• Sonuç bulunamadı

I BÖLÜM: TEK PARTİLİ DÖNEM (1923-1946) I 1-) Atatürk Dönemi (1923-1938)

I. 2-) İnönü Dönemi (1938-1946)

Bu dönemi konu alan romanların üzerinde en çok durdukları mesele, II. Dünya Savaşı’nın ülkemize yansımaları, iktidarı elinde bulunduran CHP ve Millî Şef hükümetlerinin savaş sırasında uyguladığı ekonomi politikalarıdır.

Türkiye II. Dünya Savaşı’na girmemek için başarılı bir denge politikası izlemesine rağmen, zor bir dönemden geçer. Ekonominin darboğaza sürüklendiği II. Dünya Savaşı yıllarında ülkede vurgunculuk ve karaborsacılık rağbet görür, ekmek karneye bağlanır, halk temel ihtiyaç maddelerine kolaylıkla ulaşamaz. Yaşanan ekonomik sıkıntılar nedeniyle halkın CHP iktidarına bakışı, İnönü döneminin olumsuzlukları romanlara yansır.

Bu dönemi değerlendiren yazarlarımız, tek parti yönetimini, yani CHP’yi ekonomi politikaları nedeniyle eleştirirler. Hükümetin savaşa girme ihtimaline karşın buğday gibi ihtiyaç maddelerini depolarda bekletip çürütmesi, Millî Korunma Kanunu, Yol Vergisi ve Varlık Vergisi gibi halkın belini büken uygulamalar üzerinde dururlar. Özellikle 1942-1944 yılları arasında yürürlükte olan Varlık Vergisi ve bu verginin vatandaşlar üzerindeki etkisi, romanlarda geniş biçimde ele alınır. Ekonomiyi azınlıkların egemenliğinden kurtarıp Türklere açmak için getirilen Varlık Vergisi; vergide ölçü olmaması, vergi miktarlarının komisyonların takdirine bırakılması, belirlenen vergiye itiraz hakkının bulunmaması, vergisini ödeyemeyen mükelleflerin Aşkale’ye çalışma kamplarına gönderilişi noktalarında eleştirilir. Yazarlar, bu vergi uygulamasıyla özellikle İstanbul’da pek çok ocağın sönmesi, Anadolu’dan gelen bazı insanların fırsatçılıkla servet sahibi olmaları ve paranın el değiştirmesi konusunu değerlendirirler.

122

Millî Şef hükümetlerinin aydınlara yönelik tavrı, özgür düşünceyi sindirmek adına iktidarın uyguladığı baskı politikaları da bazı romanlarda eleştirilmektedir. Yine bazı romanlarda II. Dünya Savaşı sırasında ülkede yükselen Alman hayranlığı ve ırkçı ideoloji, basının ırkçı propagandaları, hükümetin muhalif basına karşı tavrı ve Tan gazetesi baskını gibi olaylara yer verildiği görülür.

Bazı romanlarda ise İnönü’nün halka uzak oluşu, halkla bütünleşememesi, CHP’nin laiklik konusundaki tutumu, dine bakışı, inkılâp sürecinin tamamlanıp tamamlanmadığı, Atatürk’ün ölümünden sonra Ankara’da değişen dengeler ile CHP çevreleri üzerinde durulur; tek parti iktidarının demokrasi anlayışı ve eşrafın partiyi yönetmesi eleştirilir.

Bu dönemi işleyen romanlarda önemli kültür hamlelerinden biri olan Köy Enstitüleri’nin kurulması ve halka benimsetilmeye çalışılması konusunun da değerlendirildiğini görürüz. Ankara’nın enstitü meselesine iki farklı yaklaşımı söz konusudur. Biri, enstitülerin sol eğilimli gençler yetiştireceği ve bunların partiyi ele geçireceği düşüncesi; diğeri ise enstitülerin Cumhuriyet muhafızları yetiştireceği anlayışıdır. Bu konuyu ele alan yazarlarımızın tezi ise köylünün aydınlanmasının enstitülere değil, ağalık düzeninin kaldırılmasına ve toprak reformunun gerçekleşmesine bağlı olduğudur.

Ayrıca romanlarda CHP politikalarından bunalan halkın arayış içinde olduğu, yeni bir siyasî oluşumu gönülden destekleyeceği de vurgulanmaktadır. II. Dünya Savaşı’nı demokrasilerin kazanması, Rusya tehdidi nedeniyle Türkiye’nin Amerika’yla yakınlaşması, bu yakınlaşmanın etkisiyle çok partili sisteme geçişin zorunluluğu; demokratik yaşama geçileceğini müjdeler niteliktedir. 1945 yılındaki bütçe görüşmeleri sırasında CHP içinde oluşan muhalafet, dört CHP milletvekilinin “Dörtlü Takrir”i Meclis’e sunmaları, CHP’den ayrılan bu dört milletvekilin Ocak 1946’da Demokrat Parti’yi kurmaları; İnönü Dönemi’ni eserlerine konu alan yazarlarımız tarafından değerlendirilmektedir.

Bu tespitlerden sonra romanlara geçebiliriz. İnönü dönemine ilişkin meselelerin romanlardaki yansımaları şöyledir:

123

Orhan Kemal’in Murtaza80 romanında Cumhuriyet’in kuruluş yıllarından 1947’ye kadarki dönem ele alınır. Halkın tek parti iktidarına bakışı, Serbest Fırka denemesi, 1946’da Demokrat Parti’nin kurulması, yeni kurulan partiye yönelik yoğun ilgi, CHP ve DP’nin yarattığı ikilik ile DP’nin vaatleri üzerinde durulur.

Roman81, başkahraman Murtaza’nın çevresinde gelişen olayları konu alır. Eserde Murtaza’nın kişiliğinde “insancıl bağlardan kopmuş, bağnaz ve katı bir

görev anlayışının, kişileri zorbalığa yönelttiği, bir yandan da gülünçleştirdiği

gösterilmektedir.”82 Murtaza, Yunanistan’ın Alasonya kasabasından 1927

mübadelesiyle Türkiye’ye göç eden bir muhacirdir. Dürüst, disiplinli ve vazife aşkıyla dolu olan Murtaza’nın kişiliğinin oluşmasında Balkan Savaşı’nda şehit düşen dayısı Kolağası Hasan Bey’in büyük rolü vardır. Murtaza, yüzünü bile görmediği dayısına lâyık bir yeğen olabilmek için namus, şeref ve disiplin kavramlarına sıkı sıkıya bağlı bir hayat sürmektedir.

Üç bölümden oluşan romanın ilk bölümünde Murtaza’yı Adana’da bir mahalle bekçisi olarak tanırız. “Yukarıda Allah, Ankara’da Devlet, hem de hükümet,

burda da ben!” diyecek kadar vazifesini sahiplenen Murtaza; gözüpekliği, disiplini ve işine olan bağlılığıyla amirlerinin gözüne girer. Onun bekçilik ettiği bölgede hırsızlar, sübyancılar, zamparalar, hatta kediler bile eskisi gibi rahat hareket edememektedir. “Vazifesinin aslanı” Murtaza, kanunsuz ve ahlâk dışı işlere asla göz yummayıp canını dişine takarak asayişi sağlamakta, disiplin anlayışı nedeniyle de mahalledeki pek çok kişinin tepkisini toplamaktadır.

Murtaza, kendisi gibi muhacirleri çan sesinden kurtarıp Ezan-ı Muhammedi’ye kavuşturduğu için İsmet Paşa’ya yürekten bağlıdır. 1930’da Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulunca halk arasındaki ikilik en çok onun canını sıkar. Murtaza için Serbest Fırkalılar düşman demektir. Hele İsmet Paşa’ya dil uzatılmasını hiç hazmedemez, Serbest Fırka mensuplarıyla kavga etmeyi bir çeşit vatan savunması gibi değerlendirir:

“Fırkacılığın iyice kızıştığı günler Murtaza öfkeden deli divane sağa koşuyor, sola koşuyor, şimdi artık iyice palazlanmış Serbest Fırkalı hemşerileriyle yaka paça

80 Everest Yay., İst., 2008, (17. bas.), 356 s. (Alıntılar bu baskıdandır.)

81 İnci ENGİNÜN bu eseri büyük hikâye olarak değerlendirir ve yazarın “şöhrete adım attığı ilk

eseri” olduğunu belirtir. (Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, s. 340)

82 Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman 3 Cumhuriyet Dönemi (1923-1959), İnkılâp Kitabevi, İst., 1999, (3. bas.), s. 294)

124

oluyordu. Bir gün bu yüzden kafasına yediği bir iskemleyle kan içinde yere yuvarlandı. Bayılmıştı. (…) Murtaza kafasına iskemle yemekten memnundu. Dayısı nasıl Balkan Harbi’nde mübarek kanını kutsal vatan topraklarına döktüyse, o da bir çeşit düşman demek olan Serbestçilerin iskemle darbesiyle aynı kutsal topraklara kanını dökmüştü.” (s. 15)

Bekçi Murtaza’nın katı disiplininden rahatsız olan bir grup mahalleli, onu Emniyet Müdürü’ne şikâyet eder. Murtaza’nın görevine çok bağlı olduğunu bilen Emniyet Müdürü bu şikâyetlere kulak asmazsa da olayı duyan bir iplik fabrikasının Fen İşleri Müdürü Kamuran Bey Murtaza’yı fabrikasına kontrolör olarak almak isteyince Murtaza, bekçilikten ayrılır.

Romanın ikinci bölümünde Murtaza, Kamuran Bey’in fabrikasında kontrolör olarak çalışmaktadır. Vazifesinden asla taviz vermeyen Murtaza; kısa sürede iş disiplini nedeniyle başta kendisi gibi kontrolörlük yapan Nuh’la ve işçi, usta, şef herkesle didişmeye başlar. Fen İşleri Müdürü ise Murtaza’nın çalışmasından, aşırı dürüst kişiliğinden ve disiplininden son derece memnundur; Murtaza’nın fabrikadaki uygulamalarına ses çıkarmaz. Murtaza’nın altı çocuğu vardır ve kızlarından ikisi bu fabrikada çalışmaktadır. “Vazife bir sırasında görmez gözüm evladımı, demem

ciğerparem” sözleriyle görevini her şeyden üstün tuttuğunu söyleyen Murtaza, kendi kızlarına bile göz yummaz. Makinelerin başında uyuklayan kızı Firdevs’i tartaklar ve yere çarpar. Kız aldığı darbenin etkisiyle birkaç gün sonra beyin kanamasından ölür. Murtaza, iş disiplini ile Fen Müdürü’nün övgüsü kazanıp çalışkanlığı nedeniyle ikramiye alırken fabrikadakilerin Murtaza’ya olan düşmanlığı da artmaktadır. Hemen herkes onun fabrikadan atılmasını sağlayacak bir açığını aramaktadır.

Yakup Kadri’nin Panorama romanının ikinci cildi, Atatürk’ün ölüm döşeğinde olduğunu, bu durumun da memleketin üstünde büyük bir kasvet havası yarattığını belirterek başlar. Dahiliye Bakanlığı tarafından bütün valilere, kaymakamlara ve parti başkanlarına gönderilen şifreli bir tamimle Atatürk’ün hayatından ümit kesildiği, korkulan felâketin gelip çattığı zaman halkın paniğe düşmemesi için gerekli tedbirlerin alınması zarureti bildirilmektedir. CHP İl Başkanı Tahincizâde Tahir Bey, Atatürk’ün ölümüyle rejimin tehlikeye düşeceğini, meydanın yobazlara kalacağını düşünerek endişelenmektedir. Tahir Bey’in babası Hacı Emin Efendi ise şapka kanunundan sonra on iki yıl boyunca neredeyse evinden hiç

125

çıkmayarak devrimlere olan tepkisini göstermiştir. Tahir Bey ile babası arasındaki karşıtlık, romanda ironik bir durum ortaya çıkarır. Hacı Emin; ülkeyi saran yaslı ortamın ezanın Türkçe okunması, kadınların başıboş dolaşmaları ve “kutsal

Araplar”a karşı çıkışımızdan dolayı bize reva olduğunu düşünecek kadar yobazdır.

Bir namus abidesi gibi görünen ve her şeyi günah sayan bu adam, besleme kızı Fatma ile romanın ilerleyen kısımlarında ilişki kurar ve ondan çocuk sahibi olur.

Atatürk’ün ölümüyle sarsılan ülke, bir yandan da II. Dünya Savaşı’nın eşiğindedir. İsmet Paşa’nın savaş karşısında alacağı tutum merakla beklenmektedir.

Ülkede yaygın bir Alman hayranlığı söz konusudur. Tüccarından aydınına hemen herkeste Enver Paşa’yı aratmayacak bir Alman hayranlığı devam etmektedir. Hitler, adeta gökten inme bir savaş tanrısı, “‘Nazilik’ denilen siyasî mezhep, bu

tanrının getirdiği dindi(r) ve ‘Mein Kampf’ bu dinin kitabı”dır. (s. 395) Cahit Halit gibi yüksek kültürlü kişilerin de bu düşüncede olmaları, “Nasyonal sosyalizmin

ortaya attığı ‘Yeni Nizam’ bir ütopi, bir hayal olmaktan çıkmış; hakikate inkılâp etmek üzeredir.”(s. 396) görüşünün yaygınlık kazanması dikkat çekicidir.

Halil Ramiz ise Almanya ve Hitler karşıtı bir tutum sergiler. Almanlarla imzalanan saldırmazlık anlaşmasının ekonomiyi düzelteceği, maddî refah sağlayacağı fikrinde olanların aksine; “Alman Paktı”nı siyasî bir kapitülasyon olarak değerlendirir. Almanya’nın bu savaşı kazanacağına kesin gözüyle bakan milletvekilleri, Halil Ramiz’in Alman karşıtlığıyla alay ederler. Halil Ramiz ise meclisteki arkadaşlarının Hitler’e yönelik büyük hayranlığı karşısında şaşkındır.

Türkiye, savaşa girmediği halde, ekonomik darboğazdadır. Ekmek, şeker gibi temel gıda maddelerinin fiyatları günden güne artmakta, halk yoksulluk çekmektedir. Karaborsacılık ve vurgunculuk ile zenginleşen kesim de dikkat çekicidir. Yakup Kadri, romandaki aydın tiplerden biri olan An gazetesi yazarı Fuat’ın bakış açısıyla II. Dünya Savaşı eşiğindeki Türkiye’nin sosyoekonomik panoramasını şöyle çizer:

“Kimi savaşa girelim, kimi girmeyelim, diyordu. Sokaktaki adam, pırasanın kilosu 70 kuruşa çıktığı için homurdanıyordu; dükkândaki adam, kesatlıktan acı acı sızlanıyordu. Çiftçi, tütününün, pamuğunun ya da buğdayının elinde kalmasına kızıyordu; tüccar, alıp satacak mal bulamadığına hırslanıyordu. Öbür yandan ise bu kesatlık, yoksulluk ve kıtlık ülkesinde bakımsız toprakları kaplayan yabani otlar gibi boyuna milyonerler türemekteydi. Lâkin, bunlar arasında bir yüzü gülene rast gelinmiyordu. Hepsi bir acayip şaşkınlık, bir gizli endişe, bir korku içinde yaşıyordu

126

ve bu şaşkınlık, bu endişe, bu korku milyonların çoğaldığı oranda artıyor gibiydi. Zira, hiçbiri bu paralarla ne yapacağını, bu paraları nereye koyacağını bilemiyordu. Bankalar emin değildi; çünkü bunlar, hep devlet elindeydi ve banknot desteleri altın sikke kümeleri gibi yere gömülemezdi. Sonra, bakalım bu banknotlar bugünkü kıymetlerini ne zamana kadar muhafaza edebilecekti? Şimdiden, Türk lirasının satın alma kudreti, tepesi aşağı düşmeye başlamıştı. Bunu gören milyonerlerin çoğu paralarını arsaya, emlâke yatırmaktan başka çare bulamıyordu ve yangından mal kaçıran kimselerin telâşıyla eski, yeni, sağlam, çürük, ucuz, pahalı demeyip birbirlerini ite kaka, köşklerin, konakların, yalıların, apartmanların üstüne üşüşüyorlardı.”(s. 450-451)

Gazeteci Fuat ile o sıralarda İstanbul’a gelen ve felsefe doçenti olan Ahmet Nazmi arasında bir yakınlık kurulur. Sık sık bir araya gelerek ülke ve dünya meseleleri üzerine konuşur, savaş haberlerini tartışırlar. Ahmet Nazmi, savaşla ilgili haberlere kayıtsız kalan insanları küçümserken Fuat, halka bilgi vermeyen aydınları suçlar. Yine bir sohbetlerinde İstanbul’un üfürükçülerle, muskacılarla, falcılarla dolduğunu, pek çok kişinin savaş sonrasına dair fal bile baktırdığını konuşurlar. Fuat, falcılara gidenleri, mezarlıklarda gezerek hortlaklarla konuşan Hamlet’e benzetir. Yazar, Fuat aracılığıyla 31 Mart sonrası yeniden hortlayabilecek irtica tehlikesine dikkat çekmektedir.

1945 yılı sonbaharında, savaş Almanya’nın yenilgisiyle sonuçlandığı halde, halk yine huzursuzdur. İnsanların tedirginliğinin ve üzüntüsünün tek sebebi, ekonomik problemlerdir. Tek parti iktidarı, uyguladığı ekonomi politikalarıyla halkın tepkisini toplamaktadır. Halka göre, CHP hükümetinin baskıcı uygulamaları, inkılâp kavramını da zedelemektedir. Fuat’ın ifadesiyle “inkılâp kanunları buz üstüne birer

yazı”dır. Halk, inkılâbın ne zor koşullarda kazanıldığını düşünmeksizin iktidara karşı bilenmektedir. Bu durum, romana şöyle yansır:

“Dilediği gibi kazanamayan tüccar; vergileri ağır bulan gelir sahibi; gittikçe artan kira bedellerinden canı yanan evsiz; açlıktan nefesi kokan küçük hükümet memuru; köylüyü eskisi gibi kasıp kavuramayan kasaba eşrafı ve nice yüzyıllık kâbusundan henüz uyanmaya başlayan köylü, hep bu noktada birleşiyorlardı. Zira, bunun için en korkulu rüya, köy okullarıydı. Beriki için en püsküllü belâ, Toprak Ofisi’ydi. Öteki için en büyük felâket, Buhran Vergisi’ydi. Kiracısıyla ev sahibi içinse -biri hakkını kâfi derecede korumadı, öbürü menfaatini tehdit etti diye- Mesken

127

Kanunu’ndan daha ağır bir adaletsizlik olamazdı. Tüccara gelince, onun biricik düşmanı devletçilik prensibiydi. Nasıl ki, yobazın karanlıkta yumruk salladığı umacının adı da laiklikti.”(s. 508)

Panorama’da CHP’nin daha çok II. Dünya Savaşı sebebiyle uygulanan

politikalardan dolayı tenkit edildiği görülmektedir.

Kemal Tahir’in Bozkırdaki Çekirdek83 romanı, Türk Eğitim Tarihimizde

önemli yeri olan Köy Enstitüleri’ni ve Millî Şef dönemi köy politikalarını eleştirel bir bakış açısıyla ele alması bakımından dikkat çekicidir.

Öğrenimin ilkokuldan sonra beş yıl olarak programlandığı Köy Enstitüleri, dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel ve İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç’un gayretleriyle 1940 yılında faaliyete geçer. Nüfusun büyük çoğunluğunu oluşturan köy halkını eğiterek modernleşme sürecini tabana yaymanın yanı sıra, köylünün ekonomik hayatını geliştirmek için tarım, sanat, teknik gibi alanlarda köylülere örnek olabilecek işler yapmak amacıyla kurulan Köy Enstitüleri; önce 14 yerde kurulur, daha sonra bu sayı 21’e çıkar.

Bozkırdaki Çekirdek84, 1943 yılında Çankırı-Çorum-Kastamonu topraklarının birleştiği yerde, Dumanlı Boğaz’ın Keşiş Düzü mevkiinde bir Köy Enstitüsü açılacağı haberi ile başlamaktadır. Yazar; romanın I. bölümünde hem enstitü fikrinin tartışıldığı Ankara (çatı), hem uygulama merkezi olan Anadolu (taban), hem de II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı dönemde Türk köylüsünün sosyo-ekonomik durumunu (çevre-pazar) gözler önüne serer.

Romanın “Çatı” başlıklı kısmında Ankara’nın Köy Enstitüleri’ne bakışı yansıtılır. Ankara kulislerinde enstitü meselesine ilişkin iki farklı görüş benimsenmektedir. Birincisi, enstitülerin sol eğilimli gençler yetiştireceği ve bunların partiyi ele geçireceği düşüncesi; ikincisi ise enstitülerin Cumhuriyet neferleri yetiştireceği anlayışı. CHP Genel Sekreteri’nin odasında partinin ileri gelenlerinden Karayağız Milletvekili ile Millî Şef’in çok güvendiği Profesör Milletvekili, Genel

83 İthaki Yay., İst., 2005, (3. bas.), 493 s. (Alıntılar bu baskıdandır.)

84 Cevdet Kudret, Kemal Tahir’in romanlarında kendi gözlemlerinden yararlanmamasını eleştirir ve bu romanın temelini bir süre Köy Enstitüsü’nde görev yaptıktan sonra enstitüden uzaklaştırılan incelemeci Tahir Alangu’nun anlattıklarından aldığını belirtir. (Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman 3

128

Sekreterle sohbete başlarlar. Bu sohbette Köy Enstitülerini faaliyete geçiren dönemin Millî Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel hakkındaki dedikoduları da gündeme getirirler:

“-… Bugünün gözde işi: Eğitim! Gözde vezir: Eğitim Bakanı… ‘Adamlarını yerleştirdi kilit noktalarına… Bakanlığı gerektiği zaman kendi yararına kullanmak niyetinde!’ diyorlar, ‘Köy Enstitülerinde yetiştirdiği öğretmenlerle, önce halkodalarını, sonra halkevlerini tutacak, aşağıdan yukarı partiyi ele geçirmeye çalışacak’ diyorlar.”

“-… Duyduğum doğruysa ‘Sol’ demeye başlamışlar adamcağıza şimdiden. Yakında ‘komünist’ diyen vicdansızlar çıkarsa hiç şaşmam!

-Çıktı bile çoktan… Sağcı eğitimciler, Bakanlığı ‘solda sıfır’a, enstitüleri onun çömezi kesilen eski arkadaşları İlk Öğretim Genel Müdürü’ne kaptırma aptallığını sindiremediler bir türlü…”(s. 15-16)

Bu sözler, parti içindeki muhalefeti ve köy enstitülerine olumsuz bakış açısını göstermesi, başarılı bir eğitim hamlesinin gelecekte ne tür eleştirilerle sona ereceğini hissettirmesi açısından son derece dikkat çekicidir.

Parti Genel Sekreteri’nin yanına İlköğretim Genel Müdürü gelir. Genel Müdür, kurulacak 14. Köy Enstitüsü’nün yerini belirlediklerini, Dumanlı Boğaz Köy Enstitüsü’nü kuracaklarını bildirir. Ayrıca Genel Müdür, enstitünün başına getirilecek müdürün ve ekibin de kararlaştırıldığını söyler. Parti Genel Sekreteri, enstitünün kurucu ekibine sosyoloji doktorası yapan bir bayanın da katılmasını ister. Kayrağız Milletvekili, İlköğretim Genel Müdürü’ne enstitülerin umulan başarıyı sağlayacağına inanıp inanmadığını sorar. Genel Müdür, enstitülere niçin acilen ihtiyaç olduğunu şu sözlerle dile getirir:

“-… Yirmi milyona yaklaşan nüfusun dörtte üçü köylerde yaşıyor. (…) Otuz bin köy öğretmen bekliyor. Şehir öğretmen okullarından aldığımız öğretmenler

şimdiye kadar yılda altı yüzü geçemedi. Her yıl, türlü türlü nedenlerle üç yüz

öğretmen mesleği bırakıyor. ‘Her köye bir öğretmen’ amacına, bu gidişle yüz milyon Türk lirası harcayarak yüz yılda varabileceğiz. Oysa enstitüler bizi, yirmi yedi milyon lirayla, en geç on yılda ulaştıracaklar bu amaca…”(s. 28)

Karayağız Milletvekili, partideki bazı milletvekillerinin enstitülerde yetiştirilecek köy çocuklarının öğretmenlik becerisi taşımayacaklarını düşündüklerini söyleyince Genel Müdür, Köy Enstitüleri’nde uygulanacak eğitimin niteliği ve enstitülerin amaçlarına ilişkin şu değerlendirmelerde bulunur: “-Enstitülerde

129

yeterince genel bilgi, meslek bilgisi veriyoruz. İstediğimiz, köy yaşayışında öncü, sözü geçer, saygılı, kendine fikir sorulacak, akıl alınacak insanı yetiştirmek… Öncelik tanıyoruz pratik bilgilere… Bunun da belkemiği, çalışmaya gidecekleri yer köy olduğu için: Tarım…”(s. 29)

Genel Müdür; 1912 İlköğretim Kanunu’nda belirtilen amaç doğrultusunda

“pratik okumuş, yerinde kalan köylü millet yetiştirmek” hedefini benimsediklerini söyleyerek köylü çocuklarını köylülüklerini kaybetmeyecek biçimde yetiştirdiklerini, enstitülerdekilerin “çocuk okutmak” ve “gerekirse vatan savunmasına koşmak” ödevlerini temel ilke edindiklerini vurgular. Karayağız Milletvekili ile Genel Müdür’ün konuşmalarını dinleyen CHP Genel Sekreteri’nin köyün ve enstitülerin önemine ilişkin değerlendirmeleri ise şöyledir:

“-Mecliste bazı arkadaşlar enstitülerimize sevinilecek ilgi, yakınlık, hissilik gösteriyorlar. Çünkü daha iyisi olsun istiyorlar. Hiç lekesiz olsun… Milli Eğitim Bakanımıza güveniyorlar, yakın arkadaşlarının gayretlerini değerlendiriyorlar. Çünkü önemini biliyorlar köyün… Türk köyü, yurdumuzun biricik dayanağı, biricik güvenidir. Geleneksel saflığı, ana cevherindeki özellik bozulmamalıdır. Bunu sağlamak için açılmıştır köy enstitülerimiz… Bozulmamış köy çocukları alınacak, töresel köyümüzün yüksek ahlâksal değerleri hırsla savunulacak…”(s. 31)

Genel Sekreter ayrıca, enstitülerin rejim muhafızlığını gerçekleştirecek kurumlar olduğunu da dile getirir: “… Köyde devletimizin, partimizin, hükümetimizin

gören gözü, duyan kulağı, söyleyen dili olmak. (…) Gerekirse rejimin çekilmiş kılıcı

kesilmek… Rejimin düşmanlarını tepelemek…”(s. 32)

İlköğretim Genel Müdürü, Parti Genel Sekreteri’nin sözlerinden son derece memnun olarak binadan ayrıldıktan sonra enstitü meselesine olumsuz bakan Karayağız Milletvekili, Genel Sekreter’e enstitü fikrini desteklediği için sitem eder. Parti Genel Sekreteri ise yakında enstitüleri tümden kapatacaklarını söyleyince Karayağız Milletvekili çok şaşırır. Parti yönetiminin ileri gelenleri enstitüyü kapatmak isteseler de Cumhurbaşkanı İnönü’nün bu işi sonuna kadar desteklediğini, bu nedenle enstitülerin kapanmasının mümkün olamayacağını belirtir:

“-… Çok ileri gitti bu işte bizim Şef! Dönemez artık! Geçende bak bana ne dedi: ‘Nihayet on yıl içinde, ilköğretim meselesinin halledilmiş olacağını açık ve kesin olarak görebiliyoruz’ dedi, ‘Türk milletinin yeni ve yüksek cemiyetini kurmak için beslediğimiz bütün umutlar öğretmenlerimizin değerine, karakterine ve gücüne

130

dayanıyor. Biz öğretmenlerin büyük ülküye ehil yaradılışta olduğuna inanıyoruz’ dedi. Hayır kolay kolay döndürülemez artık bu işten…”(s. 34)

Parti Genel Sekreteri ise ona İnönü’nün Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın kapatılma fikrine de karşı olduğunu, ama parti kapatılınca bu durumu hemen kabullendiğini hatırlatarak Paşa’nın devlet adamlığı kimliği gereğince halkın benimsemediği enstitü meselesinde de fazla direnmeyeceğini ifade eder:

“-… Devlet adamı, toplumun kabul etmediği ya da pek yakında kabul edeceği kesinlikle belirmeyen hiçbir şeyi, sürgit tutmaz. ‘Arada bir, denemeler yapmaz’ demiyorum, ama geleceği zorlamaz uzun boylu… Millî Şef’ten, kimileri ihtilâlci

Benzer Belgeler