• Sonuç bulunamadı

Horasan Elyazması

Ali Teoman’ın beşinci öykü kitabı olan Horasan Elyazması, “Prolegomena”, “Mythopoeia” ve “Juvenilia” olmak üzere üç üstbaşlığa ayrılmıştır. Grekçe “ön söz” anlamına gelen “Prolegomena”, kitabın kurmaca formundaki giriş bölümüdür. Bu bölümdeki olay örgüsü, üç kişinin bir gece vakti deniz kenarında közlenmekte olan mangal ateşinin çevresinde oturup birbirlerine öykülerini anlatmalarından ibarettir.

J.R.R. Tolkien’in literatüre kattığı bir sözcük olan ve mitolojinin bilinçli üretimini anlamına gelen “Mythopoeia” kelimesi ise Türkçeye “kurgusal mitoloji” olarak çevrilebilir. Bu bölüm altında “Asmalımescit”, “Savaş Sonu”, “Döngü”, “Bir Varmış, Bir Okmuş – bis”, “Buluşma”, “Yumarak Bak Gözlerini”, “Maskeler”, “Eve Dönüş”, “Son Kılavuz”, “Üç Ayrı Yol”, “İstanubl / Berlin” ve “Horasan Elyazması” olmak üzere on iki öykü yer alır.

Son üstbaşlık olan “Juvenilia”, İngilizce sanatçının gençlik dönemi eserleri anlamına gelir. Bu bölümdeki tek öykü olan “Cehennemde Bir Mevsim Temmuz’89”, Ali Teoman’ın ilk ürünlerinden olan numaralandırılmış altı kısa metinden oluşur. Dolaylı olarak birbirine bağlanan bu metinler, “Mythoopoeia” bölümündeki öykülerden ayrı olarak, bir arada incelenecektir.

2.5.1. Olay Örgüsü

“Asmalımescit”: Anlatıcı, bir Kasım gecesi Asmalımescit’ten Tünel’e doğru yürürken az önce çıktığı meyhanede her zaman karşılaştığı insanları düşünür. Buraya aynı saatlerde aynı kişiler gelip aynı masalara oturduğundan çoğunu tanır. Meyhanenin müdavimlerine paragöz avukat, yeteneksiz ressam, iktidarsız muhasebeci, fırsatçı muhabir, başarısız aktör, yeteneğini satmış reklam filmi yönetmeni, karısı tarafından boynuzlanan alkolik şair gibi farklı kimlikler yakıştırmıştır. Kendisi ise her zaman merdivenaltı loşluğuna oturan, pardesüsünün yakalarını kaldırıp yüzünü gölgeleyen ve yoğun bir sigara dumanı arkasına saklanıp etrafı izleyen bir adamdır. Anlatıcı her ne kadar dikkat çekmeyen biri olsa da, titiz ve araştırıcı bir gözün, kendisine bakıp bir takım düşünceler üretebileceğini düşünür. Tünel’e yürürken bile sırtında meraklı bir bakış hisseder.

“Savaş Sonu”: Savaşın sonuna doğru yaralı bir Centuar çevresini gözetleyerek ormanın içinde kaçmaktadır. Kuru bir dal sol kolundaki kılıç yarasına batınca silkinip geriye doğru kaçar. O anda çalılıkların arasından gelen kızıl tüylü bir ok ağacın gövdesine saplanır. Okun geldiği tarafa döndüğünde çalıların arasında yayına yeni bir ok takmaya çalışan Lapith’i görür. Ona bir şans daha vermemek için şahlanarak ileri doğru atılır.

“Döngü”: Adam banyodan çıktığı sırada kapı çalar. Postacı üzerinde yabancı ülke pulları olan bir zarf getirmiştir. Adam mektubu okur. Günler sonra deniz yoluyla eski kente varır. Limana indiğinde esmer tenli bir çocuk onu adıyla çağırır. Çocuğu takip ederek beyaz evlerin arasından kentin yaslandığı dağın eteklerine doğru tırmanır. Bir süre sonra yönünü iyice kaybetmiştir. Sürekli izlendiği duygusuna kapılmış ve yazacakları kafasında şekillenmeye başlamıştır. Basık tavanlı odada kadın ile karşılaştığında hiç bir şey konuşmazlar. Kadın odanın dip tarafındaki paravanayla örtülmüş bölmeye geçer. Uzun süre yerdeki hasırın üzerinde oturan adam, kadının paravanın ardında alçak bir sesle bir şeyler mırıldandığını duyar.

“Bir Varmış, Bir Okmuş-bis”: Altdorf’ta, Habsburgların simgesi olan şapkayı selamlayan kalabalığın arasında, şapkaya aldırmadan hareket eden bir köylü ile oğlu, Gessler’in adamları tarafından durdurulur. Adamlar omzunda yay olan köylü ve oğlunu sorgularken, çocuktan babasının okçuluk maharetine dair sözler işitince köylüye son bir şans tanırlar. Adam yüz adım mesafeden oğlunun başına konulacak olan elmayı vurabilirse salıverilecektir. Hedefi vurabileceğinden emin olan adam, okunu yayına

yerleştirirken oğluna bakıp vazgeçer. Bunun üzerine derebeyi, adamdan şapkanın önünde diz çöküp yere yüzünü sürmesini ister. O sırada köylünün oğlu kendilerine tanınan son şansı başarabileceğini söyler. Bu sefer elma babanın başının üzerine yerleştirilir. Baba, oğluna okçuluk eğitimini kendisi verdiğinden ona güvenir ancak oğlu ustasından öğrendiği maharetle, kasten babasını alnından vurur. Bu uğursuz öykü ağızdan ağıza dolaşırken baba ile oğul yer değiştirerek bir kahramanlık destanına dönüşmüştür.

“Buluşma”: Adam ile sarışın kız yağmurlu ve fırtınalı bir gece vakti sandalla denize açılırlar. Adam durmadan kürekleri çekerken, sandalın kıç kısmında oturan kız belirsiz bir noktaya bakmaktadır. Kıyıdan iyice uzaklaştıklarında kararlaştırdıkları gibi adam kürekleri denize atar. Bir şilep sis katmanını yararak ileri doğru atıldığında adam son kez sarışın kızın uzak bakışlarını yakalamaya çalışır.

“Yumarak Bak Gözlerini”: Kendi bedeninde hapsolmuş anlatıcı, zihinsel labirentinde dolaşıp durur. Anlatıcının labirentindeki köşebaşları, olmayan kelimelerle betimlenmiştir. Gün ömrünü tüketip gecenin karanlığı ortalığı sarınca, “yaşamdüş” bitmiş demektir; artık anlatıcı gözlerini yumarak bakar. Karanlık labirent onu, “düşölüm”e, “korkudüş”e, “acıdüş”e “düşkaçış”a ve “sondüş”e götürür.

“Maskeler”: Anlatıcı on yıl önce ayrıldığı sevgilisi Stessia’nın hala yaşadığına inanmaktadır. Onunla ilgili anılarını düşünerek sokaklarda dolaşıp onu hatırlatan izler arar. Vakti zamanında Stessia ile anlatıcı bütün gün çatı katındaki evlerinde vakit geçirip gece olunca şehrin caddelerinde dolaşmışlardır. İki sevgilinin kendi aralarında oynadıkları küçük oyunlardan biri evde saatlerce çıplak poz verip karakalem portreler çizmek ve bunların sanatsal değeri hakkında ciddi eleştiriler yapmaktır. Başka bir oyun ise girdikleri ortamlarda birbirlerini uydurma isimlerle yahut birbirlerinin ismiyle çağırıp insanları yanıltmaktır. Bu oyunu o kadar çok oynarlar ki artık kimin kim olduğunu unutur hale gelmişlerdir. Konuşmaları, sözcük seçimleri, vurguları, ses tonları, mimik ve jestleri birbirine benzemeye başlamıştır. Perdeleri çekip kitaplar, müzik, içki, sigara ve her çeşit uyuşturucuyla günlerini geçirirken anlatıcı, zamanla Stessia’nın uyuşturucu bağımlısı olduğunu fark etmiştir. Bu bağımlılık zamanla ilişkilerinin tinsel bir çöküntüye uğramasına sebep olmuştur.

“Eve Dönüş”: Anlatıcı, babasının sağ kolu olan Niyazi Bey’in çocukları Oya ve Levent ile çocukluk arkadaşıdır. Gençliklerinde gizlice birlikte olan anlatıcı ile Oya’nın ilişkisini aileleri fark etmiş, anlatıcıyı felsefe okumak için Oxford’a göndererek ayırmaya

çalışmışlardır. Bir süre sonra anlatıcının çok sevdiği babası ölmüş, aile doktorunun da yardımıyla anlatıcı ruhsal rahatsızlığı gerekçesiyle Londra’da özel bir kliniğe bırakılmıştır. Anlatıcı babasının öldürüldüğünü, düşmanlarının babasının mirasına konmak için kendisini uzaklaştırdıklarını düşünür. Birkaç yıl sonra Levent, Ayyıldız ve Gülçelenk ile birlikte onu hafta sonunu dışarıda geçirmesi için Londra’daki özel klinikten çıkarırlar. Anlatıcı sahte bir pasaportla İngiliz bir işadamı kılığında Londra’dan düşmanlarıyla yüzleşmek ve Oya’yı görmek umuduyla İstanbul’a gelmektedir.

“Son Kılavuz”: Anlatıcının kervanı Hazar’a varmış, izbe bir handa konaklamaktadır. Anlatıcı, yolcuların sohbet edip içki içtikleri tıkabasa dolu han meyhanesine gider. Bir köşede içkisini içerken yaşlı bir adamla tanışır. Ona da bir içki ısmarlayıp anlattığı öyküyü dinler. Yaşlı adam, bu öyküyü yıllar önce Keşmir’de gezgin bir budist rahipten işittiğini söyler.

Bir kervan kılavuzunun her zaman yanında gezdirdiği on iki on üç yaşlarındaki oğlu, çöldeki bir kum fırtınasında yolunu kaybedip kervandan ayrı düşmüştür. Fırtına dinince çocuk yoldaki izlerin kaybolduğunu ve havanın kararmakta olduğunu görünce geceyi geçirmek için bir mağaraya girip tedirgin bir uykuya dalar. Vakit gece yarısını hayli geçince at ve insan sesleriyle uyanır. Mağaranın önünden geçmekte olan haydut sürüsünün arasında iki atın çektiği süslü bir araba görür. Arabayı örten tüllerden biri aralanır ve çocuk, elinde gümüş çerçeveli bir ayna tutan küçük bir kız ile göz göze gelir. Haydut sürüsü gidince tekrar uykuya dalan çocuk sabah uyanır. Babasının onu aramak üzere gönderdiği adamlar çocuğu bulurlar. Çocuk adamlardan izin alarak gece gördüğü kızın izini sürmek istese de çöldeki ayak izleri rüzgârdan kaybolmuştur. Babasının kervanına dönecekleri sırada kumların arasında kızın elindeki gümüş çerçeveli aynayı bulur. Çocuk büyüdüğünde saygıyla anılan bir kılavuz olup gittiği her yerde sevdiği kızın izini arar.

Anlatıcı sonra ne olduğunu sorsa da yaşlı adam karşılık vermeden meyhaneden çıkar. Anlatıcı, yaşlı adamın öyküdeki çocuk olduğunu ve esasında kendi yaşam öyküsünü anlattığını anlar. Meyhaneden avluya çıkıp koynundan çıkardığı gümüş çerçeveli aynaya bakar.

“Üç Ayrı Yol”: Bağdat’ta zengin bir baharat tüccarının çok sevdiği bir oğlu vardır. Oğlu evlendiğinde de yanında olsun diye avlusunda hurma ağacı olan büyük bir ev yaptırıp beraber oturmaya başlarlar. Oğul bir gün bir düş görür. Rüyasında aksakallı bir

adam, bir ağacın altındaki toprağı işaret ederek dünyanın en büyük hazinesinin orada gizli olduğunu söyler. Bu rüyayı gören oğlan bir gün evden kaçıp kendini yollara vurur.

Masal burada üç yola ayrılır. İlk yolda; oğlan Mısır’da haydutların eline düşer. Haydutlar Kahire’deki köle pazarında oğlanı açık artırmaya çıkarır. Artırma bir Acem seyyahta kalmak üzereyken koşarak gelen zenci bir haremağası oğlanı iki kat fiyatına alır. Haremağası oğlanı arka sokakta bir kupa arabasına götürür. Arabada çok güzel bir kadın vardır. Kadın, oğlanın açık arttırmada satıldığını görmüş, çok beğendiği için haremağasına aldırmıştır. Kadın ile oğlan arabada halvet olurken avlusunda hurma ağacı olan büyük bir konağa varırlar. Kadın çok zengin ve kötü bir adamla evlidir. Kadın ile oğlan aralarında anlaşırlar. Oğlan yabancı bir misafir gibi ev sahibi adamın sofrasına oturur. Ev sahibi seneler evvel rüyasında aksakallı bir adamın avludaki bir ağacın dibini gösterip dünyanın en büyük hazinesinin orada olduğunu söylediğini anlatır. Ev sahibi, avlusundaki ağacın dibini kazdırdıysa da bir şey bulamamıştır. Oğlan rüya tabirinden anlamadığını söyleyip ev sahibini savuşturur. Sevgilisiyle anlaşan kadın, kocasının yemeğine afyon katmıştır. Gece herkes uyurken, oğlan ev sahibini boğar. Ertesi gün kadınla vedalaşıp Bağdat’taki babasının evine döner. Döndüğünde babası ölmüş, malları oğlana kalmıştır. Giderken kundakta bıraktığı kendi oğlu ise üç yaşına gelmiştir. Adamlarına avludaki ağacın dibini kazdırır ve büyük bir hazine bulur. Yıllardır aradığı hazine burnunun dibinde çıkar. Karısı ve oğluyla mesut bir hayat sürer.

İkinci yolda; oğlan babasının evinden ayrıldıktan sonra, yaşlanıp aksakallı bir dede olana kadar hazineyi arar. Bir gün çölün ortasındaki bir vahada, bir hurma ağacının dibinde bir kuyuya rast gelir. Kuyuda kendi yansımasını görüp onunla konuşur. Yansıyan aksakallı dede, oğlana aradığı hazineyi çoktan bulduğunu söyler. Oğlan hazinenin onu arayışı olduğunu anlayıp mutlu bir şekilde oracıkta can verir.

Üçüncü yolda; birinci ve ikinci yolda neler olduğunu bilen oğlan, söz konuşu düşü gördükten sonra hiç yollara düşmez. Annesi, babası, karısı ve yeni doğan oğluyla sakin bir hayat yaşar. Babası ölünce mallar oğlana kalır. Adamlarına avludaki ağacın altını kazdırsa da yalnız kaya parçası bulur. Kundaktaki oğlu büyüyüp delikanlı olur ve evlenir. Yıllardır babasından söz konusu hikâyeyi dinlediği için bir gün evden kaçıp hazinenin peşine düşer. Evden kaçan oğlunun hazinenin peşinde olduğunu bilen babası, onu bulabilmek umuduyla Bağdat’a gelen yabancıları evinde misafir ederek hazineyle ilgili ağızlarını yoklar. Bir gün Kahire’den gelen genç bir yabancıyı evinde konuk eder. Hazine

ile ilgili bir bilgi alamayınca gece odasına çekilir. Uyurken rüyasında aynı aksakallı adam ona kendisini sakınmasını söyler. Ertesi sabah ev sahibini ölü bulurlar.

“İstanbul/Berlin”: Anlatıcı yüksek lisans yaparken o zamanlar henüz lisede olan kız arkadaşıyla tanışmıştır. Liseyi bitiren kız, Berlin’e üniversite okumaya gitse de yaz tatillerinde İstanbul’a döndüğünde görüşmeye devam ederler. Anlatıcı, cinselliğe adım atmaktan korkan bu ürkek kıza tutkuyla bağlıdır. Bir sene önce Büyükada’da bir evde buluştuklarında kız, başka bir adamla ilişkisi olduğunu anlatmıştır. Sabah uyanan anlatıcı, kızın artık onu aramamasını istediği veda mektubunu bulur. Kızın peşinden önce İstanbul’da sonra Berlin’de olabileceği adreslere gitse de izini bulamaz. Anlatıcı, Berlin’de yaşayan liseden arkadaşı olan bir mimarla görüşür. Mimar, kızı tanıdığını ve kızın kendisi dâhil birkaç başka erkekle ilişkisi olduğunu anlatır. Anlatıcı, sevgilisinin Berlin’de cinsel yaşamını özgürce yaşayıp İstanbul’a geldiğinde masum kız rolü oynadığını anladığında kafasında bu aşkı bitirmiştir. İki hafta önce patronu bir fuar nedeniyle anlatıcıyı Berlin’e göndermiştir. Berlin’de kalabalık bir barda uzaktan eski kız arkadaşını gören anlatıcı, gizlenerek kızın yanındaki genç Almanla flört etmesine izledikten sonra barı terk eder.

“Horasan Elyazması”: Anlatıcı yıllar önce diploma tezi için el yazmalarını tararken konusuyla ilgisiz ama ilginç bir Osmanlı vakayinamesine rastlamıştır. Vakayinameye göre onuncu yüzyılın sonlarına doğru o güne dek çocuğu olmayan Horasan Sultanı’nın biri kız biri erkek olmak üzere ikiz çocukları doğar. Müneccimler kızın on sekiz yaşına basmadan kendi kanından bir erkekten sakat bir çocuk doğuracağını ve bunun hem sultanın ailesinin hem de ülkenin başına felaket açacağını söylerler. Müneccimler kızını öldürmeyi tavsiye etse de kızına kıyamayan Sultan, onu bir kulenin tepesindeki odaya kapatır. Yalnızca saraydan bu iş için görevlendirilen dadılar ve cariyeler, nöbetçilerin beklediği bu kulede kızı büyütürler. Kız on yedi yaşına girdiğinde bir sabah kuledeki odasında tecavüz edildikten sonra kafası kesilerek öldürülmüş bulunur. Kulenin nöbetçileri ve cariyeler sorgulansa da bu cinayet çözülemez. Müneccimler işkenceden geçirilerek öldürülür. Vakayinamenin sonunda kehanetin tahakkuk ettiği yazılıdır.

Anlatıcı bir kaç ay önce sahaflardan satın aldığı bir İngiliz müsteşrikin seyahatnamesini okurken vakayinamedeki olaya dair bir ipucu bulur. Adam, seyahatleri sırasında British Library’ye teslim etmek üzere topladığı elyazmalarının listesini

çıkarmıştır. Listedeki eserlerden Meşhed Subaşısı Uzun Mustafa Çelebi’nin güncesi anlatıcının dikkatini çeker. Londra’da yaşayan bir arkadaşı vasıtasıyla eserin fotokopisini alır.

Anlatıcı bu güncede Uzun Mustafa’nın söz konusu olaya dair bulgularını okur. Buna göre kapıdan giren katil, maktulenin tanıdığı ve odaya girme izni olan biridir. Maktulenin vajinasında sperm kalıntıları vardır ve katil, maktulenin kafasını yanında götürmüştür. Uzun Mustafa olay mahalline gittiğinde maktulenin kedisinin döşemedeki kanları yalamakta olduğunu da not almıştır. Sultan’ın kızına önceki gün yemek getiren cariyelerden Gülperi ve Şehrazat sorgulanmış ancak onu canlı gören son cariye olan Mihrimah’ın kayıplara karıştığı ortaya çıkmıştır. Uzun Mustafa bulguları Sultan’a rapor ettiğinde bir komplo ile karşı karşıya olduğunu anlayan Sultan, bu soruşturmayı Sudanlı saray muhafızları komutanı hadım Debbağ Mustafa Ağa’ya vermiştir. Zalimliği ile bilinen bu adamın sorguladığı herkes suçunu itiraf etmiş ve yüzlerce kişi çeşitli işkencelerle öldürülmüştür. Maktulenin ikiz kardeşi olan şehzade de idam edilenler arasındadır.

Günceyi ve vakayinameyi inceleyen anlatıcı, kendince bu cinayeti yorumlar. Buna göre Şehrazat, bir sepetle sultanın kızına öğle yemeği getirmiştir. Sultanın kızı, cariyeye soyunmasını buyurup onu kerevete bağlamış ve ipek iplikle kafasını kesmiştir. Daha önceden kedisinin spermlerini biriktiren sultanın kızı, cariyeyi tecavüze uğramış gibi göstermiştir. Kız, Şehrazat’ın kafasını yemek sepetine koyup onun elbiselerini giyerek kuleden çıkmış ve akşam yemeğini getirecek olan Mihrimah’ı da öldürerek zaman kazanmıştır. Hareme Şehrazat kılığında giren sultanın kızı, öz babasıyla birlikte olmuş ve sakat bir çocuk doğurmuştur. Böylece kehanet gerçekleşmiş, şehzadenin ölümüyle başlayan felaketler silsilesi ülkenin sonunu getirmiştir.

2.5.2. Kurgu

Horasan Elyazması’nda gerçekçiden düşsele, güncelden tarihsele kadar uzanan

bir yelpazede, modernist ve postmodern unsurlar taşıyan, biçem olarak birbirinden bir hayli farklı öyküler yer alır. “Döngü”, “Buluşma”, “Yumarak Bak Gözlerini”, “Maskeler”, “Eve Dönüş” ve “Cehennemde Bir Mevsim Temmuz ‘89” öykülerinin modernist özellikleri ön plana çıkarken, daha çok post modern unsurlar barındıran öyküler ise “Bir Varmış, Bir Okmuş-bis”, “Son Kılavuz”, “Üç Ayrı Yol” ve “Horasan Elyazması” şeklinde sıralanabilir.

Bilinç akışı tekniğinin metnin tamamına hâkim olduğu iki öyküden biri “Yumarak Bak Gözlerini”dir. Bu öyküdeki bilinç akışına bir mizanpaj düzenlemesi eşlik eder. Büyük ve küçük harf kullanımı, italik ve düz yazı stilleri, taksim işaretiyle ayrılmış kelime dizileri ve metnin sayfaya serbest bir düzende yerleştirilmesi yoluyla görsel bir imaj oluşturulmuştur.

“Dur. Dur. DUR.

Sakın kıpırdama / çevrede ıssız bir karanlık vardı / ve dinle. Suspus.”223

Tamamı bilinç akışı tekniğiyle kurgulanmış diğer bir öykü “Eve Dönüş”tür. Buradaki bilinç akışı, Londra’dan gelen uçağı İstanbul’a inen anlatıcının gümrükten geçip havaalanına geldiği ve oradan bir taksiye bindiği süre zarfından zihninden geçenleri yansıtır. Olaylar, anlatıcı karakterin zihnindeki parçalı haliyle ve hiç bir noktalama işareti kullanılmaksızın aktarılmıştır. Bu sebeple olay örgüsündeki pek çok halka, farklı okumalara açık, belirsiz olay parçacıklarından ibarettir. Üstelik anlatıcı ruh sağlığının bozuk olduğu gerekçesiyle Londra’da özel bir kliniğe yatırılmış bir adam olduğundan, zihninden geçenler okura güven telkin etmez.

“Eve Dönüş” öyküsünde babanın ölümünden kısa bir süre sonra aile, Vaniköy’deki yalıda bir nikâh için bir araya gelmiştir. Bu nikâhın kimler arasında kıyıldığı bilinmemekle birlikte anlatıcının babasının bir cinayete kurban gittiği, kendisinin miras için uzaklaştırılmak istendiği iddiaları ve eskiden çok sevdiği annesinin yaptıklarına inanamadığını söylemesi vesilesiyle, annesinin bir adamla evlendiği düşünülebilir.

Öyküde netleştirilmeyen başka bir konu ise anlatıcının Londra’daki özel kliniğe kapatılmadan önce bir çeşit adli vakaya karışmış olduğuna işaret eden söylemleridir. Anlatıcı birkaç yıldan beri başına gelenleri şöyle özetler:

“kadınlar erkekler hizmetçiler uşaklar polis memurları polis şefleri savcılar yargıçlar avukatlar ve sonra doktorlar hemşireler hastabakıcılar hastaneler hasta odaları hasta yüzleri hasta yaşamları”224

223 Ali Teoman, Horasan Elyazması, İstanbul 2009, s. 31. 224 A. Teoman, H.E., s. 42.

Bu iki olay halkası şöyle bir okumaya da açıktır: Anlatıcı o zamanlar henüz reşit olmayan Oya ile birlikte olduğu için cinsel istismar davası açılmış, babasının ölümünden bir süre sonra Oya ile evlendirilmiş ve daha sonra da ruh sağlığının bozuk olduğu raporlanarak Londra’daki kliniğe kapatılmıştır.

Anlatıcının İstanbul’a döndüğünde yüzleşmek istediği düşmanın kim olduğu, onu Londra’daki klinikten çıkaran Levent, Ayyıldız ve Gülçelenk’e ne olduğu belirsiz kalır. Sonuç olarak olay örgüsünü genel hatlarıyla sezinleyebildiğimiz bu öykü, başı ve sonu okura gösterilmeyen bir parça kurgu özelliğindedir.

“Döngü” öyküsü, karakterlerin tanıtılmadığı, aralarındaki ilişkinin netleştirilmediği, davranışlarını anlamlandıracak gerekçelerin ve arka planın verilmediği bir başka parça kurgu örneğidir.

Yıldız Ecevit, postmodern felsefenin özünde çoğulculuk olduğunu, dolayısıyla postmodern metinlerde çeşitli olasılıklar, disiplinler, ontolojik katmanlar eş zamanlı bir birliktelik içinde olduğunu söyler.225 “Üç Ayrı Yol” öyküsü, farklı olasılıkların aynı anda

kurmacanın gerçekliğinde konumlandığı bir kurguya sahiptir. Bir masal formunda anlatılan bu öykü üç ayrı olasılıkla ilerler.

İlk olasılıkta genç adam rüyasında gördüğü hazineye kavuşurken, ikinci olasılıkta hazineyi bulamadan ölür. Üçüncü olasılıkta ise, ilk iki olasılığı bilen kahramanımız kaderini değiştirmek ister. Rüya gördükten sonra yollara düşmeyen genç adamın kundaktaki oğlu, büyüyüp delikanlı olduğunda, ilk olasılıkta genç adamın yaptığı gibi evden kaçacak ve bir yabancı misafir olarak eve dönüp babasını öldürecektir. Yani üçüncü olasılıktaki genç adamın oğlu, ilk iki olasılıktaki genç adamdır. Kahramanımız öngördüğü kaderinden kaçmaya çalışırken muzaffer evlat yerine, mağlup olan babanın

Benzer Belgeler