• Sonuç bulunamadı

Bu tezin en önemli amaçlarından birisi de nasihatnâme özellikleri taşıyan ve bir hileler kitabı olan Kitâb-ı Hiyel’in arketipsel eleştiri bağlamında trickster/hilebaz arketipi üzerinden incelenmesidir. Trickster terimini ilk ortaya koyan Jung olmamakla birlikte bu çalışmada Jung’un ana hatlarını verdiği trickster arketipi dayanak noktası olacaktır. Trickster terimi çok katmanlı bir anlam yapısına sahiptir. Bu terimi Türkçede tek bir kelimeyle ifade etmek de eksik kalacaktır. Fakat bu çalışmada anlam bütünlüğünü sağlamak adına trickster terimini karşılamak için hilebaz kelimesi tercih edilmiştir. Edebi metinleri yorumlamada farklı yöntemler kullanılagelmiştir. Hiç kuşkusuz bu yöntemlerden biri de psikanalitik eleştiridir. Edebiyat ve psikolojinin ham maddesi insandır. Bu nedenle edebi metinleri okumada psikoloji biliminden faydalanmak eleştirmenlere metni yorumlamada yeni kapılar açmıştır. Psikanalitik eleştirinin kuramlarından beslendiği en önemli psikanalistler şüphesiz Freud, Jung, Adler ve Lacan’dır.

Freud’la başlayan psikanalitik eleştiri kuramı zamanla evrilerek yazar merkezli olmaktan çıkıp Jung’un ortaya koyduğu ‘analitik psikoloji’ sayesinde eser merkezli bir hüviyet kazanmış, yazarın kişisel bilinçaltına insanlığın ortak bilinçaltı eklenerek eser incelemelerine farklı bir boyut kazandırılmıştır. Freud, sadece kişisel bilinçaltını söz konusu ederken öğrencisi Adler aile ve çevreden bahsetmiş, Jung bu kavramlara “kolektif bilinçaltı” ve “arketip” terimlerini eklemiş, Lacan edebi eserin yaratma aracı olan dil ile psikanalizi kesiştirme yoluna gitmiştir (Atlı 2012: 259).

Bizim bu çalışmada Kitâb-ı Hiyel’i incelemek için kullanacağımız yöntem analitik psikolojinin önemli kurucularından biri olan Carl Gustav Jung’un arketip teorisine dayanan arketipsel eleştiri yöntemidir. Jung çalışmalarında metni merkeze koyarak insana ait temel kavramlardan yola çıkmıştır ve çalışmalarının ayna kaynaklarını mitoloji oluşturur,

Akıl hastaları yerine, ilkelden uygara her türlü insan topluluğu üzerinde araştırma yapan Jung’un ana kaynaklarını toplumların mitleri, efsaneleri ve masalları oluşturur.

61

Tam da bu sebepten ‘analitik psikoloji’ olarak adlandırılan Jung psikolojisi edebiyatla daha sıkı bağlar içerisindedir (Atlı 2012: 264).

Onun ortaya koyduğu arketipler,

kişinin bütünlüklü bir yapıda, olgun ve huzurlu bir birey olarak kişisel gelişimini sağlaması için ortaya konan ana unsurlardır. Arketipler gerek kişilerin kendilerini tanımasında gerek edebi metinlerdeki kahramanların çözümlenmesinde önemli bir altyapı sağlarlar. Edebi metinler arketipler doğrultusunda incelendiğinde metnin derin anlamı ve kahramanın bireyleşim macerası daha açık bir şekilde gözler önüne serilir (Atlı 2012: 265).

Metni merkeze alan Arketipsel Eleştiri bahsettiğimiz üzere psikanaliz temellidir ve edebi metinlerdeki arketipler üzerinden bir toplumun psikanalizi yapılmaktadır. Arketipsel eleştiri eseri baz alır ve metne yönelerek,

orada yer alan öğelerin anlamını araştırır, ama bunu, estetik yaşantıyı meydana getiren yapıyı ortaya çıkarmak için değil, çok eski çağlardan beri insanları etkileyen, onlara derinden seslenen birtakım ölümsüz arketipleri ortaya çıkarmak için yapar. Edebiyat eserinde tekrarlanan bu arketipler, kişiler olabilir, imgeler olabilir, simgeler olabilir, durumlar ya da olay örgüleri olabilir (Moran 2008: 219).

Jung’a göre arketiplerin sayısı sonsuzdur ve her dönem ve zamana göre farklı formlarda zuhur edebilirler. Bizim özellikle trickster/hilebaz arketipine odaklanmamızın sebebi bu arketipin muhtevasının Kitâb-ı Hiyel’in ana teması olan hile mevzusu ile yakından ilişkili olmasıdır. Hilebaz arketipi ve bu arketipin arketipsel imgeleri Kitâb-ı Hiyel’de hile muhtevası gereği sıklıkla karşımıza çıkmaktadır. Eseri incelemeye geçmeden önce Jung’un arketip teorisini ortaya koyup bir gölge arketip olan hilebaz üzerine kapsamlı bir açıklama getirmek yerinde olacaktır.

2. 1. JUNG’UN ARKETİP TEORİSİ

Jung arketip teorisini tartışmalı bir mesele olan Evrim Teorisi’ne dayandırmaktadır. O, nasıl insan bedeni evrimsel bir süreçten geçmişse insan aklı da içinde bulunduğu bedenden bağımsız olmadığı için benzer bir tarihsel süreçten geçmiştir, der. Tarihten kastının ise aklın kendisini bilinçli olarak geçmişe dayandırarak dil ve diğer kültürel geleneklerle inşa ettiği gerçeğinin olmadığını ifade eder. O; psişesi henüz hayvanınkine yakın olan arkaik insan aklının biyolojik, tarih öncesi ve bilinçdışı bir gelişiminden bahsetmektedir. Nasıl insan bedeni bir memelinin genel anatomik yapısına dayanıyorsa, insan aklı da bu eski psişeye dayanmaktadır, der. Bu teoriyle

62

paralel olarak ayrıca Jung tecrübeli bir biyoloğun bedenlerimizdeki orijinal örneğin izlerini bulması gibi aklı araştıran tecrübeli bir gözlemcinin modern insanın rüya resimleriyle ilkel aklın kolektif imgeleri ve mitolojik motifleri arasında benzerlikler bulabileceğini iddia eder (Jung 1997: 57). Bu nedenle rüyalar önemlidir. Jung’a göre rüyaların işlevi insanın ilkel aklını ileri ya da ayrışmış bilincine getirmektir. Nitekim, geçmişte uzun yıllar boyunca o ilk akıl insanın bütün kişiliği olmuştur. O, bilinci geliştirdikçe bilinçli aklı ilkel psişik enerjilerinden bir kısmıyla irtibatını kaybetmiştir ve bilinçli akıl asla o ilk aklı bilmez. Fakat bilinçdışı bu ilk aklın bir kısmını oluşturan ilkel karakterleri korumuştur. Rüya sembollerinin her zaman işaret ettiği bu karakterlerdir (Jung 1997: 88). Rüyaların geleceği öngören yapıları da olabilir. Jung rüyasında evinin yandığını gören bir danışanının ateşli bir hastalıktan öldüğünü buna örnek olarak verir. Zira rüyaların dili şiirseldir, hastalanmış bedeni adamın dünyadaki evi ve ateşi onu yok eden yangın olarak sunabilir (Jung 1997: 67). Bilincin haberdar olmadığı bazı mevzular bilinçdışı tarafından zaten bilinmektedir. Jung konuyla ilgili olarak “Aslında, bilinçdışı en az bilinç kadar verileri inceleme ve sonuçlar çıkarma yeteneğine sahiptir. Hatta gerçek verileri kullanıp onların muhtemel sonuçlarını tahmin edebilir” (Jung 1997: 66) der. Jung’a göre mantıksal analiz bilincin bir imtiyazıdır, mantık ve bilgi ile seçeriz. Öbür yandan bilinçdışı esasen içgüdüsel eğilimlerle yönetilmektedir. Bu içgüdüsel eğilimler ise benzer düşünce formlarıyla yani arketiplerle sunulmaktadır.

2. 1. 1. Arketip Nedir? Jung’a göre arketipler,

temelde tüm insanların ortak davranış özelliklerini ve sıradan deneyimlerini başlatan, denetleyen ve aracı olan içkin nöropsişik merkezlerdir. Dolayısıyla arketipler uygun durumlarda, sınıf, inanç, ırk, coğrafya ya da tarihsel dönem fark etmeksizin insanlarda benzer düşüncelerin, imgelerin, mitolojik motiflerin, duyguların ve düşüncelerin belirmesine neden olur (Stevens 2014: 72).

Önemli bir Jung araştırmacısı olan Carl S. Pearson Jung’la paralel olarak arketiplerin psişedeki ve toplumsal sistemlerdeki derin yapılar olduğunu söyler ve arketipi daha anlaşılır hale getirmek için kar tanesi örneğini verir:

“Arketip” sözcüğü bazılarına göz-korkutucu görünebilir. Aslında, arketipler psişedeki ve toplumsal sistemlerdeki derin yapılardan başka bir şey değildir. Bilim adamları doğanın derin yapılarını “fraktaller” olarak adlandırırlar. Örneğin, her kar tanesi benzersizdir. Ancak kar tanelerinin derin yapısında onları kartaneleri olarak tanımamızı sağlayan bir benzerlik vardır. Arketipler de psişenin fraktalleridir.

63

Örneğin, cesaret ve yiğitlik gibi Savaşçı niteliklerini sergileyen her kişi farklıdır, ancak yine de biz her birinde Savaşçı özünü görüp tanırız. Siz arketipleri her zaman yararlanabileceğiniz içsel gizil güçler, müttefikler ya da rehberler olarak düşünebilirsiniz (2003: 45).

Bir başka hatırı sayılır Jungçu olan Anthony Stevens da arketipleri parmak izlerine benzetmektedir:

Arketipler, bir şeyin genel özelliklerini barındırmaları nedeniyle kolektiftiler; fakat aynı zamanda belirli tezahürlerinde içkindiler de. Örneğin, her insanın parmak izindeki hatların ve kıvrımların genel ve hemencecik anlaşılabilen bir yapısı vardır, ancak bu izlerin her biri aslında kendine özgü ve eşsiz bir düzendedir; işte, bu nedenle hırsızlık yapmaya kalkışacak biri yakalanıp tutuklanmak istemiyorsa, eldiven takmayı unutmamalıdır, Arketipler bir anlamda evrensel ve bireysel, eşsiz ve genel olanın bileşiminden meydana gelir; öyle ki, tüm insanlığa özgüdürler fakat yine de her insanda farklı bir biçimde açığa çıkarlar (2014: 74).

Jung’a göre arketipler davranışlarımızın, düşüncelerimizin, hislerimizin ve karakteristik insan tepkilerinin temelini oluşturan yapılardır. “Arketipler bilincin saklı esaslarıdır ya da başka bir deyişle, onlar kökleri dar anlamıyla toprağa değil de tüm yaşamın derinlerine gömülü psişemizdirler” (Stevens 2014: 83).

2. 1. 2. Jung’un Psişe Modeli

Jung’un arketip teorisini daha iyi anlamak ve arketiplerin nasıl işlediğini görmek için onun psişe modelini iyi bilmek gerekir. Jung’a göre “Tek bir bireyin tüm arketipik donanımı kolektif bilinçdışını oluşturur. Bu kolektif bilinçdışının yetkesi ve gücü merkezi bir çekirdekte toplanır; kişiliğin bütünleşmesinden sorumludur ve Jung da buna Benlik der” (Stevens 2014: 72) Aşağıda Antony Stevens’tan alıntılanan Jung’un psişe modelini gösteren şema (Şek. 1) konunun anlatımını ve anlaşılmasını kolaylaştıracaktır. Yine bu modeli Stevens’tan okuyalım:

Bu modeli gözünüzde üç katmanlı bir soğan gibi küresel bir biçimde canlandırmalısınız. Merkezde, etkisi tüm sisteme nüfuz edebilen Benlik var. Eş merkezli üç dairenin en içte olanı, arketiplerden oluşan kolektif bilinçdışı. En dıştaki dairede, güneşin çevresinde dönen bir gezegen ya da dünyanın çevresinde dönen ay misali, bu sistemin yörüngesinde ilerleyen egosuyla birlikte bilinç yer alır. Bilinç ve kolektif bilinçdışı arasında kalan bölgede de her biri bir arketipe bağlı komplekslerden oluşan kişisel bilinçdışı bulunur: Kompleksler, kişilikleştirilmiş arketiplerdir; arketiplerin kişisel psişede kendilerini gösterebilmelerine olanak sağlarlar (Stevens 2014: 73)

64 Şekil 1: Jung’un Psişe Modeli

2. 1. 3. Benlik, Ego, Persona, Gölge, Anima/Animus

Jung’un arketip teorisinin en temel arketipleri sırasıyla Benlik, Ego, Persona, Gölge, Anima ve Animus’tur. Benlik yukarıda da belirtildiği üzere insan psişesinin en temel arketipidir. Varoluş amacı insanın çevresiyle ve Yaratıcı’sıyla “bütünleşme”sini sağlamaktır. Bu bütünleşmenin nasıl olacağını hem tasarlar hem de uygulamaya koyar. Stevens’ın deyimiyle o hem bir mimar hem de bir yapı ustasıdır.

Benlik, yaşamımız boyunca psişik varlığımızı destekleyen dinamik yapının hem mimarı hem de yapı ustasıdır. Büyük harf kullanımının nedeni, gündelik hayatta kullanılan “benlik”le (genellikle ego ya da persona yerine kullanılır) Jung’un egoyu aşan ve türümüzün kadim yeteneklerini barındıran “Benlik” kavramı arasındaki ayrımı vurgulamaktır. Amacı, bütünlüğü yakalamak ve tek bir bireyin yaşamı içinde saklı insana ait varoluşsal tasarımın tam anlamıyla ayırdına varmaktır. Bütünlenme, Benliğin raison d’etre’idir (Fr. varlık sebebi, ç.n.). Her ne kadar biyolojik erekleri de olsa, Benlik, sanat ve din alanında verilen ruhani eserlerde ve ruhun içsel yaşamında da kendini gerçekleştirme arayışındadır. Çünkü, böylelikle, onu derin bir gizem, gizli bir kaynak ya da içimizdeki Tanrı’nın bir tezahürüymüşçesine deneyimleyebiliriz. İşte, bu nedenle pek çok kültürde tanrısal bir kavramla eşdeğerde olmuş ve mandala gibi evrensel tasarımlarda sembolik ifadesini bulabilmiştir. Tüm bunların doğrultusunda, Jung’un gözünde Benlik, salt sosyal çevremize uyum göstermemize yardım eden kişisel bir araç değil, aynı zamanda Tanrı’yla, evrenle ve ruhsal yaşamla da bütünleşmemizi sağlayan bir olgu olup çıkar (Stevens 2014: 88-89)

Anthony Stevens “ego”nun çocuğun gelişimi esnasında tıpkı ayın dünya eriyik bir haldeyken dünyadan kopması gibi “benlik”ten koptuğunu söyler (2014: 89). Ego bu

65

şekilde “benlik”ten ayrışmıştır fakat yine de “benlik”ten ayrı düşünülemez hatta Stevens “ego”nun benliğin salt bir uygulayıcısı olduğunu ifade eder (2014: 90). O, bilincin merkezidir ve kişisel bütünlüğümüzü sağlar.

Egonun kendisi bilincin merkezidir ve “ben” dediğimiz zaman ona işaret etmiş oluruz. Kimlik duygumuzun sürekliliğinden sorumludur; bu sayede seksen yaşımıza geldiğimizde de sekiz yaşındayken olduğumuz kişiyle aynı olduğumuzu ayrımsayabiliriz (Stevens 2014: 89-90).

Persona ise sosyal hayatımızda takındığımız maskelerdir. Zaten “persona” kelimesinin etimolojik kökeni de Antik Yunan’a dayanır ve oyuncuların çeşitli sosyal rollere bürünmek adına taktıkları maske anlamına gelir. Persona sosyal çevreye uyumluluk için gereklidir fakat kişinin gerçekliğinden uzaktır. Stevens personayı vurucu bir biçimde bir binanın cephesine ve “ego”nun işe aldığı ve etrafımızdaki insanların bizimle ilgili pozitif şeyler düşünmelerini sağlayan bir halkla ilişkiler uzmanına benzetir.

Nasıl ki her binanın bir cephesi var, her kişiliğin de bir personası (kelime anlamıyla Antik Yunan’da oyuncuların taktığı bir maske) vardır. Personamız, kendi kendimize yarattığımız ve başkalarının da bunu kabul edilebilir bulmasını umduğumuz bir formdur. Kimi zaman buna sosyal arketip ya da uydumculuk arketipi de denir. Personada her daim yapay bir yön bulunur; tıpkı en güzel eşyaların sergilendiği bir vitrin gibidir ya da egonun işe aldığı ve insanların hakkımızda güzel şeyler düşünmelerini sağlamaya çalışan bir halkla ilişkiler uzmanı gibi de düşünebiliriz; onu. “Biraz abartılı bir görüş olacak ama aslında persona gerçekte ne olmadığımızdır; kendimiz de dahil başkalarının olduğumuzu sandıkları biri denebilir ona (Stevens 2014: 91).

Gölge ise iyi bir imaj vermek, sevilmek, kabul görmek adına önce inkâr edip sonra bilinçdışına bastırdığımız, sümen altı edilmiş ve bizim kötü olarak anlamlandırdığımız bütün yönlerimizdir. Bir nevi personamızın maskelediği yönlerimizdir.

Gölge, kaçınılmaz biçimde personaya ait niteliklerin karşıtlarını barındırmaya başlar; gölge, adeta personanın yüzeysel yapmacıklığını ödünleme çabasındayken, persona da gölgenin anti-sosyal özelliklerini dengelemeye çalışır. Bu iki zıt kişiliğin aynı kişide bir arada var oluşu yaşamda olduğu gibi edebiyatta da karşımıza çıkar: Yakışıklı ve zeki bir sosyete çapkını olan Dorian Gray, gizli karanlık yaşamının tüm yönlerini yansıtması nedeniyle kendi portresini hiç kimsenin göremeyeceği bir yerde saklar; Dr. Jekyll ve Bay Hyde aslında aynı kişidir, saygıdeğer bir doktorla dev bir canavar olmak arasında gider gelir (Stevens 2014: 93-94).

Evrensel bir şekilde herkes tarafından kötü addedilebilecek davranışların yanısıra kişi nötr bir şeyi de kötü olarak kodlayabilir. Örneğin kişinin içinde yetiştiği çevre çok ince düşünceli davranmayı ya da duygusallığı zayıflık ve utanılacak bir özellikmiş gibi kodlamışsa bunu bir gölge haline getirebilir. Herkesçe kötü kabul edilebilecek evrensel hususlar dışında çoğu, yerinde ve dozunda devreye alındığında olumlu olabilecek

66

özellikler deneyimlerin rengine büründürülüp kötü, beğenilmeyen, istenmeyen olarak kodlanabilmektedir. Gölgenin oluşmasını sağlayan ise Stevens’ın “içsel bekçi köpeği” olarak adlandırdığı ahlak kompleksimizdir,

Ahlak kompleksinin temelini ise, içine doğduğumuz kültürün değerlerini öğrenmemizi ve taşımamızı sağlayan arketipik bir buyruk oluşturur. Şayet böylesi bir buyruk olmasaydı, o zaman anarşi, doğal bir insanlık durumu olurdu: Bir arada yaşama becerisinden ve karşılıklı güven duygusundan yoksun psikopat’lar olup çıkardık ve muhtemelen türümüz yok olurdu (Stevens 2014: 94-95).

Ahlak kompleksimiz toplumun bekası için gereklidir fakat negatif yönlerle birlikte Benliğin gücünün ve içsel enerjinin de gölgede hapsolmasına sebep olur. Zira:

edinilmiş ahlak kompleksi Benliğe ciddi kısıtlamalar getirir; bu kısıtlananlar haliyle gölgeye aktarılır ve tehditkâr bir unsur olarak deneyimlenirler -şayet deneyimlenirlerse. Kendimizi bu tehlike karşısında savunabilmek ve iç huzurumuzu koruyabilmek adına, başta bastırma, inkâr ve yansıtma olmak üzere çeşitli ego- savunma mekanizmaları kullanırız (Stevens 2014: 95).

Bu ego-savunmaları neticesinde Benliğin gücünü ve içsel enerjimizi de büyük ölçüde gölgeye hapsederiz. Fakat kişiliğin bütünleşebilmesi için gölge ile yüzleşmek ve onun enerjisini kötü amaçlar yerine iyi amaçlar için kullanmak gerekir. Bu dönüşüm Jungçu analizin en önemli hedeflerindendir aynı zamanda en zoru da gölge ile yüzleşmektir.

Jungçu analizin en çetin kısımlarından biri, hiç kuşkusuz, analiz edilen kişinin kendi gölgesiyle yüzleştiği andır. Ne de olsa gölge kompleksi suçluluk ve değersiz olma gibi duygularla ve gerçek doğası açığa çıktığı ya da keşfedildiği takdirde reddedilme endişesiyle doludur: Süreç her ne kadar acı verici olursa olsun sebat göstermek gerekir; çünkü, Benliğin gücü ve içsel enerjisi gölgede mahsur kalmıştır ve bu da kişiliğin bütünleşebilmesinin önündeki en önemli engeldir (Stevens 2014: 96).

Gölge ile yüzleşip ondaki Benlik gücünü ve içsel enerjiyi iyi amaçlar için kullanmaya şöyle bir örnek verilebilir. Malumumuz “gazap” çok yoğun bir enerjidir. Sinirli insanlar toplumda hoş görülmezler. Bu nedenle bu yönümüzü bastırıp gölgemize hapsederiz. Gölgesinin tesiri altında kalmış ve kişisel bütünlüğünü sağlayamamış bir insan bu enerjiyi kullanarak haksız yere insan öldürüp “katil” olabilir. Gölgesi ile yüzleşip ondaki enerji potansiyelini fark etmiş başka bir insan ise bu enerjiyi ülkesini ve ailesini savunmak için kullanıp “kahraman” olabilir. İki durumda da “gazap” aynı gazaptır fakat kullanılış amacıyla birbirinden tamamen farklı iki duruma sebebiyet vermiştir.

Kişinin gölgesini bilincine varıp onu kabullenmesi onu kemalata erdirir; daha olgun, içsel enerjiyle dolu, güçlü bir birey haline getirir. Nitekim,

67

gölgeyi sahiplenen kişi onun sorumluluğunu da alır; böylelikle daha bilinçli ve daha az dürtüsel bir ahlak yapısına kavuşur ve etik seçimler yapabilmesi mümkün olur. Gölge bilinci edinebilmek salt kişisel gelişim açısından önemli değildir, toplumsal uyumun ve uluslararası anlayışın gelişmesi açısından da temel teşkil eder (Stevens 2014: 96).

Jung iki tür gölgenin varlığından bahseder. İlki kişinin “bireysel gölge”sidir. İkincisi de daha sonraki kısımlarda da ele alınacağı üzere ortak bir gölge figürü olan hilebaz gibi “kolektif gölge”dir. Jung’un Analitik Psikoloji isimli eserinin çevirmeni Ender Gürol kitaba yazdığı uzunca bir önsözde bu durumdan şu şekilde bahseder:

Jung, iki ayrı gölge düşünür. Birincisi, «kişisel gölge»dir, yaşamının başlangıcında yaşamadığı, ya da az yaşadığı bireyin ruhsal özelliklerini içerir. İkincisi «ortak gölge»dir, öteki figürlerle birlikte ortak bilinçdışına aittir ve «Yaşlı Bilge»nin olumsuz ifadesine, ya da ÖZBEN'in28 karanlık yanına tekabül eder. Çağın ruhunun arka yanı,

gizli karşıt-tezidir sanki. Faustus’un Wagner’i, Mefistofeles’i; Dante’nin Vergilius’u; Gılgameş’in Enkidu’su; Habil ile Kabil gibi (Jung 2006: 43).

İlyas Kayaokay da bireysel ve kolektif gölgeyi “Gölge, içe yönelik simgesel bir figür olarak ortaya çıkabileceği gibi, dış dünyada somut bir figür olarak da belirebilir” (2014: 69-72) diyerek tanımlar. Bireysel gölge ile ortak gölge arasındaki ilişkiyi de Jung şu şekilde ortaya koyar:

Hilebaz ile bireysel gölge arasında bir paralellik kurduğumuzda, hilebaz motifinde görülen anlamlı olana eğilimin, öznel ve kişisel gölgede de gözlemlenip gözlemlenemediği sorusu ortaya çıkar. Gölge, düşlerin fenomenolojisinde sık sık karşılaşılan, iyi tanımlanmış bir figür olduğu için bu soruya olumlu yanıt verebiliriz: gölge, tanım itibarıyla olumsuz bir figür olsa da farklı yapıdaki bir arka plana işaret eden olumlu yönler ve bağlantılar da sergiler bazen. Değersiz bir kabuk altında anlamlı içerikler gizliyordur sanki. Deneyimler tahminlerimizi doğrular niteliktedir: genellikle, gizlenen şey giderek gizemli figürlerden oluşur. Çoğu zaman gölgenin hemen ardında, muazzam bir büyü ve etki gücüne sahip anima durur (Jung vd. 2013: 135).

Anima/animus bahsine gelince, Jung kadınların içinde bulunan karşı cinse ait arketipe “animus” erkeklerinkine ise “anima” der. Her kadın ve erkeğin bilinçdışında bu iki karşıt cins birlik oluşturur ve bu da kadın erkek ilişkilerinde oldukça tesirlidir.

Jung, kadınlardaki bu kontraseksüel arketipe animus, erkeklerdekine de anima adını verdi. Erkeğin içindeki dişi yön ve kadının içindeki eril yön, her iki cinsin bilinçdışında bir anlamda syzygy (ç.n.: karşıtların bileşimi) oluşturur ve bu da kadın ve erkek ilişkilerini büyük ölçüde etkiler (Stevens 2014: 100).

Anthony Stevens anima ve animus kavramlarını Jung’dan şu şekilde alıntılamıştır:

“Her erkeğin içinde ebedi bir kadın imgesi yer alır; fakat o, şu ya da bu kadın değildir;

Benzer Belgeler