• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM: ALMAN MODERN DEVLETİ

2.1. İmparatorluk Rejimi Dönemi (1871-1918)

Alman siyâsî tarihi; her şeyden önce, “siyâsî birlik” adına yapılmış çetin bir mücadelenin tarihidir. Bir başka deyişle; Alman siyâsî tarihinin erekbilimsel [teleolojik] bir okuması yapılacak olsa, böyle bir okumaki ereğin [ telos ], Alman siyâsî birliğinin sağlanması olduğu kolaylıkla ileri sürülebilir. Zirâ bu ve diğer iki alt başlıkta da görüleceği üzere; “ölçülü” bir siyâsî birlik sorunu, Germanik tarihin hemen her döneminde, kimi zaman İmparatorluk Rejimi ve Weimar Cumhuriyeti dönemlerinde olduğu gibi otoritesizlik yüzünden, kimi zaman ise Nazi rejiminde olduğu gibi güçlü, totaliter bir otorite yüzünden, dâimâ var olmuş, ya da bir başka deyişle, her ne kadar farklı görünümlerde de olsa, sürekli yeniden üretilmiş, çetrefil bir sorundur: “Almanya bölünmüş ve askerî bakımdan zayıf iken –tarihin büyük kısmındaki durumu budur– Avrupa’nın savaş alanıydı. Öte yandan, Almanya, birleşmiş ve askerî açıdan muhtemel saldırganları kendisine karşı birleştirmekten caydıracak kadar güçlü olduğunda ise, bütün komşularını her seferinde bozguna uğratacak güçte kudretli olmuştur” (Roskin, 2011: 195).

Neredeyse tüm tarihleri boyunca, Almanlar için, siyâsî sahadaki temel sorunun bu [ siyâsî birlik ] oluşu, Carl Schmitt’in de, devlet felsefesindeki odak noktayı “Alman Birliği” olarak belirleyişindeki birincil unsurdur: Schmitt bu birliğin, halk tarafından seçilen, “karar”lı bir devlet başkanının ya da bir başka deyişle

“Führer”in şahsında, yâni “Führer demokrasisi”nde gerçekleşebileceğini düşünmüştür (Bezci, 2006: 118). Ki, sâdece Schmitt misâli Alman filozofların ya da Alman siyasetçilerin değil, daha pekçok farklı ulustan filozofların ya da siyasetçilerin tercihi, bölük pörçük, devletimsi organizasyonlar değil, “büyük devlet”lerdir: Zirâ

“Büyük bir devletin kurulması,” evvelâ “kıtanın büyük bir kısmında bir düzen ve istikrarın kurulması demektir ve böyle bir atmosfer kültürel gelişmeye imkân verir”

(Belge, 2011: 179).

Almanların en önemli şikâyeti, siyâsî birliğin geç kurulmuş olmasıdır ve Murat Belge’ye göre aslında bu şikâyet, Almanlardaki –artık millî bir karakter hâline gelmiş olan– “talihsizlik” psikolojisinin bir tezâhürüdür: “Bu dünyada bütün halklar, çeşitli nedenlerle, talihin, feleğin, her neyse, kendilerine iyi davranmadığını düşünebilir. Bazı halklar bunu ötekilerden daha fazla yapar. (…) Ama bunun Almanya’da ulusal karakter hâline geldiği ve dolayısıyla Almanya’nın içinde rol aldığı çeşitli gelişmelerde –örneğin, dünya savaşlarında– bunun da önemli bir payı olduğu söylenebilir” (2011: 180). Yine Belge’ye göre; Almanlardaki bu ulusal psikoloji, kendisini yalnızca “siyâsî birliğin geç kurulması” meselesinde değil, örneğin “coğrafî konum” ve “mezhep savaşları” [ 1618-1648 yılları arasında yaşanan

“Otuz Yıl Savaşları” ] konusunda da göstermiştir. Zirâ Almanlar; hem bir “Orta Avrupa” ülkesinde yaşadıklarından ötürü, hem de Avrupa’daki “mezhep savaşları”nın ya da bir başka deyişle “din kavgası”nın, diğer milletlerden ziyâde, en çok kendilerini böldüğünü düşündüklerinden ötürü, tıpkı “siyâsî birliğin geç kurulması” konusunda olduğu gibi, yine bir tür talihsizlik psikolojisine saplanmışlardır (2011: 180-182):

“Bilindiği gibi Almanya büyük ölçüde bir Orta Avrupa ülkesidir:

Kara sınırı çok, denize açılımıysa oldukça kısadır. Doğuda bir Slav bloku tarafından kuşatılmıştır. Batısında ise Fransa, İtalya, yâni Latin dünyası vardı. Bu durum, birçok Alman’a, bir “kuşatılmışlık”

duygusu vermiştir. Bunun abartılmış bir duygu olduğu söylenebilir;

muhtemelen öyledir de. Ama önemli olan, insanların inanıyor olmasıdır. İnandıkları şey nesnel bakımdan yanlış olabilir; ama bu, öznel inancın gücünü veya etkisini ortadan kaldırmaz. (…)

“17. yüzyılın ilk yarısının bir kısmı, 1618-48 arasındaki Otuz Yıl Savaşları’nın gölgesinde yaşandı. Bu, “Biz şanssız bir halkız,”

demekten sanki özel bir zevk alan bir toplum için iyi bir yakınma sermayesiydi çünkü söz konusu savaşların hemen hemen hepsi Alman topraklarında çarpışıldı. (…) Dolayısıyla Almanya bu savaştan gerçekten çok çekti. (…) Savaştan çekmenin yanı sıra, bu din kavgası Almanya’yı çevresindeki herkesten fazla böldü. (…)

Burada da talih ya da tarih asıl büyük kötülüğü Almanlara yapmıştı!”

Almanya’da birincil sorun olarak kabul ve ilân edilen millî birliğin sağlanmasındaki en önemli adımlardan biri, ayrı prensliklerden oluşan ülkede, bu prensliklerin bir araya getirilmesi olmuştur: “Bu adımın atılması bir savaş pahasına olmuş; 1871’de Fransa–Prusya savaşı sonunda yüzyıllardan beri ayrı yaşayan prenslikler birleştirilerek Alman birliği gerçekleştirilmiştir” (Çam, 2000: 277). Tam mânâsıyla ilk olarak 1871 yılı itibâriyle, “Çelik Şansölye” Bismarck önderliğinde gerçekleşen Alman siyâsî birliği, “II. Reich” olarak adlandırılmıştır. I. Reich, “Kutsal Roma İmparatorluğu”dur ve I. Reich’a nazaran II. Reich, evrensel değil ulusal nitelikler taşımıştır (Çam, 2000: 277). Bu dönemde Alman siyâsî birliği eyaletlerden kurulu olmakla birlikte, bâzı eyaletler için yetki üstünlüğü söz konusu olmuştur:

Örneğin; Prusya eyaletinin diğer eyaletlere nazaran üstünlük arz eden niteliği, Prusya Kralı’nın aynı zamanda “Alman İmparatoru”, Prusya Başbakanı’nın ise aynı zamanda “Alman Başbakanı [ şansölyesi ]” kabul edilmesidir (Çam, 2000: 277).

“İmparatorluk Rejimi” olarak adlandırılan bu dönemde; “İmparatorluk” siyâsî bir sorumluluk taşımazken, bu sorumluluğu yüklenen “Şansölye [ Başbakan ]”, imparatora nazaran daha ön planda olmuştur. Öte yandan; rejim, her ne kadar federalizmi bünyesinde barındırsa da, bu federalizm demokratik bir federalizm olamamıştır; zirâ bu dönemde, hem egemenlik halkta değil, üye devletlerin prenslerindedir; hem de demokrasinin mimarı olarak burjuvazi, aristokrasiye nazaran güçsüz bir statüdedir: “Almanya’nın imparatorluk dönemindeki toplumsal yapısı, parlamenter rejimi doğurabileceği düzeyde gelişmiş değildi. Her ne kadar hızlı bir sanayileşme görülmekte idiyse de, burjuvazi henüz siyasal yönden haklarına sahip çıkacak güçte bilinçlenmiş ve gelişmiş değildi. Güç ilişkileri açısından toprak sahiplerinin toplum içinde üstün bir durumda olduğu görülmekteydi” (Çam, 2000:

279).

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, rejimde önemli bir değişiklik olmuş ve savaş sırasında ülkenin yönetimi, Ordu Başkomutanlığı’na geçmiştir. Dahası;

Alman toplumu, savaş sonrasında, yenilgiden askerleri değil siyasetçileri sorumlu tutmuştur. Prof. Dr. Esat Çam; Çağdaş Devlet Sistemleri adlı eserinin Almanya’ya ilişkin bölümünde, siyasetçilere karşı oluşan bu güvensizliğin kökeninde, savaş sırasında kamuoyunun yeterince bilgilendirilmemesinin yattığına özellikle dikkat çekmektedir. Hattâ yine Çam’a göre; Alman toplumunda Birinci Dünya Savaşı’ndan itibâren oluşan bu güvensizlik, Weimar Almanyası’ndaki istikrarsızlığın ve otorite çöküşünün de temelini teşkil etmiştir (Çam, 2000: 279).