• Sonuç bulunamadı

20. yüzyıla gelindiğinde, bireyin içinde bulunduğu durumu anlayabilmek için Frankfurt Okulu’nun görüşlerine göz atmak elzemdir 29 . Daha önce bahsedilen

29 Frankfurt Okulu düşünürlerinin fikirlerine geçmeden önce birkaç noktayı belirtmek gerekir.

Frankfurt Okulu düşünürlerinin kullandığı, kültür endüstrisi, tüketim toplumu gibi kavramlar, bu çalışmanın eşitlik-özgürlük bağlamında geliştirilen ilk bölümlerinin kapsamını aşmaktadır. Bu yüzden meseleyi çalışmanın sonunda daha geniş bir bağlamda ele almak sağlıklı olacaktır. Diğer yandan, okulun tespitleri 1960’ları da aşarak bugün için de gayet geçerli gözlemlerdir. Yani hem bu bağlamı koparmamak, hem de bir tekrara düşmemek açısından, burada sadece genel düşünceler verilecek, çalışmanın sonunda, post-

80

düşünürlerde, bireyin nasıl ele alındığı, hangi kesimlerin birey olarak değerlendirildiği ya da ne derece birey olabildikleri üzerinde duruldu. Oysa okulun düşünürleri için bunlardan ayrı olarak, tüm toplumsal kesimler için tanık olunan durum, aslında bireyin yok oluşudur.

Frankfurt Okulu temel eleştirisini Aydınlanma’nın getirdiği akıl anlayışının eleştirisi üzerine kurar. Frankfurt Okulu düşünürlerine göre Aydınlanma’nın aklı ‘araçsal akıl’a dönüşmüştür. Bu akıl insanı özgürleştirmek yerine, giderek doğayı ve insanın kendisini tahakküm altına alacak olan bir araçsallığa doğru ilerlemiştir. Martin Jay’e göre bunun iki sebebi vardır: her şeyin evrensel piyasanın hizmetinde oluşu ve her şeyin bir başka şeyin soyut eşdeğerine indirgendiği mübadele ilkesiyle, doğanın tahakküm altına alınma düşüncesidir (Jay, 2001: 40-41). Bu iki süreç de aynı anda ve iç içe gelişmiştir. En baştan, Aydınlanma düşüncesi -Descartes’ten başlayarak- bir ‘bilen özne’ ve ‘bilinen nesne’ ayrımı yapmıştır. Bu yüzden doğa, bilinecek, kontrol edilecek ve hükmedilecek, insan hizmetine koşulacak bir nesne olarak düşünülmüştür. İnsan doğayı her gün daha fazla egemenliği altına almaya çalışırken, aynı zamanda o doğanın içinde yaşadığını düşünmemiştir. Anlamlandıran özne ile anlamsız nesne arasındaki tek boyutlu ilişki, insana bunlar arasındaki çok katmanlılığı unutturmuştur (Adorno ve Horkheimer, 2014: 28). “Toplum insanın teknik açıdan kullanılması olgusunu da kapsayan, giderek teknikleşen bir nesneler ve ilişkiler bütünü içinde kendini yeniden yaratmıştır; başka bir deyimle, var olma savaşı, insanın ve doğanın sömürülmesi giderek” daha fazla bilimselleşmiş ve akılsallaşmıştır (Marcuse, 1975: 176). İnsan doğaya hükmettikçe kendini daha fazla özgürleşmiş zannetmiştir. Oysa insanın bu her şeyi egemenliği altına alma çabası gün gelecek kendine de dönecek, insan kendisini de bu tahakkümün içinde bulacaktır. Akıl artık dünyayı daha güzel bir yer kılmak için başvurulacak bir kaynak değil, daha fazla iktidar için, sömürü için başvurulacak araçsal bir vaziyet almıştır. Bu süreçte insan özgürleşemediği gibi, kendini insan kılan tüm vasıfları da kaybetmiştir. İnsanı aktif, akıl sahibi bir özne olarak tasarlayan Aydınlanma düşüncesi aslında onu edilgenliğe mahkûm etmiştir. Zira her şeyi sınıflandıran tasnif eden, düzene sokan akıl gün gelecek insanı da bir nesne olarak görmeye başlayacaktır. Bacon’un Yeni Atlantis’inde (2008) bilimin rehberliğinde her nesnenin sınıflandırıldığı ütopyası, Aldous

modern dünya olarak nitelenen günümüzde bireyin durumu incelenirken, okulun düşünürlerine sık sık atıflar yapılacaktır.

Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sında (2013) tüm insanların sınıflandırıldığı distopyaya dönüşecektir.

Frankfurt Okulu düşünürlerinin eleştirilerinde bir diğer uğrak noktası ise kapitalizmdir. Horkheimer (1895-1973) ve Adorno’ya (1903-1969) göre “aydınlanma sayesinde ‘özgürleştirilen’ insanlar sonunda, doğadaki her şeyi yinelenebilir kılan soyutlamanın ve bu soyutlamanın hazırladığı endüstrinin düzleştirip eşitleyen egemenliği altında ‘düzenli birlikler’e dönüşmüşlerdir” (Adorno ve Horkheimer, 2014: 31). Frankfurt Okulu kapitalizm ve insanın yabancılaşması konusunda Marx’ın eleştirilerini tekrarlarken onun üstüne birkaç noktayı daha vurgular. Marx’ın ekonomi politiğinin eleştirisini tümden göz ardı etmeden bugünün kapitalizminin çözümlenmesinde sadece ekonomi politiğin yeterli olmadığı düşüncesindedirler (Dellaloğlu, 2014: 45). Bugün artık iletişim araçlarının gelişmesiyle bir kültür endüstrisi oluşmuştur. Kültür endüstrisi insanları tek-tipleştirirken aynı zamanda ideoloji de zerk-eden bir araçtır. Diğer bir ifadeyle, insanın yabancılaşması sadece üretim alanındaki özel mülkiyet, yabancılaşma gibi kavramlarla açıklanamaz. İnsan günümüz koşullarında her alandan kuşatma altındadır. “Eğlence geç kapitalizm koşullarında çalışmanın uzatılmasıdır. Mekanikleştirilmiş emek süreciyle yeniden baş edebilmek için ondan kaçmak isteyenlere (…) boş zamanlarında işlerinin seyrinin kopyasından başka bir şey yaşatmaz” (Adorno ve Horkheimer, 2014: 183). Böylece eğlence, insanı biraz olsun işten uzaklaştırırken, onu tekrar iş hayatına hazırlar.

Frankfurt Okulu’nun Marx’tan ayrıldığı önemli bir konu da, geç kapitalizm döneminde sınıfların artık daha az belirgin hale gelmesidir. Burada kültür endüstrisi ve tüketim toplumunun birleştirici etkisinin rolü büyüktür. Guy Debord’un da dediği gibi kültür endüstrisi ya da onun kullandığı tâbirle ‘gösteri’, “ayrı olanları birleştirir, ama ayrı olarak birleştirir” (Debord, 1996: 22). Kültür endüstrisi insanlara öykünme modelleri yaratırken kendini de, insanlar arasındaki eşitsizliği de meşrulaştırmış olur, herkes bir gün bu öykündüğü karakterlere ulaşabilecek gibidir. Bu da insanın kendi kendini inşa ettiği kapitalizme son derece uygun bir görüştür. Başarılı insan; şan şöhrete, paraya, daha fazla tüketen insana indirgenir. Oysa bu, bireyselliği çoktan yok olmuş Marcuse’nin tek boyutlu insan olarak adlandırdığı, Adorno’nun ise sahte-birey dediği insana dönüşmüştür. Bireye, ancak bireyin genel olanla kayıtsız şartsız özdeşleştiğine ilişkin bir kuşku kalmazsa göz yumulur (Adorno ve Horkheimer, 2014: 205). Bireysellik denilen, her insanın biricikliği

82

olarak değil, tek derdi kendi çıkarını savunmak olan insanların birbirlerinden kalın duvarlarla ayrılmasından ibarettir, tam da bu nedenle “gittikçe daha çok benzeyeceklerdir birbirlerine” (Horkheimer, 1998: 152-153). Hatırlanacağı üzere Sanayi Devrimi döneminde çalışmanın ekseni kaymakta idi, çünkü sadece üretim sürecinde bir meta haline gelen birey, kitlesel üretim süreciyle birlikte artık tüketim sürecinde de meta haline dönüşecekti. Denilebilir ki 20. yy.’a gelindiğinde, Marx’ın zamanında hepsi bir diğerinin yerine geçebilen ‘yedek sanayi ordusu’ Frankfurt Okulu’nda hepsi birbiriyle aynı düşünen, aynı şekilde yaşayan, tüm farklılıkları yok olmuş yedek insan ordusuna dönüşmüştür. “Herkes birey olarak yeri doldurulabilir salt bir hiçliktir artık” (Adorno ve Horkheimer, 2014: 194).