• Sonuç bulunamadı

İnsansız Konağın İkonu

İnsansız Konağın İkonu; sırasıyla “Büyükhanım’ın Kedileri”, “İlk Günah”,

“Kansız Bir Ölüm”, “Gezinti”, “Bir Kış Masalı”, “Fesleğenler”, “Soluk Portre”, “Sevginin Sıcak Ülkesi”, “Bir Köprüaltı Öyküsü”, “Yalıda Sabah”, “Hayatın Sonbaharı” ve “İnsansız Konağın İkonu” olmak üzere toplamda on iki öyküden ibarettir.

2.2.1. Olay Örgüsü

“Büyük Hanım’ın Kedileri”: Büyük Hanım’ın konağında büyüyen bahçıvanın oğlu Zeynel, herkes ölünce yüzlerce kedi ile baş başa kalmıştır. Zeynel Efendi, Büyük Hanım’ın kedilere olan sevgisini, çocukluğunda kendisini ateşli hastalıktan kurtarmasını, dua etme yahut banyo bahanesiyle taciz etmesini anlatarak geçmişi anar. Aç kalan kediler, konağı talan edip, üçüncü katında felçli bir şekilde yatan yaşlı Zeynel Efendi‘yi yiyeceklerdir.

“İlk Günah”: Annesi ile babası ayrı yaşayan çocuk hafta sonu olduğundan babasıyla birlikte vapura binerek Kalamış’taki evine gitmektedir. Vapurdan indiklerinde babası yoldaki balıkçıdan birer balık ekmek alır. Balık ekmeği severek yiyen çocuk, annesi sokak satıcılarından bir şey alıp yemeği yasakladığı için korkmuştur. Babası yaptığını annesine söylememeyi teklif eder. Çocuk babasının yalan söyleme izni vermesine ve suç ortağı olmasına şaşırarak sevinir.

“Kansız Bir Ölüm”: Mahalleye iki sene önce taşınan aile, komşularla ilişki kurmadığı gibi çocukları da her daim yanından ayırmadığı tahta kılıcı ve sapanıyla diğer çocuklardan ayrı oynar. Bir gün mahallenin çocukları yeni gelen çocuğun cesedini alçak bir tepede yüzükoyun yatar vaziyette bulurlar. Çocuğun nasıl ölmüş olabileceğini aralarında uzun uzun tartıştıktan sonra cesedi çevirdiklerinde hiç bir iz olmadığını fark ederler. Cesedi beton hendeğe taşıyıp üzerini çevrede buldukları çalı çırpı ile kapatarak defnederler. Çocuklardan en büyük olanı, rahmetlinin tahta kılıcını mezarın önüne diker, ucuna sapanını asar. Hep beraber dua ettikten sonra evlerine dönen çocuklar kimseye bir şey anlatmadan erkenden yatarlar.

“Gezinti”: İki sevgili mezarlıkta gezintiye çıkar. Yanlarına bir çocuk gelip çiçek satmaya çalışır. Sevgililer çocuktan yola çıkarak yazgı üzerine konuşurlar. Eski yazı kitabeli mezar taşlarına bakıp sanki akrabalarıymış gibi hayat hikâyeleri uydurma oyunu oynarlar. Mezar ziyaretine gelen başka bir kadını ilgiyle izlerler. Mezarlıktan çıkarken kız, ailesinin akşam eve gelmeyeceğini söyleyerek sevgilisini evine davet eder.

“Bir Kış Masalı”: İki sevgili İstanbul’daki yaşamlarından kaçarak küçük bir yerleşim yerinde eski bir eve yerleşirler. Kar altında geçen soğuk kış boyunca evin içinde buldukları kediyi beslerler. Akşamları şöminenin karşısında sıcak şarap içip, doğal besinlerle beslenirler. Soba ile ısındıkları için zorlu bir yaşam tarzı olsa da burada mutludurlar. Bir akşam kız, sevgilisine her yaşamdan yahut ilişkiden bir roman ya da öykü çıkarılabileceğini söyler. Bir süre sonra İstanbul’a döndüklerinde adam, sevgilisine hak vermiştir. Tıpkı kız arkadaşının dediği gibi kendilerine dair olan bu öyküyü yazdığını söyler. Yıllar sonra bir gün eski evlerini ziyarete gittiğini anlatır.

“Fesleğenler”: Yasemin, annesi öldükten sonra yüklük olarak kullanılan camekânlı balkonu boşaltmış ve burayı küçük bir çiçek bahçesine çevirmiştir. Bir gün öğle uykusundan yağmur sesiyle uyanır. Balkondaki fesleğenlerin üzerini kapatıp kendine bir sütlü kahve yapar. Kahvesini içtikten sonra kapı çalar. Günün birinde çat kapı gelivereceği hiç aklına gelmeyen o adam gelmiştir. Kapının önünde uzun uzun sarıldıktan sonra camekânlı balkonda birlikte olurlar.

“Soluk Portre”: Anlatıcının çok sevdiği kadın on sene önce bir sabah onu terk etmiştir. Bir posta servisi aracılığıyla gittiği yerden ayrıldıktan bir kaç sene sonra isimsiz mektuplar göndermeyi adet edinen kadın, yine bir mektup gönderir. Kısa bir pusula ile birlikte her mektubunda olduğu gibi kendisinin yer almadığı bir fotoğraf, kuru bir çiçek ve yenmiş bir çikolata ambalajı göndermiştir. Kadının mektubunu okuyan anlatıcı, dört beş yaşlarında birer çocukken bir örnek beyaz entariyle çekindikleri siyah beyaz fotoğrafı yırtar. Piyanonun başına oturup klavyenin en tiz tuşuna art arda basar.

“Sevginin Sıcak Ülkesi”: Neriman sabah erkenden kalkıp kocası Osman’a kahvaltı hazırlar. Zar zor uyanan Osman, giyinirken pantolonunun kıçını yırtmıştır. O kahvaltısını yaparken karısı söküğünü diker. Kahvaltıya oturan Neriman üç haftadır dingildeyen kahvaltı masasını tamir etmediği için Osman’a söylenir. Osman işe gitmeden masayı tamir etmeye çalışır. Neriman ise yaza doğacak çocukları için örgü şişlerini eline almıştır. Bir çatırtıyla masa kırılır, Osman masayı işten dönünce tamir edeceğin söyler.

“Bir Köprüaltı Öyküsü”: Recep gece vakti bir şişe şarap ve bir somun ekmek alarak köprüaltında uyuyan Kazım’ı uyandırır. Beraber içtikleri sırada iskelenin altından bir tıkırtı duyarlar. Bir sandalın ipini çözüp yanına gittiklerinde şişmiş, çok iri bir kadın cesedi görürler. Kazım çok korkup sandalın bir ucunda büzülmüştür. Recep ise tek başına uğraşarak cesedi sandala alır, üzerine siyah bir naylon örter. Kürekleri olmayan sandal akıntıyla önce Kadıköy iskelesinin açıklarına ardından da Marmara’ya doğru sürüklenip gider. Ertesi sabah Adalar vapuru yolcuları küreksiz sandalın ortasında inip çıkan siyah kümbete bakan hırpani kılıklı bir adam görürler.

“Yalıda Sabah”: İhtiyar adam saati yediye kurmasına rağmen sabah erkenden uyanır. Son zamanlarda uykusuzluk, yorgunluk ve iştahsızlıktan yakınmaktadır. Doktoru uykusuzluğunun ileri yaşından kaynaklandığını söylemiştir. Adam boğazda poyraz rüzgârı esen yağmurlu sabahı izleyerek zorla bir şeyler yiyip tansiyon ilaçlarını alır. Kahvaltısı bitince saat çalar. Saatin kendi kendine susacağını düşünerek kalkıp alarmını kapatmaz.

“Hayatının Sonbaharı”: Hizmetçi kız, ihtiyar kadına bir bardak süt, ekmek ve ilaçlarını getirir. Sağlık sorunları nedeniyle doktorlar tuz ve şeker tüketmesini yasaklamışlardır. İhtiyar kadın tuzu aramasa da çocukken babasının omzunda gittiği kalabalık bir pazarda kırmızı akide şekeri yediği günden beri şekeri çok sever. Hizmetçi kız odadan gidince, kadın koynundan çıkardığı bir kaç kesme şekeri süte atar. Ekmeği süte batırarak afiyetle yedikten sonra önündeki ilaçlardan yalnızca kırmızı olanı ağzına atar. Diğer ilaçlarını koynundan çıkardığı mendile sarıp saklar.

“İnsansız Konağın İkonu”: Kaptan Mürsel ile Makine Mühendisi Kemal Bey çocukluk arkadaşıdırlar. Yıllar sonra Haliç kenarında bir kahvede tekrar bir araya gelip geçmişi anarlar. Henüz delikanlılarken bir gün motorla Haliç’in bittiği yere gitmişlerdir. Burada daha önce bir yangında zarar görmüş üç konak görürler. Konaklardan birinde yalnız başına yaşayan Katya ile tanışırlar. Üç gencin tanışıklığı zamanla arkadaşlığa dönüşür ve ziyaretler sıklaşır. Katya’dan hoşlanan Kemal, ona şiir kitapları götürür. Mürsel ise balık, kömür, çay gibi hediyeler verir. Bir gün yalnız başına Katya’ya sürpriz ziyarette bulunmaya giden Kemal, Mürsel ile Katya’nın eski çamaşırlıkta cinsel ilişkiye girdiklerine şahit olur. Bu olaydan sonra hayata küsen Kemal, Amerika’ya üniversite okumaya gider. Aradan yıllar geçtikten sonra Kemal, yanık konakları ve Katya’nın geçmişini merak eder. Rum kaptan Panayot’tan elli küsür sene evvel terk edilen birinin

cinnet geçirip konakları yaktığını öğrenir. Yıllar sonra tekrar buluştuklarında Mürsel’in dediğine göre Katya, Galata kilisesi papazının kızıdır. Annesi zengin bir Rumla Atina’ya kaçınca babası kendini asmıştır. Mürsel, Katya’nın konakları tamamen yaktığını ve bileklerini keserek intihar ettiğini anlatır. İki eski arkadaş beraber eskiden Katya’nın yaşadığı konağı tekrar ziyarete giderler.

2.2.2. Kurgu

İnsansız Konağın İkonu’nda en sık kullanılan anlatım tekniği diyalogdur. “İlk

Günah”, “Gezinti”, “Bir Kış Masalı”, “Sevginin Sıcak Ülkesi”, “Bir Köprüaltı Öyküsü”, “Hayatın Sonbaharı” ve “İnsansız Konağın İkonu” bu tekniğin kullanıldığı öykülerdir. “Gezinti”de iki sevgili arasında geçen diyaloglardan birinde, içeriğin kullanılan anlatım tekniğiyle uyumsuzluğu göze çarpar. Kendilerine çiçek satmaya çalışan fakir bir çocuktan bahsettikleri aşağıdaki diyalog, sözlü konuşmadan ziyade soru cevap şeklinde ilerleyen yazılı bir tartışma metnini andırmaktadır. Yazar, yazgıya dair yazmak istediklerini, öykü kahramanlarının ağzına yamamış gibidir.

“‘Yani’, diye açıkladı erkek, ‘kişinin yaşamının belli bazı noktalarda çatallandığını, birbirinden bütünüyle farklı yazgılara götüren yollara ayrıldığını söylemek istiyorum. Ve başlangıçtaki bir bağlamsal çerçeveden hareket ederek, söz konusu kritik anlardaki seçimlerimizle, bir anlamda yine kendimiz belirliyoruz kendi yazgılarımızı. Değişmez alınyazısına inanmıyorum ben, kaderci filan hiç değilim.’

‘O halde sen veya ben, o çocuk gibi olabilir miydik, yani?’ ‘Uzak bir olasılık, ama hiç olmayacak iş de değil.’

‘Peki, ya o, senin veya benim gibi olabilir miydi?’

‘Bu, daha uzak bir olasılık. Ama söylemek istediğimin doğru olmadığını göstermez bu. Çıkış noktasındaki bağlamsal çerçeveyi zaten en baştan öngördüğümü unutma. O, ne yazık ki, doğuştan şanssız ve dolayısıyla da ancak ‘kendi sikletinde’ dövüşebiliyor. Ama sonuç olarak yalnızca bir derece farkı var onunla bizim aramızda, yoksa kategorik bir fark değil bu. Aynı kurallar onun için olduğu denli, bizim için de geçerli. Aynı topraklar üzerinde yürüyoruz.’”74

“Soluk Portre”de italik yazı stiliyle ana metinden ayrılmış iç monologlar yer alır. Öyküyü üçüncü tekil kişi anlatıcı tanrısal bakış açısıyla aktarırken, başkahraman uzun iç monologlarla söze karışarak ikincil bir anlatıcı rolü üstlenmiştir. “Soluk Portre” aynı zamanda mektup tekniğinin kullanıldığı tek öyküdür. Öykünün başkahramanını terk eden kadın Avrupa’yı dolaşmakta, gittiği yerlerden ayrıldıktan bir kaç yıl sonra özel bir posta servisini kullanarak mektuplar göndermektedir. Böylelikle başkahraman bir kaç yıllık zaman aşımıyla onu izleyebilir ancak asla yerini saptayamaz. İzini belli etmeden tek yönlü

mektuplaşma mevzusu, Gizli Kalmış Bir İstanbul Masalı’ndaki Elias karakterini hatırlatır. Elias, Paris’teki bir posta kutusundan Arif’in gönderdiği mektupları alırken, bu öyküdeki kayıp kadın tuhaf bir posta servisi üzerinden yalnızca mektup gönderir.

“Soluk Portre” aynı zamanda kitaptaki gizemi çözülmeden biten iki öyküden biridir. Öykünün başkahramanı ile onu terk eden kadın arasındaki ilişki öykü boyunca netleştirilmemiştir. Çocukluk yıllarında da bir arada olan bu iki kişinin eski bir çocukluk fotoğrafında bir örnek entari giymelerinden, ikisinin de muhtemelen kadın olduğu anlaşılır. Başkahramanın ifadelerinden aralarında aşka benzer yoğun bir sevgi bağı olduğu aşikârdır. Bu iki kadının kız kardeşler mi yoksa eşcinsel sevgililer mi olduğu okura sır olarak kalır. “Kansız Bir Ölüm” öyküsü de benzer bir biçimde, mahallenin asosyal çocuğunun neden ve nasıl öldüğü aydınlatılmadan biter.

“Bir Kış Masalı”, kitaptaki postmodern kurgu unsurları içeren tek öykü olması vesilesiyle dikkat çeker. Öykünün büyük bir kısmı üçüncü tekil kişinin ağzından iki sevgilinin eski bir evde geçirdiği kışı anlatır. Bu kısmın sonunda kız, sevgilisine şu gerekçeleri öne sürerek herhangi bir yaşantıdan bir roman yahut öykü çıkarılabileceğini söylemiştir:

“‘Renkli, değişik ve hatta kimi zaman ihmal edilebilecek denli önemsiz, ama yine de beklenmedik ve tabii dolayısıyla da garip ve bir anlamda şık bazı ayrıntılar vurgulanıp, geriye kalanı göz ardı ederek, her deneyimi romantikleştirebilirsin.’ demişti kız bir gece adama ve ateşin tavandaki oyunlarına bakarak devam etmişti: ‘Sahte bir duyarlılık ve kurnaz bir ikiyüzlülükten çekinmemek koşuluyla, her can sıkıcı yaşamdan bir roman, her sıradan, hatta bayağı kadın erkek ilişkisinden bir aşk öyküsü çıkabilir.’”75

Öykünün son iki paragrafında, anlatıcı değişir. Birinci tekil kişinin ağzından sevgilisine hitap eden erkek kahraman, bu öyküyü onun için yazdığını söyler. Anlatıcı, kendi metnine referans vererek, öykünün yazım sürecini içeriğin merkezine taşımıştır. Böylece anlatıya bir üst kurmaca unsuru eklemlenmiş, başından beri okuduğumuz hikâye, adamın sevgilisinin dediği gibi sahte bir duyarlılık, kurnaz bir ikiyüzlülükle; can sıkıcı, sıradan ve bayağı ilişkilerinden ürettiği yapay bir aşk öyküsüne indirgenmiştir.

“İşte, tamı tamına böyle, sahte bir öykü bu, sevgilim. Sana, senin istediğin gibi sahte bir öykü yazdım. Yazıya geçmeyen ve hiçbir zaman da geçmeyecek olan tarihimizi tahrif etmek için. Bak, o küçük, şık ayrıntıların hepsi orada. Kedi, şarap, soğuk, kar, tarçın kokusu, kızarmış ekmek, loş odalar, çiçekli duvar kâğıdı, Wagner, karla kaplı ovadaki tek

bir kan damlasını andıran kırmızı gül, hiç bir zaman gerçekleşmeyecek olan düşler, şöminedeki ateşin yüzlerimizde danseden kızıllığı...”76

Kitaba isimini veren sonuncu öykü “İnsansız Konağın İkonu” uzunluğuyla diğer öykülerden ayrılır. Ancak ne yazık ki bu öykünün kurgusu son derece özensiz ve dağınıktır. Öykünün olay zamanı eski iki arkadaşın bir kahvede oturup konuştukları ve eskiden Katya’nın yaşadığı yanık konağı tekrar ziyaret ettikleri bir günden ibarettir. Anlatıcı Kemal, bu konuşma esnasında zihninde geri dönüşler yaparak ortak geçmişlerini okura aşikâr eder. Bu geri dönüşler ve Mürsel’in anlattıklarıyla tutarsız, karmaşık bir olay örgüsü sunulmuş, kurguda hiç bir anlam ifade etmeyen bağımsız olay parçaları aktarılmıştır. Örneğin Panayot Kaptan, Amerika’da bir sene eğitim gördükten sonra memleketi ziyarete gelen Kemal’e, Mürsel’in lodoslu bir havada sandalla açılıp öldüğünü anlatır. Ancak nasıl oluyorsa bu olaydan yıllar sonra Kemal ile Mürsel kahvede karşılıklı oturup sohbet etmeleri mümkün olmaktadır. Benzer şekilde Kemal gazeteden Fener Rum Patrikhanesi Vakfı’na ait üç eski konağın yandığı ve içinden bir kadın ile bir erkek cesedi çıkarıldığı haberini okur. Haberde geçen konaklardan ikisi terk edilmiş, diğeri ise Katya’nın yaşadığı konaktır. Oysa Mürsel, Katya’nın hem konaklarını yaktığını söyler hem de bileklerini keserek intihar ettiğini anlatır. Ayrıca Kemal’in Atina’daki gazetelere Katya ve annesi için kısa ilanlar vermesi yahut başka bir zaman Maçka’da yüzü Katya’yı andıran orta yaşlı bir kadın görmesi gibi olay öyküsünde bir yere bağlanmayan ve aynı zamanda anlatının arka planında anlam ifade etmeyen olay parçaları kurgunun bütünlüğünü zedeler.

2.2.3. Anlatıcı

İnsansız Konağın İkonu’ndaki öykülerin büyük çoğunluğu üçüncü tekil kişi

anlatıcı tarafından tanrısal bakış açısıyla aktarılmıştır. Zeynel Efendi’nin anlatıcı rolünü üstlendiği “Büyükhanım’ın Kedileri” ile Kemal Bey’in anlatıcı rolünü üstlendiği “İnsansız Konağın İkonu”, gözlemci bakış açısıyla bakan birinci tekil kişi anlatıcıların kullanılması vesilesiyle diğerlerinden ayrılır. Kitapta birden çok anlatıcının kullanıldığı tek öykü ise “Bir Kış Masalı”dır. Daha önce kurgu incelemesinde değindiğimiz üzere, öykünün nispeten uzun olan ilk kısmı, üçüncü tekil kişi anlatıcının tanrısal bakış açısıyla, üstkurmaca unsurunun dâhil edildiği son kısmı ise birinci tekil kişi anlatıcının gözlemci bakış açısıyla okura aktarılmıştır.

2.2.4. Mekân

“Büyükhanım’ın Kedileri”, “İlk Günah”, “Yalıda Sabah” ve “İnsansız Konağın İkonu” öyküleri İstanbul’da geçer. Diğer öykülerin nerede geçtiğine dair bir ipucu verilmemiştir. “İlk Günah” öyküsünde İstanbul’un çeşitli semtlerinin detaylı tasviri bulunur. Çocuğun annesinin evinin olduğu Nişantaşı, karanlık yüzlü apartmanlarla çevrilidir. Burada havasız, güneşsiz ve dar arka sokaklar vardır. Güzel havalarda annesi çocuğu Maçka parkına götürse de çocuğa göre bu, denize gitmekle aynı şey değildir. Çocuk her daim deniz havasını özler. Babasının Kalamış’taki evine giderken vapura binip az da olsa deniz havası almak ona iyi gelir.

Kuralcı ve mükemmeliyetçi annenin evinin karamsar detaylarla tasvir edilen Nişantaşı’nda, daha rahat ve sevecen babanın evinin ise deniz kokan Kalamış’ta olması bir tesadüf değildir. İstanbul’un biri Avrupa yakasında, diğeri Anadolu yakasında olan bu iki semti, öykü kahramanlarının kişilik özelliklerini temsil eden zıt mekânlardır. Bu şekilde ayrı yaşayan anne ve baba arasındaki kopukluk ve uzlaşmazlık vurgulanmıştır. Çocuğun annesinin evinden babasının evine giderken yaptığı vapur yolculuğu büyülü bir atmosferde geçer.

“Karanlık göğün altında iskele binası camdan yapılmış ışıklı bir saray gibi parlıyordu. Daha geride, rıhtım boyuna yanaşmış balıkçı motorlarının fenerleri ve yavaş yavaş durgunlaşmaya başlayan şehrin bir ateşböceği kümesini andıran ışıkları, ıslak geceye muzipçe göz kırpıyordu. İkindi üzeri yağmış olan yağmur, altında ışıltılı su gölcükleri bırakmıştı. Huzursuz deniz, yakamozlarla çalkalanıyordu...

İskeleye geldiklerinde, adam cebinden o sarı vapur jetonlarından çıkarmış ve turnikenin kumbarasına atması için çocuğa vermişti. Diğer madeni paralar hiç benzemeyen, üzeri çapa amblemli bu jetonlar, çocuğun gözlerini kamaştırıyor, onu adeta büyülüyordu.”77

Şehrin karanlık yüzü, “Fesleğenler” öyküsünde de kendini gösterir. Yasemin, annesi ölünce yüklük olarak kullanılan camekânlı balkonu boşaltıp çiçek bahçesi yapmıştır. Beş metrekarelik bu balkonda elli küsür saksıda fesleğenler, ortancalar, hanımelleri, akşam safaları, japon gülleri ve küçük bir manolya ağacı yetiştirir. Burası Yasemin’in şehrin karamsar atmosferinden kaçmak için kurduğu yapay bir mekândır.

“Dört bir tarafı gri yüzlü apartmanlarla çevrili bu dar avluda, eğri büğrü çinko derelerin sarktığı yüksek çatı saçaklarının arasına sanki paçavradan zavallı bir yama gibi yapışmış bir avuç gökyüzü ve karşıdaki dairelerin perdeleri çekili pencerelerinden başka görülecek

hiçbir şey yoktu. Fakat yine de seviyordu, işte. Kendi içine kapalı, küçücük bir dünyaydı bu ve Yasemin’in belki de asıl hoşuna giden, bu tür korunmuşluk duygusuydu.”78

“İlk Günah”ta İstanbul’un iki farklı semtinin işlevsel mekânlar olarak kullanıldığı gibi “Bir Kış Masalı”nda da İstanbul ile yeri belirtilmemiş küçük yerleşim yeri arasında bir zıtlık kurulmuştur. Olay örgüsü bölümünde özetlendiği gibi İstanbul’daki yaşamlarından kaçan iki sevgili bir kasabaya yerleşirler. Küçük yerleşim yerlerinde insan ilişkilerinin daha sıkı, kapalı ve tutucu olduğu gerçeğinin aksine, öyküdeki sevgililer hiç bir suretle mahalle baskısına maruz kalmaz, kasaba sakinleri tarafından hoş karşılanırlar.

“Kasaba sakinleri, en başından beri onları yeni nişanlı bir çift olarak kabul etmişler, onlar da kendilerine atfedilen bu sana karşı çıkmamışlardı. İkisinin de parmaklarında alyans taşımadıkları, ya kimsenin dikkatini çekmemiş, ya da insanlar, ancak toplumsal ilişkilerin henüz kabuklaşmadığı küçük yerleşme yerlerindeki daha az uygar, ama daha doğal ve daha hoşgörülü insanlara özgü bir kalenderlikle, onların bu önemsiz kabahatine gönüllü suç ortaklığı ederek göz yummuşlardı.”79

Kasabada yaşamanın güzel yanı, sabah kahvaltısında seramik sobanın üzerinde demlenen buruk çaydan içmek ve has sızma zeytinyağına batırılmış yine sobanın üzerinde kızaran esmer köy ekmeği yemektir. Sevgililer, İstanbul’dan ziyarete gelen arkadaşları vasıtasıyla oradaki yaşamı takip ederler. İstanbul’un kasabadan farklı; gece hayatı, çeşitli sanatsal etkinlikler ve hareketli iş dünyası şeklinde özetlenebilir.

“Son zamanlarda yeni gece kulüpleri açılmış mıydı acaba? Filancanın sergisi iyi miydi, nasıldı? Oscarlı filmler, artık haftasına geliyordu, demek? Yeni düzenlenen tiyatro festivali gerçekten dendiği kadar başarılı mıydı? Kim, ne dolaplar çevirmişti? Sonra, iş durumları ne merkezdeydi? Genç ve enerjik, yetişmiş eleman açığı var mıydı? Ücretler enflasyona yetişebiliyor muydu? Onların bıraktıkları yerleri dolduran insanlar, şimdi ne kadar maaş alıyorlardı?”80

İnsansız Konağın İkonu‘nda üç öykü, İstanbul’da eski zamanın izlerini taşıyan

konaklar ve yalılarda geçer. “Büyükhanım’ın Kedileri”nde mekân, artık içinde Zeynel Efendi’den başka yaşayanı kalmamış dört katlı eski bir konaktır. Büyükhanım, vakti zamanında bu konakta yedi kızı, kızlarının kocaları, yaşlı teyzeler, halalar, dayılar,

Benzer Belgeler