• Sonuç bulunamadı

İstanbul Merkezli Kitabı

III. BÖLÜM

3. SANATI

3.2. Hatıra Yazarlığı

3.2.3. İstanbul Merkezli Kitabı

Dersaâdet, Münevver Ayaşlı’nın ömrünün büyük bir bölümünü geçirdiği İs-

tanbul’u ve İstanbul’u merkez edinen bir medeniyeti hatıralar eşliğinde sunan bir kitaptır. İstanbul âşığı olan Ayaşlı, eserinin önsözünde bu şehir hakkında yazmanın zorluğuna değinir ve derin olmayan; rivayetler, nükteler içeren bir nevi İstanbul ma- salı anlatmak istediğini söyler. Fakat yazara göre kitapta “İstanbul’un şen, şuh bir hikâyesi yerine”, “tarihi ve felsefesi ile İstanbul” ortaya çıkmıştır. (s. 8)

Hatıralarla yoğrulmuş bir İstanbul kitabı olsa da Ayaşlı, şehrin tarihi hakkında da okuyucusunu bilgilendirmek ister. Bu sebeple kitap, iki ana bölüme ayrılmıştır diyebiliriz. Bölümlerden ilkinde İstanbul’un tarihi ve özellikle fethi için düzenlenen seferler ele alınmıştır. Yazar öncelikle, Peygamber Efendimiz’in (as) bir hadisine istinaden gerçekleştirilen Arap seferlerinden bahseder. (s. 9-13) Bunları tarihleriyle birlikte kısaca belirten Ayaşlı, daha sonra İstanbul’da bulunan, başta Eyyûb El- Ensari olmak üzere, mevcut sahabe kabir ve makamlarını sıralar, haklarında kısa bilgiler verir. (s. 15-18) Yazar, buna Anadolu’daki sahabe kabirlerini de ekler. (s. 18- 22)

Verilen bilgilerin ardından Türklerin İstanbul seferlerini ele alan Ayaşlı, fetih- ten önceki seferleri kısaca dile getirdikten sonra fethi geciktiren sebeplerin ne olduğu üzerinde durur. (s. 23-36) 1453’teki fethi getirecek olan son İstanbul muhasarası için “Feth-i Mübîn” (s. 53) başlığını kullanan yazar, Araplara kısmet olmayan fethin Türklere nasip edilmiş olduğunu söyler. (s. 54) II. Mehmet’in doğumu ve evliliği bahislerine de kısaca değinen yazar, buradan itibaren bir parantez açarak Marmara Denizi’ndeki adaları -özellikle de Selçuklu ordularına mağlup olan Roman Diogéne’in sürgün yeri olan Kınalıada’yı- tanıtır. (s. 59-65)

Bu tarihi malumatın ardından esere adını veren “Der-saâdet” başlıklı ikinci bö- lüm başlar. (s. 66) Bu bölüm, aslında kitabın esasını oluşturmaktadır. Ayaşlı, fetihle birlikte Türklerin hâkimiyetine geçen İstanbul’da yüzyıllar içinde olgunlaşan bir me- deniyeti ve onun şekillendiği başlıca merkezleri dile getirecektir.

Kendisi de bir yalı sahibi olan yazar, son demlerine tanık olduğu Boğaziçi’yle anlatımına başlar. Ardında birkaç manastır ve ayazma bırakan Bizans’a karşın Os- manlı’nın Boğaziçi’ni ihya ettiğini, mimarisi ve çevre düzenlemesi ile bu bölgeye Türk damgası vurulduğunu belirtir. (s. 66-67) Boğaziçi’ndeki –artık kalmamış olsa da- yalı çeşitleri ve bu yalıların bahçelerini süsleyen bitkiler hakkında çeşitli bilgiler aktarır. (s. 68-72)

Ayaşlı, daha sonra “Boğaziçi’nin ruhunu” edebiyatta aramak gerektiğini söyle- yerek (s. 77) Nedim’den, Yahya Kemal’den ve “Canım İstanbul” şiiriyle Necip Fa- zıl’dan bahseder. (s. 78-80) Yine divan edebiyatının bir geleneği olan “sevahilname” lerden bir örnek verir. 18. asır divan şairlerinden Fennî’ye ait olan bu şiirde, Boğaziçi sahillerinin her biri içen birer beyit bulunmaktadır. (s. 80-87)

Münevver Ayaşlı da bundan sonra İstanbul’un sahillerindeki yalılardan, yalı sahiplerinden bahsetmeye başlar. Bunun için bir sıra takip etmek isteyen yazar, Av- rupa yakasından başladığı anlatımda bazen Anadolu tarafına geçse de genel olarak güzergâhını korur. Avrupa yakasında Fındıklı, Tophane, Kabataş, Salıpazarı, Beşik- taş, Ortaköy, Bebek, Kuruçeşme, Arnavutköy, Sarıyer, Büyükdere, Yenimahalle, Rumeli Kavağı, Rumeli Hisarı, Baltalimanı, Boyacıköy, Emirgân, Tokmakburnu, İstinye, Yeniköy, Tarabya, Kireçburnu ve Kefeliköy sahillerini tanıtan Ayaşlı, sahil- lerin dışında Harbiye, Nişantaşı, Teşvikiye, Taksim gibi içeri semtleri de ele alır. Şehrin Anadolu yakasında Anadolu Kavağı, İncirliköy, Çubuklu, Beykoz, Kanlıca, Anadolu Hisarı, Göksu, Kandilli, Vaniköy, Kuleli, Çengelköy, Beylerbeyi, Kuzgun- cuk, Salacak, Haydarpaşa, Kadıköy, Moda, Kalamış, Fener sahillerinin yanı sıra Üs- küdar’ın iç kesimleri, Çamlıca tepeleri de kitapta yer almaktadır.

Münevver Ayaşlı, kitap boyunca sahilsaraylardan, yalılardan, konaklardan ve bunların sahiplerinden bahseder. Yazar, pek çoğu yıkılmış, yanmış olan bu yapıları ve sahiplerini hafızasına dayanarak aktarır. Bu arada pek çok hatırayı da nakleden Ayaşlı’nın kitabı, hatıralarla içi içe geçmiş bir şehir rehberi gibidir. Burada, yazarın bütün güzergâhından bahsetmek yerine dikkate değer bulduğumuz bazı noktaları ele almakta fayda vardır.

Münevver Ayaşlı’nın İstanbul şehri ve özellikle Boğaziçi için kaleme aldığı ki- tap, isimlerin, hatıraların arasında, buranın kim tarafından ve nasıl bir medeniyet

beşiği hâline getirildiği konusu üzerinde durmaktadır. Ayaşlı, Osmanlı’nın fethiyle beraber İstanbul’un, Boğaziçi’nin neler kazandığını şöyle açıklar:

“Biz hiç tereddütsüz söyleyebiliriz ki Boğaziçi Türk’tür, Osmanlı- dır. Boğaziçi sahillerinde Osmanlı Türkleri, belki dünyanın en güzel en ahenkli mimari, Boğaziçi yalıları mimarisini ve bunları tamamlayan züm- rüt gibi koruluklar içinde köşkler mimarisini vücuda getirmişlerdir.

Türkler yalnız bina mimarisi ile değil, bahçe ve çevre güzelliği ile de meşgul olmuşlar ve harikulâde güzel, nev’i şahsına mahsus bir Türk bahçesi, tarzı ve üslûbu meydana getirmişlerdir.” (s. 66-67)

Yazara göre bunu sağlayan Osmanlı kültürüdür, onun ortaya koyduğu farktır: “Osmanlı kültürünün mümeyyiz vasfı ne idi, diye sorulacak olursa, verilecek cevap: “Yaşama bilgisi, yaşama sanatı olacaktır.” Osmanlı Türkleri kadar güzel yaşamanın zirvesine çıkmış başka bir millet bilmi- yorum. Başka milletler Türklerin güzel yaşamalarına yaklaşamamışlardır bile.” (s. 240)

Bu kültürün yetiştirdiği bir isim olan Ayaşlı, insanlarıyla, binalarıyla Boğazi- çi’ni iyi tanımaktadır. Saydığı isimlerin ve onların temsilcisi olduğu bir hayatın bu- günün insanları tarafından anlaşılmasının ise güç olduğunu düşünen yazar, şöyle de- mektedir:

“Benim İstanbul hakkında yazdıklarımı, benim gibi eskinin kalıntı- larından pek az kişi hatırlar. Bizden sonra gelenler, bu âlemi hiç görme- miş, duymamış, mevcudiyetinden bile habersiz kimselerdir. Şayet bu sa- tırları okurlarsa soracaklar, bunlar masal mı, hakikat mı? Yoksa bunların gözlerine görünen bir serab mı? Biz şimdiden cevap verelim: Evet, bizim gördüklerimiz hakikat değil, serab… Mücerred, elle tutulmaz, yaklaştık- ça kayıp olan bir serab…” (s. 95)

Yazarın bu endişesinin sebebi yanan, yıkılan binalarıyla birlikte sahiplerinin de hayatı terk etmeleridir. “Bu güzel insanlar, bu terbiye ve edeb ve bu ulvî rûh gittikten sonra varsın karkas gibi ayakta duran, canları çoktan çıkmış yalılar ve köşkler de birer birer gitsinler.” (s. 218) diyen Ayaşlı’nın kitabı “vardı; yandı, yıkıldı” dediği saray, yalı, konak isimleriyle doludur. O şöyle bir tespiti yapmaktadır:

“Boğaziçi’nde beş altı yalı kaldı da, Boğaziçi hayatı kaldı mı? Beş yüz sene süren o hârikulâde hayat, yalılardan çok evvel gitmiş ve yok olmuştur, adeta bedenden can çıkar gibi…

Boğaziçi’nin evvelâ rûhu yok olmuş, bir müddet hayâlet gibi yalılar ayakta kalmışlar ise de zamanla onlar da çökmüş, birer birer yıkılıp git- mişlerdir.” (s. 68)

“Zelzele, yangın, bir de belediye başkanları”nın “İstanbul’un korkusu” (Ayaşlı, 1990a: 123) olduğunu düşünen yazar, özellikle belediye başkanlarına yönelik eleşti- rilerine bu kitapta yer vermiştir. Yazar, verdiği çarpıcı örneklerle çeşitli dönemlerde- ki çeşitli belediye başkanlarının İstanbul’daki imar faaliyetlerinin neticelerini dile getirir:

“Edhem Paşa’nın yalısını çok iyi hatırlıyorum. Nasıl hatırlamam? Bütün bir ömür boyunca, hep onu karşımda gördüm, tâ ki, rahmetli Lütfi Kırdar Bey’in İstanbul Valiliği ve Belediye Reisliğine kadar… O güze- lim sıra yalılar, yerlerini, işe yaramaz kömür deposuna bırakmak için yı- kılmıştı.” (s. 93)

Yazarın verdiği bir başka örnek ise kendi yalısının da bulunduğu Beylerbeyi semtinin imarıyla ilgilidir. Adnan Menderes’in, başbakanlığı döneminde, Beylerbeyi sahilini yeşil alan yapmak için yalıları yıktırmak istemesi, Ayaşlı’ya oldukça zor günler geçirtmiştir. Nihayet imar işinin verildiği İtalyan şehircisi Picini’nin57 harita- ları üzerinde evinin yıkımdan kurtulacağını öğrenen yazar, derin bir nefes alsa da, etrafındaki yalıların da kurtarılmasına çalışmıştır. Ayaşlı, o günlerde “İstanbul’u hiç tanımayan, his etmeyen küçük bir taşralı!” (s. 226) dediği Menderes’e yapılan bed- duaların, onun idamına sebep olduğunu düşünmektedir:

“O gün Menderes’e edilen beddua, bilmem başka bir insana edilmiş midir? Ben Menderes’i çok sever ve çok tutardım, lâkin o gün korktum: “Eyvah bu adam bu kadar bedduaya dayanabilecek mi? Bu kadar beddu- anın altından kalkabilecek mi?” dedim ve o gün, Adnan Menderes’in so- nunun çok feci, çok vahim olacağını his etmiştim.” (s. 226)

57 Münevver Ayaşlı, Avrupai Osmani Rumeli ve Muhteşem İstanbul isimli kitabında bu İtalyan

Bebek burnundaki iki sultan sarayının da yol genişletme çalışmaları için yıkıl- dığını anlatan Ayaşlı, “hâlbuki, iki saray ortada kalıp, önlerinden ve arkalarından geliş gidiş temin edilir, bu iki saray da yıkılmamış olurdu. Bu o kadar basit bir mese- le idi, lâkin düşünebilmek için biraz olsun zekâ, bilgi ve şehircilik nosyonu olması lazım gelirdi.” (s. 172) sözleriyle çarpık şehircilik anlayışını eleştirir.

Boğaziçi’nde yıkılan, yanan yalıların yerlerine dikilen yeni yapıları da zevksiz bulan Münevver Ayaşlı’ya göre bunlar “gecekondu”dur: “Yanlış anlaşılmasın “gece- kondu”dan maksadım, fukara gecekonduları değil, bunlara güzel olmayışlarından gecekondu diyorum.” (s. 188) diyen Ayaşlı, verdiği örneklerle Boğaziçi’ndeki kim- liksizleşmeye dikkat çeker ve yetkililerin ilgisizliğine sitem eder:

“Daha Dolmabahçe’ye varmadan Kabataş’ta küçük fakat çok zarif bir mendirek, yani küçük bir limancık vardı ve zannedersem Sultan Abdülmecid Han’ın tuğrasını taşıyan bir kitâbesi vardı; kitâbe uzun za- man kırık kaldı ve sonradan bütün bütün yok oldu ve küçük liman doldu- ruldu… Neden, niçin, birçok İslam Türk köşesi yok oldu? Mes’ulü yok- tur, yok olur, olur. Karşı tarafında da çok güzel bir sebil vardı, şimdi se- vimsiz bir kahvehane olmuş! Bir az ilerisinde hârikulâde bir Türk evi, fa- kat 19’cu asır değil 18’ci asırdan kalma bir Türk evi, mor salkımlar, ba- harda damına kadar yükselir ve emsâlsiz bir manzara arz ederdi, yok ol- du… Eski Eserleri Koruma Derneği acep kandedir?!” (s. 166)

Yazar, yabancıların da İstanbul’daki yapılaşma hakkındaki fikirlerine eserinde yer verir. Anlattığı anekdotlardan birisi Fransız yazar Claude Farrere’e aittir: “Meş- hur Türk dostu Claude Farrere’e, en son İstanbul ziyaretinden sonra, sormuşlar, “İs- tanbul’u nasıl buldunuz?” Claude Farrere’in cevabı: “Çok güçlükle…” demiştir.” (s. 77)

Yazarın bir Fransız dostu ise şunları söylemiştir:

“Her İstanbul’a gelişimde şehri daha çirkin görüyorum, bir defa- sında burnu kırılmış, bir defasında kanbur olmuş, bir defasında bacağı kesilmiş, bu İstanbul’u sevenler için hakikî bir işkence, keşke bir hava hücumunda bombalanmış ve yıkılmış olsaydı ve yok olmuş olsa idi bu kadar acı duymayacaktım.” (s. 222)

İstanbul sevgisini her fırsatta dile getiren yazar, gördüğü yıkımlar karşısında: “İşte bütün bu güzellikler yok oldu… Fakat ben artık kararlıyım, hiçbir şeye üzülmü- yorum, acımıyorum, esef etmiyorum…” (s. 94) diyerek aslında içinin ne kadar acıdı- ğını belirtmiştir.

Dersaâdet’te İstanbul’la beraber, İstanbullulardan da bahseden Ayaşlı’nın özel-

likle üzerinde durduğu isimler Sadrazam Edhem Paşa ailesi, Reşid Ben Ayyad ve Osmanlı hanedanı üyeleridir. Edhem Paşa ve oğulları Osman Hamdi ve Halil Edhem Beyler, Tanzimat sonrası Türk ailelerinde başlayan alafranga hayatın temsilcilerin- den oldukları için yazarın gündeminde yer alırlar. Kitabın başlarında bu aileden bah- seden yazar, daha sonra “Edhem Paşa” başlığı (s. 143) altında tanıdığı aile üyeleri hakkındaki hatıraları nakleder.

Beykoz korusu yöneticiliği yapmış Reşid Bin Ayyad Bey ise, Nusret Ayaş- lı’nın en yakın arkadaşıdır. Münevver Ayaşlı kitabında sık görüştüğü bu dost isimden de geniş bir şekilde bahseder.

Ayaşlı, hanedan mensuplarının mütareke döneminde ve sürgünde yaşadıkları dramatik sahnelere de kitabında yer vermiştir. İstanbul’un hayatı biraz da hanedanın tarihi ile iç içe geçmiştir. Boğaziçi, sahilsarayları ile hanedanı da ağırlamıştır. Yazar, onlar ülkeyi terk etmek zorunda kaldıklarında dağılan saraylardan çıkan eşyaların, yok pahasına dünyanın dört bir tarafına dağılışına şahit olduğunu anlatır.

Dersaâdet, İstanbul’a dair bir kitap olmakla birlikte Ayaşlı, bir dönem yaşadığı

Ankara ve Paris şehirlerinden de bu eserde bahsetmektedir. Ankara, yazarın gençlik yıllarında yaşadığı bir şehirdir. Yazar, hem kendisi hem de eşi Nusret Ayaşlı’nın hatıralarından yola çıkarak İstanbul ve Ankara şehirleri arasında dolaylı da olsa bir kıyasa gider. Ankara’da hâkim zihniyeti eleştirdiği satırların ardından “Ankara’dan uzaklaşalım artık… Çok sıkıldık…” (s. 52) diyerek İstanbul bahsine kaldığı yerden devam eder.

Ayaşlı’nın hatıralarının peşinden sürüklendiği bir diğer şehir ise Paris’tir. Eği- tim için gittiği bu şehirde, edindiği dostlar vasıtasıyla “Müze Guimée”de (s. 139) Mevlana Celaleddin Rumi için yapılan bir anma törenini anlatan yazar, törenin ül- kemizdeki yankılarına da değinir.

Münevver Ayaşlı, İstanbul’u tarihi ve kültürüyle tanıttığı kitabını şu sözlerle sonlandırır:

“İstanbul, musikîsiyle, edebiyatiyle, güzel san’atlarıyla, tasavvufu ve güzel hayatı ve leziz yemekleri ile bitip tükenmez, fakat biz tükendik, üzüntüden, yeisden, ümitsizlikten biz tükendik…

Zira yakıldı, yandı, ağaçlar kesildi, balık tükendi, çayırlar kurudu demekten yorulduk ve yazımızı burada kesiyoruz.” (s. 256)

Ayaşlı, ayrıca kitabına bir ilave yapar ve eseri yazarken İstanbul’da ve Türki- ye’de meydana gelen önemli olayları da birkaç maddeyle sıralayarak tarihe not dü- şer.

Dersaâdet, bir İstanbul, Boğaziçi güzellemesi olarak okunabileceği gibi, yitiri-

len bir medeniyet için yakılan bir ağıt gibi de okunabilir. Abdullah Uçman’ın yerinde tespitiyle: “Dersaâdet bir bakıma, güzel, mutlu İstanbul şehrinin olduğu kadar hâlâ sürmekte olan bir facianın da hikâyesidir.” (Uçman, 1976: 28)

Benzer Belgeler