• Sonuç bulunamadı

Kültürden söz eden, bilerek ya da bilmeyerek yönetimden de söz ediyor demektir. Felsefe ve din, bilim ve sanat, yaşam tarzları ve töreler gibi birbirinden farklı bu kadar çok şeyin ve ayrıca bir çağın nesnel tininin tek bir 'kültür' sözcüğüyle özetlenişi, daha en baştan, tüm bunları yukarıdan bakarak bir araya toplayan, taksim eden, ölçüp biçen, organize eden bir idari bakışı ele vermektedir (Adorno 2014: 121).

Kültür endüstrisi, “büyük kültür acenteleri” (Adorno ve Horkheimer, 1996: 24’ten akt. Kızılçelik, 2013: 447) tarafından üretilmektedir. Büyük kültür acenteleri, egemen sınıf ve güç odaklarının tekelinde olup kapitalist üretim tarzını sürdürme noktasında işlevde bulunan büyük sınai fabrikalar gibi hareket ederler. En temel yönü ise tüketim toplumunda her şeyi “tüketici” (Baumann, 1999: 95’ten akt. Kızılçelik, 2013: 447) olarak kavramadır. Kültür endüstrisi, egemen güçler vasıtasıyla kendini gerçekleştirirken, tüketiciyi aldatır. Adorno ve Horkheimer (2014: 165), kaleme aldıkları “Aydınlanmanın Diyalektiği” isimli kitabın bir bölümü olan “Kitlelerin Aldatılışı Olarak Aydınlanma” isimli makalede, bu durumu çağın toplumsal eğilimi olarak nitelerken, kültür dışındaki endüstrilerin de yönetenlere bağımlılığını şu cümlelerle ifade etmişlerdir:

“Bu çağın nesnel toplumsal eğilimi genel müdürlerin öznel karanlık emellerinde ete kemiğe bürünüyorsa, bunlar köken bakımından endüstrinin en güçlü sektörleri, yani çelik, petrol, elektrik ve kimya endüstrileri için de geçerlidir. Kültür tekelleri bu sektörlere kıyasla güçsüz ve bağımlı sayılırlar. Bu tekeller, rahat liberalizm ve Yahudi entelektüelleriyle hala gereğinden fazla içli dışlı, kendisine özgü ürünleri olan kitle toplumu içindeki konumlarını bir dizi tasfiye eyleminin hedefi haline getirmemek için asıl erk sahiplerinin işlerinin aksamamasına dikkat etmek zorundadırlar.”

Kitle iletişim araçlarının devletin ideolojik aygıtları olarak görüldüğü ve buna bağlı olarak egemen resmi ideoloji karşıtlarının dile getirildiği dünkü durum bütün olumsuzluklara rağmen ‘kamu yararı’, ‘toplumsal ahlak’, ‘devletin çıkarları’ gibi gerekçelerle meşru görülebiliyordu. Bugün ise bütünüyle piyasa şartlarının egemen olduğu ve özel teşebbüsün kutsandığı bir durumla karşı karşıyayız. Yetenekler, yaratıcılıklar, sanat, bilim, teknoloji, edebiyat gibi toplumu çekip çeviren güç ve kabiliyetlerin önemli bir kısmı bir avuç sermaye sahibinin çıkarlarını korumaya yönelik gayretler içerisindedir (Güneş, 2006: 33-34).

Kültür alanında karar vericiler, bütün tartışmaların üstünde kendilerini haklı çıkarmaya muktedirdir. Resmi makamlar kültüre her zaman bir maddi konu olarak yukarıdan bakmaktadır (Çelik, 2011: 271-272). Kültür endüstrisi ürünlerinin egemen güçlerce

ticarileştirilmesinde anlatımını bulan kâr çabası, geniş sermayenin ideolojik çıkarlarıyla birleşince, kültür alanında tekelci bir egemenlik kurulmaktadır. Ayrıca kültür endüstrisi üreticisi kişiler, git gide daha sık bir ekonomik ve siyasal bağımlılık içine girmekle kalmayıp, kitleler üstünde etkili bir kültür üretip yaymanın da yeni yollarını aramaktadırlar (Çalışlar, 1983: 257-259’dan akt. Çelik, 2011: 114). Bu bağlamda, şirketlerin kültürel alana hükmedişini iki şekilde ele almak mümkündür: Birincisi, kültürel üretimin giderek artan bir oranından, gazeteler ve dergilerden televizyon, film, müzik ve konulu parklara dek uzanan bir dizi sektörde çıkarları bulunan büyük şirket gruplarıyla (ki bu şirket grupları doğrudan sorumlu kabul edilirler); ikincisi, üretici olarak kültürel endüstrilerle doğrudan ilgisi olmayan şirketler, reklamcı ve sponsor rolleri aracılığıyla kültürel etkinliğin yönü üzerinde kayda değer bir denetim uygulayabilirler. Bu şekilde genişleyen şirket menzili üçüncü bir süreci de beraberinde getirmektedir: Kültürel yaşamın metalaşması. Bir meta, bir fiyat karşılığı mübadele edilmek için üretilen mal olarak ifade edilir (Golding ve Murdock, 1991: 56-57). Kültür de, paradoksal bir metadır ve takas yasasına o kadar bağlıdır ki, takas edilemez; kullanım sırasında da öyle körü körüne tüketilir ki, kullanılamaz olur (Adorno ve Horkheimer, 2014: 215). Kültür endüstrisi üreticilerinin ilkesi ise, tüketiciye ihtiyaçlarının kültür endüstrisi aracılığıyla karşılanabilir düşüncesini vermektir. Üreticiler kültür endüstrisi aracılığıyla bu düşünceyi empoze ederken, bir yandan da bireylerin kendilerini sadece tüketici ve kültür endüstrisinin birer nesnesi olarak görmelerini istemekte ve kültür endüstrisinin de bizzat nesne olarak gördüğü bireylere sunulanlarla yetinmesi gerektiğini ifade etmektedir (Çelik, 2011: 115). Adorno, yönetimi elinde bulunduranların, bu kandırmaca ve metalaştırma sürecindeki perdeleme gayretlerini ifade ederken; kültüre, kendi başına var olan, maddi koşullardan bağımsız, hatta bu koşulları önemsizleştiren bir şey tacı giydirilmesini ve yararlı olanın saf yararlılığına inanç duyulmasını sağlayarak, yararlı ve yararsız olanın hak iddiaları daha bir vurgu kazansın diye, kültürün tamamının yararsız, bu yüzden de maddi üretimin planlama ve yönetim yöntemlerinin ötesinde olması gerektiğini savunur. Ona göre, böyle bir ideolojide gerçek bir şey tortulaşmıştır: Kültürün maddi yaşam sürecinden koparılışı, nihayetinde bedensel ve zihinsel emek arasındaki toplumsal kopuştur. Bu kopuşun mirası, kültür ile yönetim çatışkısında sürmektedir. Yönetime sinmiş

müptezellik kokusu, antik çağın düşük, yararlı, nihayetinde bedensel çalışmadan duyduğu tiksintiyle aynı soydandır -yalnızca filolojik açıdan da değil. Kültür ile yönetimin düşüncede katı bir biçimde karşı karşıya konulması -ikisini aynı zamanda birbirine doğru eğen toplumsal ve zihinsel bir durumun ürünüdür- bu arada sürekli kuşku götürür olmuştur (Adorno, 2014: 130).

Adorno (2014:122), yönetilen bir kültürün duyarlı olan herkese büyük bir rahatsızlık vereceğini ve bu rahatsızlıktan kurtulmanın ise mümkün olmayacağını düşünmektedir:

“Kültür için ne kadar çok şey yapılırsa, onun için o kadar kötü, demişti Eduard Steuermann. Bu paradoks şöyle geliştirilebilir: Kültür, planlanıp yönetildiğinde zarar görür; ama kendi haline bırakıldığında, kültürel olan ne varsa, yalnızca etkisini değil, varlığını da yitirmeye yüz tutar. Ne çoktandır kompartımanlaşma fikirleriyle yerleştirilmiş naif kültür kavramını eleştirmeden kabul etmeli; ne de bütünleşik örgütlenme çağında kültürün başına gelenler karşısında muhafazakârca kafa sallamaya devam etmeli.”

Adorno bu bakış açısıyla kültürün yönetilmesine karşı tavrını ortaya koymaktadır. Aynı zamanda kültür ile yönetimin diyalektiğini, yönetimin kültürel olana yabancılaşmasıyla açıklar. Yani, kültürün irrasyonel algısı, ancak kültür hakkında en az deneyime sahip olan kişiler için geçerlidir. Adorno’ya göre, yönetim, yönetilene dışsaldır. Adorno’nun bu savı, yönetilenlerin bu gerçeği görmezden gelerek uyum sağlamasıyla kendini gerçekleştirmektedir. Bu sayede çark dönmeye devam eder ve geleneksel kültüre has olan öğeler dahi maddi üretime dahil edilerek, yeniden üretim, kültür koltuğunda oturana bağımlı hale getirilir (Adorno, 2014: 123-129).

Hükmedilenlerin, hükmedenlerden gelen ahlakı onlardan fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı mitosuna gerçekten başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılmaktadır. Kitlelerin kendi istekleri vardır. Onları köleleştiren ideolojide şaşmaz biçimde ısrar ederler. Halkın kendisine yapılan kötülüğe karşı beslediği habis sevgi yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bırakır. Endüstri kendisinin neden olduğu oylamanın sonuçlarına boyun eğmeye hazırdır (Adorno ve Horkheimer, 2014: 179).