• Sonuç bulunamadı

İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığının ilk yarısının en büyük hadisesi kuşku yoktur ki yeryüzünün büyük bölümünü pençesine alan II. Dünya Savaşı ve Türkiye’nin bu savaşa bulaşmama çabasıdır.

III. Reich ordusunun 1938 yılının 12 Mart’ında Avusturya’ya barışçıl bir şekilde de olsa girmesi ve ardından Almanya’nın Avusturya’yı ilhak etmesi büyük bir savaşın ufukta olduğunu göstermekteydi. O yıl cumhuriyetin on beşinci yılını idrak etmekte olanTürkiye ise dünyayı sarmakta olan gerilimli havanın ve milletlerarası kutuplaşmanın bir parçası olmamak ilkesini benimsemiş durumdaydı.

İtalya’nın Trablusgarp’ ı işgal ettiği 1911 yılından Kurtuluş Savaşı’nın zaferle sonuçlandığı 1922 yılına kadar aralıksız on bir yıl harp eden ve bu süreçte çok büyük toprak ve insan kaybı yaşayan Türkiye, cumhuriyet idaresine geçtikten sonra dış

10

ülkelerle ilişkilerinde barışçıl bir politika izlemiş ve dikkatini inkılâplara, nüfusunun ihyasına ve kalkınma hamlelerine vermiştir.

1 Eylül 1939 tarihinde Nazi Almanyası’nın Polonya’ya saldırması ve ardından Fransa ve İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilan etmesiyle II. Dünya Savaşı başlamış ve kısa sürede bütün dünyayı alevler içinde bırakan küresel bir yangın halini almıştır.

I. Dünya Savaşı’na ait hatıraları henüz taze olan ve siyasi ve askeri idaresi bu savaşa bizzat katılmış kişilerin elinde olan Türkiye, başlangıcından itibaren büyük bir sebat ve kararlılıkla II. Dünya Savaşı’na bulaşmamak ilkesini benimsemiş, bütün iç ve dış politikasını bu ilkeye uygun bir biçimde belirlemiştir. Sivil- asker toplam elli milyon insanın hayatına mal olan, nükleer silahların kullanıldığı, Yahudi soykırımı gibi bir kavme yönelik kitlesel katliamların yaşandığı ve altı yıl boyunca küresel endüstriyel üretimin büyük kısmının silah üretimine tahsis edilmesine neden olan II.

Dünya Savaşı’na Türkiye dâhil olmamayı başarmıştır. Ancak bu savaşın Türkiye’nin iç siyasetine hiçbir yansıması olmadığını söylemek mümkün değildir. Altı yıl boyunca bir milyon kişilik milli ordunun savaşa hazır bir şekilde tutulması mecburiyeti hem ülkenin hem de milletin ciddi sıkıntılara düşmesine neden olmuştur.

Türkiye’nin bu küresel savaşın etkilerinden bütünüyle masun kalması mümkün olmamıştır. Savaş şartlarının zorlamasıyla Türkiye’de Milli Korunma Kanunu, ekmek karnesi uygulaması, varlık vergisi gibi uygulamalar yürürlüğe konmuştur. Bu uygulamalar Türkiye’nin savaş yıllarını asgari hasarla atlatmasını sağlamış ancak milletin ağır toplumsal ve ekonomik koşullarla baş başa kalmasına neden olmuştur.

Türkiye’nin II. Dünya Savaşı’nın getirdiği şartlar nedeniyle yürürlüğe koymak zorunda kaldığı ilk uygulama Milli Korunma Kanunu’dur.

Savaş boyunca Türkiye ulusal güvenliğini teminat altına almak maksadıyla 1940 yılında Milli Korunma Kanunu’nu yürürlüğe koymuştur. Bu kanun hükümete ürünlere el koyma, fiyatları belirleme ve mecburi çalışma yükümlülüğü getirme gibi yetkiler vermiştir. Kanun hükümete ekonomiye etkin ve otoriter bir şekilde müdahale edebilme yetkisi veren bir kanundur. Bu kanunla hükümetten izin almadan bir mal üretmek veya satmak yasaklanmıştır. Tekelleşme, fiyatlara hükümete haber vermeden zam yapma ve stokçuluk yasaklanmıştır. Yurttaşlar ellerindeki ulaşım araçlarını istendiğinde hükümete vermeye zorunlu hale getirilmiştir. Bazı endüstriyel kollarda mesai süresi üç saat artırılmıştır. Özetle ekonomik hayatta ve iş hayatında

11

savaş şartları nedeniyle devlet millete bir dizi ağır sorumluluk yüklemek zorunda kalmıştır. 1940-1942 yılları arasında yürürlükte kalan Milli Korunma Kanunu Türkiye’nin savaş şartlarında kendini azami kuvvette tutmak maksadıyla ekonomide ve çalışma hayatında hükümete otoriterce uygulamalarda bulunmak yetkisi tanıdığı bir kanundur. Kanunla, orduyu savaş şartlarına hazırlamak amacına ulaşılmış ama bu vatandaşın büyük sıkıntılar ve yokluklar çekmesine neden olmuştur.

1941 yılında Almanya’nın Balkanlar’da hızla ilerlemesini Türk hükümeti endişeyle takip etmekteydi. Ancak Hitler ve Cumhurbaşkanı İnönü arasındaki mektuplaşmalardan sonra 18 Haziran 1941’de Türkiye’yle Nazi Almanya’sı bir saldırmazlık antlaşması imzalamıştır. Bu antlaşmadan dört gün sonra ise Nazi Almanya’sı insanlık tarihinin en büyük ve en kanlı çarpışmalarına sahne olacak Barbarossa Harekâtı’nı başlatmış ve SSCB topraklarına saldırmıştır.

II. Dünya Savaşı’nda Türkiye yabancı bir devletle herhangi bir silahlı çatışmaya girmemişse de deniz kuvvetleri iki büyük facia yaşamıştır. Bunlar Refah Şilebi ve Atılay Denizaltısı facialarıdır.

Türkiye’nin deniz kuvvetlerini güçlendirmek için İngiltere’den sipariş ettiği dört denizaltıyı teslim almak için Refah Şilebi görevlendirilmiştir. Refah Şilebi taşıdığı askerlerle denizaltıları teslim almak için Mısır’ın Port Sait Limanı’na gitmek üzere 23 Haziran 1941’de Mersin Limanı’ndan ayrılmış ancak denize açıldıktan beş saat sonra Kıbrıs açıklarında büyük bir patlama sonucu batmıştır. Bu trajik olaydan sadece 32 asker ve mürettebat kurtulabilmiş 170’i asker ile 28’i mürettebat olan 198 kişi Refah şilebi ile Akdeniz’in derinliklerine gömülmüştür. Facianın gerçek nedeni hiçbir zaman aydınlatılamamış, geminin enkazına sonraki yıllarda da ulaşılamamıştır(Gökhan Karakaş, 15.04.2019).

II. Dünya Savaşı yıllarında Türk ordusunun uğradığı facialardan biri de Atılay faciasıdır. Atılay, 14 Temmuz 1942’de Çanakkale’nin Mortu Koyu’nda dalış yapan ve bir daha gün yüzüne çıkamayan Türk hücum denizaltısıdır. Saat 14.30 sıralarında Binbaşı Sadi Gürcan komutasında dalışa geçen Atılay bir daha su yüzeyine çıkamamıştır. TCG Atılay, Taşkızak Tersanesi’nde inşa edilmiş ve 1939 yılında Donanma Komutanlığı emrinde hizmete girmiş bir denizaltıdır. Türkiye tarihinde, dalıştayken batan ve can kaybına neden olan ilk Türk denizaltısıdır. Bu olay tarihe

12

Atılay faciası olarak geçmiş ve tüm ülkede derin bir üzüntüye neden olmuştur(TCG Atılay Faciası, https://tarihnehri.blogspot.com,15.04.2019).

II. Dünya Savaşı yıllarında Türkiye’de yaşanan en büyük sıkıntılardan biri de ekmek karnesi uygulamasıdır. Hükümetin almaya çalıştığı tüm önlemlere rağmen hububat fiyatlarının yavaş yavaş yükselmesi ve büyük şehirlerde un bulunamaz duruma gelinmesiyle ekmeğin karneye bağlanması kaçınılmaz olmuştur. Hükümet, büyük şehirlerde ekmek tüketimini sınırlandırarak ekmek darlığını gidermek ve her vatandaşın eşit miktarda ve kalitede ekmeğe ulaşmasını garantilemek için geniş kitlelerin en temel besin maddesi olan ekmeği karneye bağlamıştır. Ekmek karnesi sistemine geçilmesiyle ekmek karaborsasının engellenmesi ve ekmek israfının önlenmesi de amaçlanmıştır. Ekmek karnesi uygulamasına Millî Korunma Kanunu’nun 21. maddesine dayanılarak geçilmiştir ve 14 Ocak 1942 tarihinden itibaren İstanbul’da, 17 Ocak’ta Ankara’da ve 22 Ocak’ta İzmir’de ekmek karneyle verilmeye başlanmıştır(Bakar, 2013,s.17). Ekmek karnesi uygulaması 8 Eylül 1946’da yürürlükten kaldırılmıştır.

II. Dünya Savaşı’nın bütün hızı ve şiddetiyle devam ettiği bir dönemde TBMM, 11 Kasım 1942 tarih ve 4305 sayılı Varlık Vergisi Kanunu’nu kabul etmiştir. Bu kanuna göre varlıklı yurttaşlardan bir defaya mahsus olmak üzere ilave vergiler tahsil edilecek 15 gün içinde bu vergiyi ödemeyenler Aşkale’ye çalışmaya gönderilecektir. Vergi 3877’si gayrimüslim 114.368 kişiye tahakkuk etmiştir. Refik Saydam hükümeti zamanında konu tartışılmış, Şükrü Saraçoğlu hükümeti zamanındaysa kanunlaşmıştır.(Yalçın, Tural, Avcı, 2001: 329-330’dan akt.Yalçın, 2012:315)

Bu verginin II. Dünya Savaşı’nın neden olduğu ekonomik sıkıntıları aşmak için getirildiği gözüken neden olsa da Türk ekonomik hayatında gayrimüslimlerin etkisini kırmak ve onları yurtdışına göçe zorlamak gibi amaçlar taşıdığı da savunulmuştur.

II. Dünya Savaşı’nın muharip devletleri Türkiye’nin savaştaki durumunu hassasiyetle takip etmiş ve müttefikler Türkiye’yi savaşa dâhil etmek için savaş yılları boyunca yoğun gayret sarf etmiştir. Bu çerçevede bilhassa İngiltere Başbakanı Winston Churchill ve ABD Devlet Başkanı Franklin Delano Roosevelt’in çok yoğun gayret sarf ettiği söylenmelidir. Bu minvaldeki gayretlerin bir ürünü olan II. Kahire

13

Konferansı 4-6 Aralık 1943 tarihlerinde Mısır’ın başkenti Kahire’de Türkiye'nin II.

Dünya Savaşı'na müttefik devletler lehine katılması için gerçekleşen bir konferanstır.

Toplantıya, Amerika Birleşik Devletleri'nden Başkan Roosevelt, Birleşik Krallık'tan Başbakan Churchill ve Türkiye'den Cumhurbaşkanı İnönü katılmıştır.

Kahire Konferansı’nın sonunda, Türkiye'nin tarafsızlığının devam etmesine karar verilmiştir. Ayrıca müttefik devletlerin bölgedeki muhtemel hava operasyonları için Adana yakınlarında İncirlik Hava Üssü'nün inşa edilmesine karar verilmiş fakat inşaat II. Dünya Savaşı bittikten sonra başlamıştır

4-11 Şubat 1945 tarihinde Rusya’nın Yalta bölgesinde düzenlenen ve Roosevelt, Churchill ve Stalin’in katıldığı Yalta Konferansı'nda Nazi Almanyası ve Japon İmparatorluğu'na karşı resmen savaş açmış ülkelerin Birleşmiş Milletler' e kabul edileceğinin ilan edilmesinden sonra Türkiye müttefikler yanında 23 Şubat 1945 tarihinde savaşa katılmış ve mihver devletlerine savaş ilan etmiştir. Ancak bu savaş ilanı Türkiye’nin askeri çatışmalara katılması sonucunu doğurmamıştır.

Türkiye’nin müttefiklere yardımı malzeme tedarikiyle sınırlı kalmıştır.