• Sonuç bulunamadı

Ek: 2: HİCAZ’IN HAKLARI VE SURİYE

Şerif Hüseyin’i isyanı sırasında destekleyen “Suriye Merkez Komitesi” Reisi Şükrü Genem’in 12 Ekim 1919 tarihli Le Figaro gazetesinde neşrettiği makalesini ekler kısmında vermemizdeki esas amaç isyan sırasında Şerif Hüseyin’i kışkırtan ve destekleyen “Suriye Merkez Komitesi’”nin iki yüzlülüğünü ortaya koymak içindir.

Görünüşe göre Emir Faysal’ın, Suriye krallığındaki hükümranlık hakların tanınması hususunda henüz “Tereddüt” edilmekte ve buna yanaşılmamaktadır.

Mezkur emirin ifadelerine inanmak icap ederse alakalı tarafların çoğunluğu bu hakları inkar etmemektedir.

Bir tetkik edelim.

Bu haklar, İngilizlerin 1915’teki vaatlerine dayanmaktadırlar. Mekke Şerifi Hüseyin ile Sir Henry Mac Mahon arasındaki muharebeden anlaşıldığı üzere gerçekten İngiltere Hicaz’a, bütün Suriye’yi değilse bile, Şam, Humus, Hama ve Halep gibi en değerli mıntıkalarını vaade etmiştir. İşte krallık makamına geçen Şerifle oğlu Faysal’ın hakları bu esaslara dayanmaktadır. Emir’in dayandığı ve diğer bütün anlaşma ve kararlarda, hatta sulh konferansı da reye iştirak etmek hakkını istihraç ettiği vaadiler (çünkü kimse taahhütlerden bahsetmemektedir!) bunlardır.

Bu mektupların gerçek manası nedir? Vaade mı, taahhüt mü? Sıfatları ne olursa olsun iki hususi ve üstelik yabancı şahsın, koskoca bir millet ve memleket üzerinde tasarruf etmek, yirmi yüzyılda da mümkün olacak mı?

O gizli muhabere ve aynı zamanda yürütülen konuşmalar, herhangi kanuni ve ya nizami haklar meydana getirebilir mi?

Bu miktarda ve cinsten bir senedin, hiçbir şeyden haberleri ve hiçbir borçları olmayan üçüncü şahıslar adına tanzimi, onlardan alacakla olacağımızı ifade eder mi? Şu halde bu hak aynı cinsten başka haklara nazaran, niçin daha kuvvetli oluyor? Müdafaaları ne kadar müşkül olursa olsun, İngiltere, Fransa ve Rusya arasında 1916’da varılan anlaşmalar, hiç olmazsa anlaşmayı yapanların kuvveti bakımından değer taşımakta idi. Bunun dışında, o memleketleri aralarında paylaşan büyük devletler, onlara hürriyet ve refah getirmek hususundaki vaatlerini mazaret olarak ileri sürebilirlerdi.

Buna mukabil zayıf ve kültürsüzlük içinde taş kesilmiş olan Hicaz genç Suriye’ye ne verebilirdi?

Fakat Faysal memleketimizi bu kadar seviyor ve dokunulmazlığının teminat altına alınmasını istiyorsa niçin tahakküme dayanan her türlü anlaşmaları red etmiyor ve rehine olduğu halde istisna teşkil etmiyor? Bilakis, Reuter ajansına şunları söylüyor:

“1916 anlaşmalarını tanımıyoruz” ve ilave ediyor: “Şu veya bu hükümetin bu hususta ne diyecekleri, umurunda bile değil?”

Öyle mi dersiniz? Acaba, mülkiyet hakkını dayandırdığı mektupları kendisine veren hükümetin kanaatlerini de mi umursamayacak? Suriye’nin müttefikler tarafından işgalinden daha kırk gün evvel durumunun zayıflığını görerek Türklerle anlaşmağa çalışan, Türk ekolünden yetişmiş bu ihtiyatlı diplomat, mahdud ilk anlaşmanın (1915) Suriye hakkının arzularına ve gerek arkeolog Lawrence ve Sir Henry Mac Mahon o sıralarda, buna dair ne biliyorlardı ki? Halbuki emirle mutemedleri Suriye’ye geldiklerinden beri, iddialarının tekzip edilmemesini bilmiş olmaları gerekir. Oluk gibi akan altınlar ve vaadiler, muazzam askeri nümayişler, malum olduğu gibi müttefik Fransa’ya karşı da tevcih edilen tahrikler, tehditler, suikastlar, hülasa her şey tecrübe edildi. Misal ve şahitte eksik değil. Abdülkadir’in torununun öldürülmesi, kardeşi Said’in evvela Şam’dan çıkarılması ve sonrada tevkifi, bundan evvel Halep nahiye müdürü Mancıb Bey’in tevkifi!... Halbuki Mancıb Bey’in tek suçu, sekiz yüz bin taraftarı ile Fransa lehine oy vermekten ibaretti. (Daha fazla yazmak imkanı olsa idi, bu hadisenin tafsilatını da vermek isterdim.) Aynı surette rey verdiklerinden Baalbek ileri gelenleri de tevkif ve katlettiler. Mütarekeden beri Hicaz’ın teokratik ve otoriter iktidarına merkez olan Şam’da bile bu sistem bazılarını susturmuş ve başkalarını ise altına boğmuştu. Çünkü Sancağı şerifin hamili ve halkın mürteci ve cahil kısmının gözünde dini bir Rönesanssın en emniyetli alameti olan Şerifzade, müminlere Vaade ettiği iktidar alametlerinin hiçbir yardımcısından feragat edemez. Suriye kendisini hakikaten istiyor idiyse, neden her türlü cebir ve şiddet, taviz rüşvet, terör ve cinayetle çalışmak zorunda kaldı.

Şu halde, babası görünüşe göre hakimiyeti altında bulunduğu Türklere karşı isyan etmesinden dolayı kral unvanı ve maddiyata dayanan devrimiz telakkilerine uygun

dünyevi bir iktidarla bol bol mükafatlandırılan bu Müslüman papazının oğluna iddia ettiği haklarından ne kalıyor ki?

Hakikat, o mahud Emir’in söylemediklerinde ve ancak diplomatik kinayelerle ifade edilebilenlerin içindedir. Halbuki bu kinayelerin ayıbı o kadar büyüktür ki, hakikati burada memleketin hususiyetine uyularak namahreme yüzü açık olarak gösterilmemesi gereken Müslüman kadınlar gibi telakki etmek gerektir. En tabii şeylerde gerçek adları ile bahsedildiği zaman çileden çıkan komşu ve müttefik devletlerin hissiyatı, belki Fransa’da da korunmak istenebilir ve o zaman her şey gül pembe gösterilir, kaçamaklar yapılır ve sükut edilir. Ancak ne yapılırsa yapılsın, mahud emirin dayandığı hakların, kendisini buraya kadar getirenlerin iradesine ve yalnız buna bağlı bulunduğu hakikatinin inkarına imkan yoktur. Her şeyini 1915’ten beri izhar edilen 1916 anlaşmalarına hakim olan, 30 Eylül 1918 tarihli taahhütteki ertesi gün Abdülkadir’in torunu öldürülmüş ve kardeşi sürülmüştü ortaya çıkan şimdi de 19 Eylül tarihli muvakkat anlaşmalarda da rol oynayan o iradeye medyundur. Faysal, kendisini bu günkü hale ve Suriye’ye getirilen politikanın aletinden başka bir şey değildir ve bu politikaya onu, icabında yine kullanmak üzere, burada tutmakta ısrar etmektedir.

Kaldı ki bütün bunlar büyük bir dürüstlükle cereyan etmiştir ve İngiltere’yi yahut ajanlarından birisini en ufak kaypaklıkla itham etmek haksızlık olur. Suriyelilerin Araba tahvil edilerek coğrafya ve tarihin inkar edildikleri bütün teşebbüslerde, muvazeneyi bozacak hiçbir hadise olmamıştır. Vasıtaların nevi ve kullanılışındaki bu kusursuz dürüstlük, mahir bir politikanın hususiyetidir.

Zaten herşeyi üçüncü şahısların sırtına yüklemek de saçma olur. Suriye’de Arapların, Filistin’de Siyonistlerin hakları desteklenmektedir. Türkiye’de hilafetin hakları Hintliler tarafından korunmaya çalışırken, Afrika’da Alman kolonileri dominyonları lehine rey vermektedirler. Bu arada yakın-doğudaki bir müttefik, bir dost, doğrudan doğruya zarara uğratmakta, hatta “resmi “mandası kendisine Filistin ve Musul’un diğer mıntıkalarını da verilirken, Lübnan kıyılarında barınmağa mecbur edilerek kırılmaktadır.

Böylece, iki yüz kişiden ibaret bir müfrezeye kumanda eden Emir Faysal, Suriye’nin kayıtsız şartsız hakimi olarak görünmektedir. Verdiği kurbanların acısı altında hala inleyen Fransa, bunlardan biraz istifade edebilmiş olsa idi, hak etmediğimiz

bu felaketten dolayı şikayete bile kendimizi mazur gösteremeyecektik. Halbuki Fransa, çok mühim maddi menfaatleri bir tarafa, orta-doğudaki ve bütün İslam alemindeki itibarını artırmış olan bir memleketten mahrum kalınca, herhangi bir faydadan bahsedilebilir mi? Halbuki Hicaz’daki blöf muvaffak olur. Çünkü Faysal kukladan başka bir şey değildir. Şerif Suriye’de ve hatta Şam, Humus, Hama, Halep’te kalırken İngiltere Hayfa, Akka, Filistin, Kıbrıs, Mısır, Irak, Arabistan, İran ve İslamın bütün mukaddes şehirlerini hakimiyeti altında bulundurursa, Fransa’nın bu memleketteki menfaatleri, dil ve saire bakımından bütün hedefleri ciddi bir tehlikeye girmez mi? Hele Suriye, kendine göre şekil vermeye başlamış olduğu bu memleket ebediyen şekil değiştirmeye bozulmağa mı mahkum olacak? Medeniyetin vahşet üzerindeki zaferinin meyvalarının bu şekilde olacağını kim ümit edebilirdi ki? İnanılır şey değil! Fakat buna karşı mücadele de edilmeli. Adeta bir hayal, hayal değil kabus bu! Hakikat başkadır, başka türlü olmak zorundadır.

İngiltere, tutumunda dürüst olduğu gibi, düşüncelerinde liberal, kanaatlerinde hakka bağlı bir müttefiktir. Tavsiyelerinde fazıl, politikasında ihtiyatlı, düşüncelerinde insaniyetlidir ve bencil kanaatlerle hareket edemez. Halbuki Suriye, İngiltere yüzünden parçalanır ve Hicaz’a ya da bir Hicazlıya teslim edilecek olursa, bu devlete kusur bulmak icap edecektir. Bu sebeple Suriye’nin tıpkı çerçevelenmiş güzel bir resim gibi, hudutları değişmeden Suriyelilere verilmek gerekir.

Sayın Başbakanın Suriye’deki merkez komitenin yazdığı mektupta da ifade ettikleri gibi, Suriye’nin istikbali ile münhasıran Fransa meşgul olacak ve bu memlekete, yüksek milli gayelerini nazarı itibara alarak, kardeşçe şeklini verecektir.2

BİBLİYOGRAFYA