• Sonuç bulunamadı

2. İSLAMİYET’İN TOPLUMSAL TEMELLERİ

2.4. İslamiyet’te Şura Yönetimi

Şura, ş-v-r kökünden türemiş birçok anlamı olan bir kelimedir. Müşavere, meşvere, danışıp işaret almak, görüş almak manasındadır. Buradan şu sonuç çıkarılabilir: Şura kelimesi ile kastedilen, demokratik bir yönetim değil, tam tersi, İslam’ın “ulu’l emr” dediği kişinin yani sultanın işlerini yaparken bilen kişilere danışıp görüş alması dolayısıyla hataya düşme ihtimalini azaltmasıdır ki bu da demokrasiyi değil emirliği, sultanlığı çağrıştırmaktadır.112

Kur’an’da sıklıkla tekrarlanan Arapça “sultan” kelimesi, otorite ve yönetim anlamına gelen soyut bir kelimedir ve İslam’ın ilk zamanlarından beri devleti ifade etmek için kullanılmıştır. Benzer şekilde, “hüküm” (yönetme ve yargılamak) terimi ve “hükümdar, hâkim” gibi türevleri, Kur’an’da açıkça iki yüz elliden fazla yerde geçmektedir ve her birinin siyasi çağrışımları vardır. Örneğin, Kur’an (4: 105) Muhammed’e, “Ey Muhammed! Biz sana Kitab’ı (Kur’an’ı) hak olarak indirdik ki insanlar arasında Allah’ın sana öğrettikleri ile hüküm veresin. Sakın hainlerin savunucusu olma.” der. Benzer şekilde, Kur’an şöyle emreder: “Ona dedik ki: Ey Davut! Gerçekten biz seni yeryüzünde halife yaptık. İnsanlar arasında hak ile hüküm ver”. Burada “hüküm kelimesi, lidere adaletle “yargılamayı” ve “yönetmeyi” söyleyen emir biçimindeki bir fiildir.113

112 Abdurrahman Altuntaş, Kur’an’da Temel Siyasi Kavramlar, (Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Temel İslam Bilimleri, Tefsir Anabilim Dalı, Basılmamış Doktora Tezi), Ankara 2009, s. 11- 15.

113 Sayed Khatab-Gary D. Bouma, İslam ve Demokrasi, Çeviren: Salim Korkmaz, Sitare Yayınları,

İslam devletinin Peygamber döneminde hiçbir şekilde İslam devletinin yönetim şekli ile ilgili bir kural oluşturulmamıştır. Bu dönemde yönetim işleri tamamıyla Peygambere bırakılmıştı. Üzerinde karar verilmesi gereken bir sorun Peygamber ve ashabı arasında görüşülür, fakat bütün görüşler açıklandıkları şura ile sınırlı kalır, ondan öte bir anlam ifade etmezdi. Sonuçta Peygamberin benimsediği görüş uygulanırdı. Peygamber kendisinden sonra devlet işlerini kimin yürüteceğini belirlememiş, hatta kendisinden sonraki yöneticinin nasıl belirleneceğini bile belirtmemiştir. Ne Kur’an ne de Sünnet nasları İslam devletinde yönetim biçimiyle ilgili ayrıntıya yer vermiştir. Bu bağlamda sadece genel hükümlerin ortaya konmasıyla yetinilmiştir.

İdeolojik kısıtlamaların getirildiği Şura’ya kimlerin, nasıl ve hangi kurallar dâhilinde katılacağı önceden ve neredeyse mutlaklaştırılmış biçimde belirlenmiştir. Hatta İslami ideoloji Şura Meclisi kararlarının yönünü ve kuvvet derecesini bile belirlemiştir. Çünkü Şura her şeyden önce İslam ve bütün Ortaçağ dinsel düşünce tarzına egemen olan metafizik bir ideolojinin hükümleriyle bağlanmış, sınırlandırılıp kısıtlanmıştır. Bu yüzden de henüz din ile dünya arasında ayrım yapmayı idrak edememiş toplumlarda kök salmıştır. Dolayısıyla Şura, onsuz demokrasinin olmayacağı toplumsal yaratıcılık ilkesi temelinde kurulmamıştır.

Zaten bu nedenledir ki, günümüz İslamcıları, “Allah kavramına ve imana ters düşüyor” diye hem “toplumsal yaratıcılık” düşüncesine karşı çıkıyor hem de bu konuda sadece içtihat ruhunun canlandırılmasına çalışıyorlar.

Bütün olumluluğuna rağmen içtihat fikrinin neden sınırlı ve dolayısıyla toplumsal gelişmeyi ileri götürmekten uzak, dolayısıyla ideolojik olarak neden sığ bir zemine sıkışıp kaldığını göstermeden önce, Şura fikrinin teorik sınırlılığı hakkında İslam’ın ünlü âlimlerinden El Mevdudi’nin görüşlerini sunalım: “Batı demokrasisi her türlü kayıttan azadedir. İslam ise, Allah’ın kanunu ile mukayyet, ya da sınırlıdır. Yasama organı, üyelerinin ittifakı ile bile olsa, Kur’an ve Sünnet’e muhalif hiçbir kanun koyamaz. Tatbik için kurallar ise yorum yoluyla Kur’an ve Sünnet’e uygunluk arz etmelidir. Yargı kuvvetinin çalışma dairesini de bizzat Allah’ın kanuni hâkimiyeti ilkesi belirler.

Mevdudi’nin, hiçbir yoruma yer bırakmayacak ölçüde, gerek şuranın gerekse toplumdaki bir Müslüman’ın yetki ve görevlerinin sınırlarını belirlediğini görebiliriz. Bu teorik sınırlılık İslam Şeriatı’nın üzerinde bağdaş kurduğu zemindir ve ayrıca kurmayı hedeflediği ideal toplum modelidir.114

Kısaca özetlemek gerekirse, Mevdudi’nin yasama ve yargı erklerinin kısıtlamalara tabi olduğunu ve olması gerektiğini açıkladığı fikirlerinden açık bir şekilde İslami bir idarenin demokrasi ile yönetilemeyeceğini anlayabiliriz. Zira demokrasi, halkın temsilcileri aracılığı ile özgür bir şekilde yasa yapabilme ya da yasama erkini, Millet Meclisleri, kullanabilme hürriyetini ifade eder. Bu İslam kuralları ile uyuşmaz. Çünkü İslam’a göre hiçbir biçimde, hiçbir kişi, hiçbir meclis ittifak ile dahi olsa, Allah’ın vahiy ettiği ayetlerindeki kurallarına aykırı bir yasa çıkaramaz. İslam’da anayasa olarak ancak ve yalnız Kur’an kabul edilir. Demokrasinin temel prensiplerinden biri olarak, bir halkın veya temsilcilerinden oluşan bir meclisin anayasa yapması

114 Faik Bulut, Allah Devletinde Demokrasi, Şeriat Düzeninin Eleştirisi, 6. Baskı, Berfin Yayınları,

mümkün değildir. Günümüzde, İslam’ın katı bir ekolü olan Vahhabiliğin benimsendiği Suudi Arabistan’da anayasanın Kur’an olduğu kabul edilmiştir.

Demokrasilerin olmazsa olmaz (sina qua-non) kurumlarından biri olan bağımsız yargı erki ise, yasaları uygulama ve denetleme yetkisini yerine getirirken, ancak ve ancak Allah’ın bildirmiş olduğu kanunlar dairesinde, diğer bir deyişle belirli sınırlamalar içinde hüküm verebilir.

Yine anayasal demokrasilerdeki diğer bir erk olan, yürütme erkinden söz edersek, bu erkin yasalar çerçevesinde bu yetkiyi kullanabileceği açıktır. İslam’da ise yasalar ancak Kur’an ve Sünnette bildirilenler olduğuna göre bu erkin kullanımının da ne derece sınırlandığı, dolayısıyla anayasal demokrasilerle taban tabana zıt bir durumun söz konusu olduğunu açıkça görebiliriz.

Birkaç örnekle konuyu biraz daha açacak olursak, anayasal demokrasiler ile İslami idarenin uyuşmazlığını daha net bir şekilde ifade edebiliriz.

Mısırlı İslamcı yazar Seyyid Kutub ve izinden giden Suriyeli Müslüman Kardeşler Örgütü’nün eski lideri ve teorisyeni, Said Havva, “İslami Şura’nın, Batı demokrasisine benzemediğini” özellikle vurgulayarak İslami düzenin çoğunluğun yönetimi olmadığını ifade etmiştir.

Libyalı köktendincilerin fikir adamı Muhammed Ali Denevi; “İslam devleti halka değil, ilahi kanunlara bağlıdır, zira devletin insani heva, heves, arzu ve kuruntularından kurtarılması esas amaçtır” diyerek İslam

yönetiminin demokratik olamayacağını vurgulamıştır.

Mısır’ın önde gelen meşhur din adamı Mutevelli el Şaaravi, 1982’deki bir söyleşisinde; “demokrasi ile İslam arasında kan uyuşmazlığı olduğunu” savunmuştur.

İslam tarihi profesörü Fethi Osman’ın “İhvan-İslam ve Demokrasi” isimli eserinde açıkladığı görüşlerine göz atacak olursak, şunları söylemektedir:

“İslamcılar, üstün yasama gücünün ve kanun koyucunun Allah’ın kendisi olduğuna inandıklarından “üstün güç halkındır” ilkesini kabul etmekte zorlanırlar. Maamafih demokrasinin makul taraftarları yasama veya halkın mümessilleri için sınırlı bir iktidar öngörmezler. Parlamenter bir diktatörlüğe veya çoğunluğun diktatörlüğüne karşı çıkılmış ve bunlar engellenmeye çalışılmıştır. Geçmişte ve günümüzde bazı diğer otorite unsurları (mesela tabii hukuk, toplumsal sözleşme, eşitlik ilkeleri, sosyal dayanışma, evrensel insan hakları vs.) hukuki ilkeler olarak sokulup kabul edildi ve bütün yasamanın üstünde kalıcı anayasal hakların veya evrensel insan haklarının temeli olarak addolundu, fakat İslamcılar Şeriatı bu sınırlamalarla bir tutamazlar.”115

115 Fethi Osman, İhvan-İslam ve Demokrasi, Endülüs Yayınları, İstanbul 1991, s. 10.

*Bir kimsenin irade beyanını diğer bir kimseye tebliğ etme anlamında fıkıh terimi.

(Nasi Aslan, TDV İslam Ansiklopedisi Risalet Maddesi, Cilt: 35, Yıl: 2008, s. 125.),

Benzer Belgeler