• Sonuç bulunamadı

Kültür politikaları, bir ülkede kültürün ve kültür varlıklarının korunması ve geliştirilmesi amacıyla izlenen politikalardır. Merkezi yönetimi oluşturan bakanlıklar ve diğer devlet kurumları, yerel yönetimler ya da diğer kültür kurumları tarafından kabul edilmiş, kültüre yönelik olarak izlenen belirli davranış biçimleri, ilkeler ya da kurallar dizisidir (Gürgezoğlu, 2009: 8). Kültürel eylem politikalarıyla ilgili olarak UNESCO uzmanları, uzunca bir süre otoritelerin tanıyıp bildiği sanatçılar için ayrılan ödül ödenekleri ve Devlet komisyonlarının kültürel politikanın parçaları olduğunu ve bu parçaların bir politika ile idare edilmesi gerektiğini ifade etmişlerdir (UNESCO, 1969: 19).

Kültür politikaları kavramı, ilk kez 60’lı yıllarda UNESCO toplantılarında kullanılmıştır. Bu kavramı oluşturan kişi, 1946 yılında UNESCO’ya giren ve 1965-1974 yıllarında genel müdürlük yapan Rene Maheu’dur. Maheu, kültür politikalarını 1948’de kabul edilen İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. Maddesindeki kültür hakkı kavramına dayandırmıştır. Maheu her insanın nasıl bir “eğitim hakkı”, bir “çalışma hakkı” varsa bir de “kültür hakkı” olduğunu savunmuştur. İnsanların bu haktan yararlanabilmeleri için kültür politikaları bir araç olarak tayin edilmiştir. 1982 yılına kadar bu konuda farklı ülkelerde bir

çok konferans gerçekleştirilmiştir. Son konferanstan dokuz yıl sonra, B.M. Eski Genel Sekreteri Perez de Cuellar’ın başkanlığında Kültür ve Gelişme Evrensel Komisyonu adında bir kurul oluşturulmuştur. 1993’te çalışmalarına başlayan komisyon kültür politikalarına yeni bir açıdan eğilmiştir. Komisyon, “Yaratıcı Çeşitliliğimiz” başlığı altında yayınladığı raporda tecimsel pazar mantığının kültür alanında bir gerilim ve globalleşmenin yeni sorunlar oluşturduğunu belirtmiş, aynı zamanda yeni teknolojik gelişmeler açısından kültür konularının yeniden ele alınmasını önermiştir (Çelik, 2011: 101-104).

Kültür politikalarının yasal bir zemine sahip olduğu ilk antlaşma Avrupa Birliği’nin kurucu antlaşması olan Maastricht Antlaşması’dır. Bu antlaşmada mesleki eğitim, gençlik ve kültür alanında da kararlar alınmıştır. Kültürel boyut açısından Maastricht Anlaşması “Kültür” başlığıyla 128. maddede yer almış ve bunun için yasal olarak bütçe ayrılmıştır. Böylece AB’nin kültürü teşvik etmek amacıyla müzik, dans, film, kültürel miras, sanat ve diğer kültür konularında işbirliği içinde yürütecek geniş kapsamlı birçok program yapabilmesine olanak sağlanmıştır. Topluluk, ortak kültürel mirası ön planda tutarak, ulusal ve bölgesel çeşitliliklerine saygı içinde üye devletlerin kültürlerinin gelişimine katkıda bulunacağını, bu konuda yapılacak çalışmaların destekleneceğini, üye ülkelerle ve üçüncü ülkelerle işbirliğinin geliştirileceğini karara bağlamıştır (Öztürk, 2011: 38-39).

Avrupa Birliği, aslında basit bir ekonomi piyasası olmaktan öte, bir siyasal projedir. Kültür ise ekonomik ve siyasal çevrenin arasındaki noktanın zirvesinde konuşlandırılmıştır. Ekonominin diğer alanlarıyla karşılaştırıldığında kültürün servet oluşturmanın dışında sosyal katılım, daha iyi bir eğitim, özgüven ve tarihsel topluma ait olmanın gururunu da içeren bir boyutu vardır. Bunun yanı sıra kültür, Avrupa değerlerinin “büyük elçisi”, “aracı” ya da “yaşam tarzı” olarak görülebilir. Ancak kültür Avrupa değerlerinin sembolü olmaktan daha fazlasıdır. Bütün dünyada olduğu gibi Avrupa’da da kültürlerarası katalizör görevi görür. Film, kitap ve müzik distribütörleri vatandaşlara başkalarının kültürlerini deneyimleme imkanı verir (Çelik, 2011: 269-270).

siyasal, ekonomik ve kültürel alanda önemli dönüşümlere yol açmıştır. Özellikle kültürel yapıyı oluşturan farklı kaynaklardan biri olan tüketim olgusu, kültürel yeniden yapılanma sürecinde giderek önem kazanmıştır. Türkiye gibi sanayileşmesini gerçekleştirememiş ve beraberinde Batılı anlamda burjuva değerleriyle tanışık olmayan ülkelerde, reklam yoluyla geniş kitleler mümkün olduğunca tüketici olmaya ikna edilmekte ve tüketim alışkanlıkları kazandırılmaktadır. Medyanın buradaki temel amacı, insanlara temel gereksinimlerini karşılayacak ürünleri sağlamaktan öte; onlara tüketim ürünleriyle birlikte verilen değerlerle özdeşleşecekleri kimlikler sunmak ve bu yapay kimliklerin satın alınmasını sağlamaktır. (Dağtaş ve Dağtaş, 2009: 27-28).

Adorno’ya göre (2000: 206-207), kültür endüstrisi, müşterileri tarafından yönlendirildiğine ve onlara kendi istedikleri şeyleri sunduğuna bizi yeminle inandırmaya çalışır, fakat özerk olduğunu inkar ederek kurbanlarını yargıç ilan eder ve özerk sanatın bütün aşırılıklarını kendi örtülü otoritesiyle geride bırakır. Kültür endüstrisinin yaptığı, müşterilerinin tepkilerine uyarlanmaktan çok, onları imal etmektir. Kendisi de onlardan biriymiş gibi davranarak müşterilerinin tavırlarını biçimlendirir. Bütün bu uyarlanma ideali aslında bir ideolojidir: İnsanlar, toplumsal iktidarsızlığın kamusal göstergesi olan abartılı bir eşitlikçilik tavrıyla iktidardan ne kadar pay almaya çalışır ve böylece eşitliği ne kadar çarpıtırlarsa başkalarına ve toplumsal bütüne uyarlanmaya da o kadar istekli davranırlar. Adorno, bir başka çalışmasında ise (2014: 112), kültür endüstrisinin işleyiş ve içeriği ne kadar insansızlaştırılırsa, büyük bir başarıyla sözde “büyük kişilik”lerin propagandasını yapacağını ve nabza göre şerbet vereceğini ifade eder.

Marcuse’e göre ise (1990: 92), politikanın “simgeleri” aynı zamanda iş, tecim ve eğlencenin de simgeleridirler. Dilin değişimleri, politik davranışın değişimlerinde koşutlarını taşırlar. Bomba sığınaklarında dinlendirici oyalanma için gereçlerin satılmasında, ulusal önderlik için yarışan adayların televizyon gösterilerinde, politika, iş dünyası, ve eğlence arasındaki eklem tamdır. Buna rağmen, eklem aldatıcıdır ve öldürücü bir biçimde erken doğmuştur. İş ve eğlence dünyaları, henüz baskıcı denetleme politikasının altında durmaktadırlar.

Mills’in yerinde tespitiyle, iktidar kendi seçkinlerini üreterek yönetim kadrolarını tam teşekkül ettirmektedir. Siyasal kadrolar ekonomide, kültürde, bürokraside, sanatta, edebiyatta üst sosyo-ekonomik bloğun kendi içindeki oybirliği ile oluşuyor. Yoksul, eğitimsiz, mülksüz ve umutsuz kitleler bu yapı içinde temsil imkanı bulamıyor. Merkezi bir yapı tarafından yürütülen bu oyunun tüm aktörleri verili yapıyı sürdürmeye dönük gizli dili çözerek belli bir söylem oluşturuyorlar. Bu söylemle, halka onları ne kadar çok sevdiklerini, onlar için ne güzel niyetler taşıdıklarını, dokunulmaz temel değerler etrafında kenetlendiklerini, kendilerini vatana, millete ve yüce değerlere adadıklarını tekrarlıyorlar (Güneş, 2006: 175).