiğinden söz edilmektedir. Burada da eski sözcüğü açık değildir ve travmanın ne zaman gerçekleştiğini

belirlemeye imkân vermemektedir. AİHM, 9 Eylül 2002 tarihli raporda ilgililerde tespit edilen izlerin nedeninin belirlenmesi amacıyla adli tıbbın görüşüne başvurulması tavsiyesinde bulunulduğu halde üzerinden beş yıldan fazla bir süre geçmesine karşın sözkonusu görüşe halen başvurulmamış olmasını esefle karşılamaktadır.

AİHM ayrıca Adli Tıp Uzmanları Derneği üyesi doktorların varmış oldukları sonuçları kaydetmektedir. Bu tabiplere göre başvuranlara yapılan tıbbi muayeneler İstanbul Protokolü kriterlerine ya da Sağlık Bakanlığı’nın adli tabiplik hizmetlerinde ve Adli Tıp raporlarının tanziminde uyulacak esaslara ilişkin 20 Eylül 2000 tarihli genelgesinde belirtilen gerekliliklere uymamaktadır.

AİHM’ye göre uygun tıbbi muayene yapılmaması başvuranları, tutulu durumdaki şahısları koruyan temel güvencelerden mahrum bırakmıştır. Bu durum soruşturmanın gerektiği gibi yürütülmemesine yol açmıştır (Algür – Türkiye, no: 32574/96, prg. 44, 22 Ekim 2002).

Yukarıda ifade olunanları göz önünde bulunduran AİHM bu eksiklerin soruşturmanın etkililiğine gölge düşürdüğü kanaatine varmaktadır.

Bunun dışında AİHM, Diyarbakır’daki gözaltına ilişkin soruşturmanın çok uzun sürdüğünü tespit etmektedir. Olayların üzerinden yaklaşık beş buçuk yıl geçmesine rağmen polisler aleyhinde açılan ceza davası Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi’nde halen devam etmektedir.

Bilhassa valinin ceza davası açılması için izin vermemesi sebebiyle güvenlik güçleri aleyhinde ceza davası suç duyurusu yapılmasından bir yıl sekiz ay sonra açılmıştır.

Güvenlik güçleri hakkında sürdürülen ceza davası özellikle valinin bu yönde bir dava açılmasını reddetmesi doğrultusunda yaklaşık bir yıl sekiz ay sürmüştür. Dava Ağır Ceza Mahkemesi’nde dört yıldan bu yana devam etmektedir. Sanıkların, başvuranların ve bir tanığın ifadeleri, vakitlice, davanın başlangıcında alındığı halde hala esasa ilişkin karar alınamamıştır. Bu bağlamda, AİHM 17 Haziran 2005 tarihli duruşmada Ağır Ceza Mahkemesi’nin başvuranlardan İstanbul Adli Tıp kurumunda hazır bulunmalarını istediğini, başvuranların adli tıbba gitmemeleri nedeniyle pek çok duruşmanın ertelendiğini hatırlatmaktadır. Başvuranların avukatının 20 Mayıs 2005 tarihli duruşmada haklı olarak altını çizdiği üzere, olayların ardından yaklaşık üç yıl sonra başvuranların Adli Tıp kurumunda muayene edilmelerinin gördükleri kötü muamele izlerinin tespit edilmesini sağlamayacağı değerlendirilmektedir.

Ayrıca AİHM, Ağır Ceza Mahkemesi önünde 28 Aralık 2005 tarihli duruşmada başvuranlar tarafından sunulan raporun biyopsi, sintigrafi ve diğer tüm tetkik sonuçlarının Adli tıbba iletilmesi yönünde olduğunu not etmektedir. Fakat Ağır Ceza Mahkemesi dosyanın tamamını Adli Tıp’a ancak 21 Ocak 2008 tarihinde iletmiştir. Davanın karara bağlandığı tarihte nihai adli tıb raporu dava dosyasına daha eklenmemişti.

AİHM nezdinde Diyarbakır Ağır Ceza Mahkemesi önünde beş yıldan bu yana devam eden ve herhangi bir sonuç alınamayan dava bu çerçevede etkili olarak nitelendirilememektedir.

Sonuç itibariyle, Hükümetin başvurunun erken yapıldığı yönündeki itirazı reddedilmektedir.

AİHM, Ankara’daki gözaltı ile ilgili, idari soruşturmanın suçlanan polis memuru ile aynı hiyerarşiye bağlı bir polis memuru tarafından yürütüldüğünü not etmekte, bu bağlamda soruşturma makamının AİHS’nin 3. ve 13. maddelerinin gerektirdiği şekilde bağımsız bir soruşturma gerçekleştirebileceği konusunda daha önce de ciddi tereddüt beyan ettiğini

hatırlatmaktadır. (Bkz. aynı anlamda, Nazif Yavuz-Türkiye kararı, no: 69912/01, 12 Ocak 2006).

Yukarıda yer alan gerekçeler ışığında AİHM, AİHS’nin 3. maddesinin usul bakımından ihlal edildiği sonucuna varmaktadır.

II. AİHS’NİN 5. MADDESİ’NİN İHLAL EDİLDİĞİ İDDİASI HAKKINDA

Başvuranlar gözaltı süresinin yasallığı ve uzunluğu ile uğradıkları zararı telafi edecek başvuru yollarının bulunmadığından şikayetçi olmakta, AİHS’nin 5/1c), 3., 4., ve 5. maddelerine göndermede bulunmaktadırlar.

AİHM bu şikayetlerin AİHS’nin 5/1 c), 4 ve 5 maddeleri çerçevesinde incelenmesinin uygun olacağına itibar etmektedir.