• Sonuç bulunamadı

Hobbes ve Locke’un Dönemine Kısa Bir Bakış

Hobbes ve Locke’un yaşadığı evre İngiltere’de bireysel hakların gelişiminde önemli mesafelerin kaydedildiği bir dönemdir. Bu hakların en başında 1628 Haklar Bildirisi (Petition of Rights) gelir. 1628 yılındaki Haklar Bildirisi İngiliz halkının içinde olan her bireye (özgür insanlara)6, devlete karşı belirli korumalar ve hak talepleri sağlayan

bazı yasal hak ve özgürlüklere sahip olduğunu belirten ilk açık ve güçlü ortak hukuk kuralının dile getirilişidir (Wood ve Wood, 2008: 105). Bildiriye göre kral, parlamentonun onayı olmadan; halktan vergi toplayamayacak, sebepsiz yere kimseyi tutuklatamayacak ve kimsenin mülküne zorla el koyamayacaktır.7 1641 yılında ise

parlamento krala karşı yazılmış Büyük Uyarı’yı (Grand Remontrance) halka sunar. Bu belge, kralın keyfi hareketlerini sınırlar, krallığın en önemli görevlerinin parlamentonun uygun göreceği kişilere verilmesini ve en az üç yılda bir toplantıya çağrılmasını ister (Tanilli, 2003: 206).

Bu noktadan sonra İngiltere kralın mutlak iktidarını uygulama çabası karşısında parlamentodan ve halktan gelen hak ve özgürlük talepleri arasında mutlak bir çatışma sürecine ve 1649’da I. Charles’ın (1600-1649) idam edileceği bir iç savaş dönemine girer. Bu noktada Düzleyiciler ve Kazıcılar adlı iki ayrı düşünce hareketine değinmek çalışmanın ikinci argümanı açısından anlamlı olacaktır.

Halktan gelen hak ve özgürlük talepleri krala karşı bir birlik oluşturmuşsa da aslında farklı sınıfların farklı talep ve beklentileri söz konusudur. Kralın mutlak iktidar talebi yeni gelişen burjuva sınıfı için özgür bir ortam oluşturmaz. Daha alt sınıflar ise, mülk sahibi sınıflar karşısında giderek fakirleşir. Çitleme hareketlerinin8 sonucunda

topraksız kalan köylüler palazlanan burjuva sınıfına karşı giderek daha fazla öfke duymaya başlar. Fakat hepsinin ortak noktası krala karşı olmalarıdır. En başta birlikte hareket eden bu gruplar, daha sonra alt sınıfların talepleri karşısında kendi içlerinde de

6 Mülk sahibi erkeklere

7 “Bildirinin yayınlanmasından sonra, demokrasiyi ‘aptalca bir şey’ olarak niteleyen Hobbes,

Thuykdides Tarihi adlı bir çeviri eser yayınlar. Thukydides burada, devleti ve savaşı yönetmekten anlamayan halkın, aristokratların yerini alıp Atina'yı demokrasi ile yönetmeye kalkınca, Atina'yı nasıl batırdıklarını anlatmaktadır” (Çapar ve Yıldırım, 2012)

8İngiltere’de toprakların küçük toprak sahiplerinden büyük toprak sahiplerine geçtiği döneme

bir kavgaya tutuşurlar. Düzleyici ve Kazıcı hareketler bu grupların içerisinden çıkar. Düzleyiciler, “her türlü yönetimin halkın özgür rızasına bağlı olduğu fikrini çok güçlü şekilde savunup buna yaygınlık kazandırmışlardı. Bununla, herkesin oy hakkına sahip olmasını kastediyorlardı” (Hobsbawm, 2008: 123). Bir bakıma hakları ‘düzlemek’ istiyorlardı. Öte yandan kimsenin bireysel inancına müdahale edilmemesini de savunuyorlardı. Düzleyiciler küçük ve orta sınıf tüccarlar ve toprak sahiplerinden oluşuyordu. Çoğu mülk sahibiydi, bu yüzden -Kazıcılar gibi- mülkiyet karşıtı bir tutum içerisinde değillerdi. Fakat sermaye yoğunlaşmasına ve tekellere karşı çıkıyorlardı. Küçük mülkiyetin güven altında bulunmasını ve borçlanma yasasının değiştirilmesini talep ediyorlardı. “Bütün bunları güvence altına almak için cumhuriyeti, parlamentonun haklarının genişletilmesini ve bütün erkeklerin oy verme hakkına sahip olmasını istiyorlardı” (Hill, 2005: 71). En önemli öncüleri, Cromwell (1599-1658) tarafından kurşuna dizilecek olan John Lilburne (1614-1657) ve doğal hak anlayışını savunan Richard Overton’du (1599-1664). Overton Bütün Tiranlara Atılmış Ok adlı eserinde düşüncelerini şöyle ifade eder:

“Doğadaki her bireye, doğa tarafından, hiç kimse tarafından ihlâl ya da gasp edilmemesi gereken, bireysel bir mülkiyet verilir: Her bir kişi kendisi olduğundan, kendisine ilişkin bir mülkiyete sahiptir; aksi takdirde o kişi kendisi olamazdı ve bu nedenle, hiçbir ikinci kişinin herhangi birini, doğanın temel ilkelerine, insanla insan arasında var olan eşitlik ve adalet kurallarına karşı gelmeksizin ve bu ilkeleri ve kuralları açıkça çiğnemeksizin, bu mülkiyetten yoksun bırakma hakkına sahip olduğu kabul edilemez” (akt. Wood ve Wood, 2008: 136).

“Doğa durumundan getirilen, bu yüzden de ‘doğuştan’ ve ‘devredilmez’ olan haklar anlayışı, Düzleyiciler’in sadece eşit oy hakkı için değil, vicdan ve din özgürlüğü ve diğer siyasal hakları temellendirirken de başvurdukları bir düşünce olmuştur” (Ağaoğulları vd, 2015: 477). Fakat buna rağmen Düzleyiciler herkes için oy hakkını savunmamışlardı. Savundukları, mülkiyete göre oy hakkı yerine, mülk sahiplerine eşit oy hakkı idi. Bu da mülk sahibi her insanın oyunun bir oy olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu. Düzleyiciler, özgürlük, rıza gibi kavramları savunurken, kadınları, işçileri ve köleleri bu hakların dışında bırakıyorlardı. Yani kendileri için haklar talep ederlerken, bu hakların daha alt sınıflara yayılması yönünde bir çabaları yoktu. Aslında korkularından biri de, kendileri gibi küçük mülk sahiplerinin giderek fakirleşerek kendi topraklarında işçiye dönüşmesiydi.

30

Daha radikal talepler ise ‘aşırı eşitlikçiler’ olarak da adlandırılan Kazıcılar’dan gelecekti. Düzleyiciler’in lideri Lilburne hapisteyken, bir grup insanın arazileri işgal edip ekim yapmasıyla başlayan kazıcı hareketlerin lideri Gerrad Winstanley’di (1609-1676). Kazıcılar, Düzleyiciler’in aksine mülkiyete tamamen karşıydılar. Kazıcılar, eşitlik olmadan özgürlük olmayacağına inanıyorlar ve özel mülkiyet olduğu sürece birilerinin sürekli sömürüleceğini söylüyorlardı. Winstanley: “herkes özgürlükten söz ediyor fakat özgürlük için çalışan çok az ve özgürlük için çalışanlar özgürlük sözü edenlerce ve sözde özgürlük profesörlerince eziliyor” (Hill, 2005: 75) diyerek dönemin haklar savunuculuğunun nasıl tek taraflı işlediğini gösteriyordu. Winstanley, bireysel mülkiyet yerine kolektivist bir yaşamı savunuyordu. Ona göre “doğal haklar, kabaca birey hakları değildir; ortaklaşa haklardır, sadece bireysel özerklik ve kendine yeterlilikten ibaret olmayıp özellikle varlığını sürdürmeye ilişkin ortaklaşa ve bireyin içinde pay edinme hakkına sahip olduğu haklardır” (Wood ve Wood, 2008: 143). Herkesin özgür ve eşit olduğu Winstanley’in ütopyasında, para ve ticaret, dolayısıyla zengin ve fakir de olmayacaktı. Tüm herkes için bir eşitlik öngören Winstanley’in ütopyasında, ne yazık ki kadınlar yine siyasetin ve haklar kümesinin dışında bırakılmıştı.

İngiltere’nin devrim sürecinde gelişen bu iki hareket de fazla etkili olamamış ve bastırılmıştır. Devrim döneminin son aşamasına doğru ise 1679’da parlamento, kimsenin keyfi olarak tutuklanamayacağını, hapsedilemeyeceğini bildiren Habeas Corpus Act’i yayınlamıştır. Bu belge daha sonra kişi hak ve özgürlüklerinin güvencesi olarak hem Amerikan Anayasası’na hem de Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi’ne girecektir. Parlamento’nun mutlak zaferi ise, İngiliz Devrimi’nin son aşaması olan 1688 Şanlı Devrim ile ilan edilecektir. Diğer yandan Düzleyici ve Kazıcı hareketlerin başarısızlıkla sonuçlanmasıyla demokrasi, sadece mülk sahiplerinin haklara sahip olduğu bir burjuva demokrasisi biçimini almıştır. Birey olmak bir mülk sahibi olmaktan itibaren tanımlandığı için, diğer kesimler haklardan mahrum kalırken, mülk sahiplerinin emrinde emeğini satarak geçinmek zorunda kalan bu insanlar kendilerini bir birey olarak ifade etme olanaklarından da yoksun kalmışlardır. Sonuç olarak, tıpkı Locke’ta olduğu gibi bireysel hakların gelişirken, haklar kümesinin genişlemediği görülür. Buradan sonra da Aydınlanma ve liberalizmin kutsayacağı birey, yeni burjuva sınıfının bireyi olacaktır.