• Sonuç bulunamadı

Hem Türkiye Türkçesinde hem de Tatarcada olmayan unsurlar

GT’de bazı sözcüklerin ya da yapıların Türkiye Türkçesinde olmadığı gibi Tatarcada da kullanılmadığı anlaşılmaktadır:

(11) Tepeye varmadan Kargun Batır’ın atı az daha yavaşladı ve Kaltugay şaşılı gözlerini Birge’nin yüzüne dikti (GT, s. 15).

Bu örnekteki şaşılı göz ibaresi, Türkiye Türkçesinde olmadığı gibi Tatar Türkçesinde de yoktur. Tatar Türkçesinde şaş- “şaşmak, sersemlemek” (Öner 2015: 429) eylemi olmakla birlikte Türkiye Türkçesindeki şaşı sözcüğünün bu lehçedeki dengi kılıy’dır (Ehmetyanov vd. 2014: 293; Öner 2015: 286). Romanda birkaç kez tekrarlanan şaşılı göz ibaresi, Tatarcadaki kılıy sözcüğünü kullanmayan Dağcı’nın büyük bir ihtimalle Türkiye Türkçesindeki şaşı sözcüğünün göz ismini doğrudan niteleyebildiğini bilememesinden kaynaklanmıştır. Böylece bu sıfatın göz sözcüğünü niteleyebilmesi için, şaşı sözcüğüne ayrıca sıfat yapan +lX ekinin getirilmesi gerektiği düşünülmüş, böylece Türkçede hiç kullanılmayan şaşılı göz gibi bir sıfat öbeği yaratılmıştır.

(12) Şimdi Birge’nin ve Kaltugay’ın gözleri önünde inanılmaz bir görünü yatıyordu (GT, s. 33).

Yukarıdaki cümlede geçen görünü sözcüğü, ne Türkiye Türkçesinde ne de Tatarcada vardır. “manzara”

anlamında kullanılmış olan bu sözcük, büyük bir ihtimalle Dağcı’nın “görüntü” yerine tercih ettiği bir sözcüktür.

4. Diğer Unsurlar

GT’de yukarıdaki özelliklerin dışında, yazarın üslubunu belirleyen bazı ikilikler de söz konusudur.

Mesela, Moğollar onların çadırlarına sırf eğlenti için giderler. Böyle bir eğlencede şamanlar Ak Şabek’in çevresine birikip yırlar söylerler (GT, s. 16-17) örneğinde Türkiye Türkçesindeki eğlence sözcüğü kullanılmışken, hemen devamında çok az kullanılan, hatta kullanımdan düşen eğlenti sözcüğü tercih edilmiştir. Dağcı’nın

“eğlenme işi” için eğlence ile eğlenti arasında kararsız kaldığı söylenebilir.

Keza Türkiye Türkçesindeki bazı sıralı sözcüklerin GT’de düzensiz kullanıldığı dikkati çekmektedir.

Mesela, sezgin atlar sağrılarına inip kalkıp, sola sağa döne döne (s. 33) örneğinde sola sağa şeklinde kullanılan sıralı sözcüklerin, … fakat bayıra varmadan, atlarını sağa sola koşturarak … (s. 33) örneğinde yer değiştirdiği görülmektedir. Türkiye Türkçesinde genellikle sağa sola şeklinde kalıplaşmış olan ifadenin, Dağcı’nın dilinde değişime uğradığı ifade edilebilir. Benzer bir örneğe, fakat gözleri Tukta Beyci’nin bakışlarıyla buluştuğu anda gülümsemesini bıyığı altında gizliyordu (GT, s. 65) örneğinde de rastlanmaktadır. Dağcı, Türkiye Türkçesindeki bıyığı altından gül- deyimini, sözcüklerin sırasını değiştirerek, diğer bir ifadeyle deyimsel ifadeyi bozarak kullanmıştır.

Yine Dağcı’nın GT adlı romanında bazen ne Türkiye Türkçesindeki ne de Tatarcadaki şekli kullandığı;

daha küçük ağızlarda yer alan söyleyişlere yer verdiği örnekler de vardır. Mesela Şaman, ya da Uygur kağıda iki çocuğun resmini çizer, kağıdı götürüp kuru çıraların arasına kor ve kağıdı yakar (GT, s. 59) örneğindeki kor sözcüğü, Türkiye Türkçesinde ve Tatarcada kullanılmaz. Sözcük, Türkiye Türkçesinde koy-, Tatarcada ise kuy- (Öner 2015: 309) şeklindedir. Buna karşılık fiilin ağızlarda ko- şeklinde yaygın olduğu bilinmektedir.

Öte yandan Dağcı’nın Türkiye Türkçesindeki deyimleri ya da kalıp sözleri kullanırken Türkiye Türkçesine göre farklı davrandığı görülmektedir. Mesela, … arada Birge’nin yüzüne kaşları altından bakıyordu, ama Çagan Sara’dan ve Naymanlardan başka şeyler düşündüğü yüzünde okunuyordu (GT, s. 17) örneğindeki yüzünde okun- (Türkiye Türkçesinde: yüzünden okun-); Öldürmeyip de kol kesen suçlunun kolu kesilir; vücuda verilen her yara karşılığına suçluya aynı yara verilir (GT, s. 26) örneğindeki karşılığına (Türkiye Türkçesinde:

karşılığında); Çılaydı Eke ve Kargun Batır, birbiri yanında yürüdüler … (GT, s. 37) örneğindeki birbiri yanında (Türkiye Türkçesinde: yan yana) şeklindeki ifadeler, Dağcı’nın GT’de Tatarca sözcükler yerine Türkiye Türkçesindeki ifadeleri / sözcükleri tercih etmiş olsa da, yerli yerinde kullanamadığını göstermektedir.

Dağcı’nın Türkiye Türkçesindeki sözcükleri belki de sözlükler yardımıyla öğrendiği; ancak cümle içerisinde hangi pozisyonda kullanılacağını bilmediği söylenebilir. Mesela, bir ayağı ince, öbür ayağı kalın, boyunlarında şiş urlarla cüce boylu Yarkent’li Uygurlar … (GT, s. 35-36) örneğinde geçen cüce sözcüğü zaten

“kısa boylu” demekken, sözcüğün tam anlamını bilmediği için boylu sözcüğü ile birlikte kullanmış olması, O’nun tabii olarak Türkiye Türkçesindeki ifadelere tam anlamıyla vakıf olamadığına işaret etmektedir.

Dağcı’nın romanlarında en fazla dikkati çeken özelliklerden biri de özne ve yüklem arasındaki teklik-çokluk uyumsuzluğudur. Dağcı GT’de, bugün Türkiye Türkçesinde teklik-çokluk eki gerektirmeyen yüklemlerde ısrarla çokluk eki kullanmıştır:

Bütün gözler Çin elbiseli adamın yüzüne doğruldular (GT, s. 29), gökyüzünde yıldızlar ışıldıyorlardı (GT, s. 31), Gidenler gidiyor, gidenlerin yerini hemen başkaları alıyorlardı (GT, s. 49) vb. gibi.

Sonuç olarak Cengiz Dağcı’nın GT adlı romanındaki dil ve Tatarca sözcükler hakkında şu sonuçları ifade etmek mümkündür:

1. Dağcı, romandaki kişi ve yer adlarını, bilinçli olarak Tatarca ve Moğolcadan seçmiştir. Böylece ele aldığı dönemin sosyo-kültürel yapısına uygun adları kullanmıştır.

2. Dağcı, zaman zaman sadece Tatarcada kullanılan sözcüklere yer vermiştir. Dağcı’nın bu sözcükleri seçerek kullandığını, bilinçli hareket ettiğini söylemek güç görünmektedir. Zira romanın hemen hemen aynı sayfalarında hem ulan hem de oğlan sözcüğünün kullanılmış olması, Dağcı’nın bu konuda bilinçli hareket etmediğini göstermektedir. Hatta konuşmalar esnasında Dağcı’nın dilinin, farkında olmadan ana lehçesine aktığını söylemek mümkündür.

3. Dağcı’nın bazı durumlarda ise, Tatarca sözcük ve yapıları kullanmasa da, Türkiye Türkçesindeki sözcük ya da yapıları kullanmada yanlışlıklara düştüğü görülmektedir. Bilhassa Türkiye Türkçesindeki deyimleri ya da kalıp ifadeleri kullanırken, standarda riayet edemediği, ekler ilave ettiği ya da sözcüklerin yerlerini değiştirdiği anlaşılmaktadır.

4. Son olarak, Dağcı’nın bilhassa ilk romanlarını yayımlamadan önce tashih ettirmek üzere Türkiye’ye gönderdiği, belli bir süzgeçten geçtikten sonra yayımlattığı bilinmektedir. Bu çerçevede Dağcı’nın tashih için gönderdiği kopyalar, Dağcı’nın dilini ortaya koyabilmek bakımından oldukça kıymetlidir. Bu ilk kopyalar bulunup dili bakımından değerlendirildiği takdirde, ana lehçesinden farklı bir lehçe ile edebi eser bir yazarın dilindeki ve dolayısıyla üslubundaki ikilikler / düzensizlikler daha belirgin olarak ortaya konulabilir.

Kısaltma ve Kaynakça

EHMETYANOV, Rifkat vd. (2014), Türkçe – Tatarca Sözlük (Aktaran: Mustafa ÖNER), TDK. Yay., Ankara.

GT → Genç Temuçin → Cengiz Dağcı, Genç Temuçin, Ötüken Yay., 1969, İstanbul.

KTLS → Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I-II, Kültür Bakanlığı Yay., 1991, Ankara.

ÖNER, Mustafa (2015), Kazan – Tatar Türkçesi Sözlüğü, TDK Yay., Ankara.

ŞAHİN, İbrahim (1996), Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara.

TS → Türkçe Sözlük, TDK. Yay., Ankara.

KORKUNÇ YILLAR ve YURDUNU KAYBEDEN ADAM ROMANLARINDA DESPOTİZM ve DESPOT İMGESİ

Doç. Dr. Soner AKPINAR1

ÖZET

Despotizm bir halk ya da topluluğun mutlak yetkilere sahip bir zorba güç tarafından yönetilme şekli olarak tarif edilir. Birey devlet ilişkisinin özgürlük ekseninde tartışıldığı Cengiz Dağcı romanlarının hemen hepsinde despotizm olgusuna rastlanır. Sovyet Rusya’nın 19. Yüzyılın ilk çeyreğinden itibaren bünyesindeki unsurları kendi siyasal yapısına uymaya zorlaması, soykırımlar, sürgünler ve acıları beraberinde getirmiştir. Kendisi de bir Kırım Türkü olan Cengiz Dağcı, tarih sayfalarına gömülmüş gibi duran bu acıların canlı tanığıdır ve eserlerinin konusunu büyük ölçüde bu acılar oluşturur. Çocukluğundan itibaren zorbanın tahakkümüne dayanmak zorundan kalan Dağcı’nın despot imgesini en canlı biçimde sergilediği romanlarından ikisi ise Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam’dır. İncelemede öncelikle yazarın romanlarındaki karakterlerin ve Kırım halkının despotizmden sosyo-psikolojik olarak ne şekilde etkilendiği üzerinde durulacaktır. Ortaya çıkan psikolojik tablonun sonucunda ise bir despot imgesi belirlenmeye çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Korkunç Yıllar, Yurdunu Kaybeden Adam, Despotizm, Despot, İmge.

Despotizm kölelerin efendileri karşısındaki durumuna benzeyen bir halk ya da topluluğun mutlak yetkilere sahip bir zorba güç tarafından yönetilme şekli olarak tanımlanır. Günümüzde hemen her tür keyfi ya da tiranlık yönetimine despotizm adı verilmekle birlikte, daha ziyade yasa veya etkin muhalefetle sınırlanmayan yönetim biçimi için kullanılır (Cevizci, 2010, 429). Aristo’dan bu yana terim, halkın çıkarlarından çok yönetici mutlağın çıkarlarını esas alan yasadışı yönetim biçimini ifade eder.

Kırım halkının sürgünler ve İkinci Dünya Savaşı’nda çektiği acılara yoğunlaşan Cengiz Dağcı’nın romanlarında despotizm, totalitarizm ve militarizmle bir arada düşünülür. Korkunç Yıllar romanı, yazarının Dünya Savaşı’nda Almanlara esir düşmesinin ardından bizzat kendi tanık olduğu gerçekliklerden izler taşır. Bu yönüyle eser son derece önemlidir. Diğer taraftan tarihî bir gerçeklik olarak II. Dünya Savaşı’nın konumuz olan despotizm yanında totalitarizm, faşizm, ırkçılık, soykırım vb. olguların maalesef en çok yaşandığı dönem olması eserdeki gerilimi bir kat daha artırır.

Cengiz Dağcı bu romanında bireyin despotun edimleri karşısındaki çaresizliği, zavallılığı ve güçsüzlüğü yanında iradesiz biçimde despotun hegemonyasına kapılmasını sorgular. İnsanların neden despotlaştığı, despotu var eden sebeplerin neler olduğu ve asıl olarak neden büyük toplum kesimlerinin despotun yanında yer aldığını anlamaya çalışır ya da en azından okurda böyle bir soru işareti oluşur. Almanya’da Hitler’in, İtalya’da Mussolini’nin, Rusya’da Stalin’in birer zorba olarak ortaya çıkmasından çok onları milyonlarca insanın belki de

1 Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü, sonerakpinar06@hotmail.com

liderlerinin bile beklemediği şekilde bağlanıp takip etmeleri düşündürücüdür. Nazizmin milyonlarca Alman tarafından teveccüh görmesi esas sıkıntıyı oluşturur.

Kendisi de Nazi Almanyasından kaçmak zorunda kalan Freud takipçilerinden psikanalist Wilhelm Reich

“faşizmin orta sınıf insanının kişilik yapısının siyasal yönden örgütlenmiş anlatımı olduğunu söyler. “Kişilik-bilim açısından bakıldığında faşizm makineci buyurgan uygarlıkla onun makineci gizemli öğretisi tarafından ezilen insanın temel coşkusal tutumudur. Faşist partiler insanları makineci mistik yapmamakta, tam tersine insanların bu özelliği faşist partileri doğurmaktadır” (Reich, 1979, 10). Buradan faşist ve despot eğilimin insanın doğasında var olduğunu ve güçlünün güçsüzü ezmekte kendisinde doğal bir hak bulduğunu söyleyebiliriz. Ne var ki insan her ne kadar fizyolojik tarafı ağır bassa da çift yönlü bir varlık olarak duygulara da sahiptir. Ahlâk ve yasalarla güçsüzü ezme güdüsünün önüne geçmeye çalışır. İşte Dağcı romanının ana kahramanı Sadık tam da bu çelişkilerin ortasında, aslından hiçbir dahlinin olmadığı, hiçbir şekilde aktörü olmak istemediği bir oyunun içinde belirir.

Eserde bir Kırım Türk’ü olarak Sadık’ın Rus ordusu içinde Almanlara karşı savaşa girmesi başlı başına bir ironidir. Orduya girerken Rus despotizmi ona seçme şansı vermemiştir. Kendisini doğal bir sürecin sonunda doğal bir kabulleniş içinde Rus ordusunun içinde bulur. Adeta varoluşsal bir ifadeyle Rus ordusunun içine atılmıştır. Zaman zaman belli belirsiz içinde bulunduğu mevcut hâli sorgulamaya ve milletine ve geçmişine dair anılara sığınıp ayakta kalmaya çalışsa da sonuç itibarıyla Rus Ordusunun içindedir ve Almanlara karşı savaşmaktadır. Neticede kaçacak bir yeri de yoktur ve kendi davası olamayan bir savaşta hem de subay olarak yer almaya mecbur edilmiştir.

Sadık’ın esir düştükten sonra yaşadıklarının anlatıldığı, “Korkunç bir hayat başlamak üzere” (s.117) diye başlayan romanın ikinci bölümünde despotizmin insan onurunu ayaklar altına alan en aşağılık hâli sergilenir.

Birinci bölümde her ne kadar kendisinin olmayan bir savaşta yer alsa da yazar tarafından ara ara destansı bir biçimde cenk ederken resmedilen Sadık, bu bölümle birlikte iyice pasifleşir. Çünkü artık yanında savaştığı despotun değil, karşısında savaştığı despotun elindedir. Sadık’ın Almanlara ilk esir düştüğünde Alman askerin kendisine “Bolşevik” ve “Ruski” diye seslenmesi karşısında Sadık’ın sessiz kalması tam da bu duruma işaret eder (s.112).

Romanın ikinci bölümü esir kampında başta Yahudiler olmak üzere çeşitli halklardan insanların sonu çoğunlukla ölümle biten çilesine odaklanır. Sadık da dâhil olmak üzere esirlerin çoğu çektiği eziyet karşısında ölümü tercih eder. İşkencelerin, açlığın, susuzluğun, hastalıkların sıradan karşılandığı bu ortamda yaşama tutunmak için hiçbir sebep yoktur. Yıllar sonra bile hafızasından asla silinmeyen esirlerin “Dante’nin cehennemini aratmayan” (155) görüntüsünü Sadık şöyle resmeder: “Ağızları açık, sarı dişlerini görüyorum; sinekler dudaklarından ağızlarına giriyor. İnsan oldukları yalnız fersiz gözlerinden belli. Hareketsiz, hissiz yatıyorlar.

Kımıldanmıyorlar bile. Her biri eceli bekliyor, ecelse daha gelmiyor. Ama gelecek. Belki bu gece gelir, belki de yarın… Ama o insanların ölüme ihtiyaçları var gibi” (s.131). Dağcı’nın romanında esirlerin kaderleri kendi omuzlarında ölüme yürüyüşleri, İsa peygamberin ölüme giderken kendi sırtında çarmıhını taşıması gibidir.

Yaşamak için mücadele etme ve ölümden kaçma güdüsüyle donanmış olmasına rağmen despotun baskısı altındaki esirler için ölüm bir kurtuluştur. Buradaki imge robotlaşmış, mekanik birer aygıta dönüşmüş insanların yavaş yavaş ölüme doğru ilerlemeleridir.

Romanın ileri sürdüğü tezlerden birisi de zorbanın zulmünün zulüm görenler tarafından bir noktadan sonra kabullenilişidir. Örneğin kendilerine arada verilen ekmeği dört beş eşit parçaya bölüp mutlak bir kabullenişle

“hayvanlar gibi” (s.145) gizli gizli yemeleri, kendilerine ekmek atana “gene at” (s.147) diye bağırmaları sonunda her ne şekilde olursa olsun öleceklerini bilmelerine rağmen bu kitleyi güce karşı örgütlenmeye sevk edemez. Aynı şekilde Sadık da keyfi için kendisine yüzlerce kez kerpiçleri indirtip kaldırtan Alman askerinin başına fırsatı olmasına rağmen kerpiçlerden birini indiremez (s.148). Dağcı, zulmü kabullenişte paradoksal bir yapı bulur. “Rus milletinin de, başka milletlerin olduğu gibi, kendisine has bir karakteri vardır sanırım. O da kendininkinden üstün duyduğu bir kuvvetin önünde hemen dize gelmektir. İki haftalık esirliğimde, istilaya uğrayan, yanan memleketten söz açan esire rastlamadım. Tam tersine, kendilerini yenen ve ezenleri sevmeğe hazır görünüyorlardı” (126).

Oldukça dikkat çekici bu sözler bizi romanda onlarca kez dile gelen “korku” sözcüğünün antropolojik kökenine götürür. Jung, kurban ritüelinin tanrısal mutlak gücün öfkesini çekmemeye çalışan ve ondan korkan insanın güce yaranmaya çalışma ediminin bir sonucu olduğunu belirtir. Benzer şekilde esirlerin aslında kendisine zulmetmesine rağmen güç yanında konuşlanmasının sebebi de korkudur. Yıllar sonra otel odasında bile anıları gözünün önünde canlandığında Sadık’ın yeniden hissettiği ilk duygunun korku olması, bu duygunun ne denli güçlü olduğunun işaretidir (s.148). Dağcı güce bağlanma ve ona itaat etme olgusunu en net biçimde esirlerin serbest bırakılacağı söylentisinin yayılmasının ardından Almanlar şerefine naralar atan esirlerden bahsederken çizer. Doğal hakkı olan özgürlüğünü elinden alıp yeniden veren gücün öfkesini çekmemeye çalışır. Esirlerin attığı naralar aslında kurbanlarıdır. Savaşın bitiminde Alman esaretinin bitmesinin ardından onları Rus idaresinin bekliyor olması ise bir paradokstur. Şimdilik mevcut mutlak gücün öfkesini çekmemek esastır, diğeri sonra değerlendirilmeye alınacaktır.

Romanın bir yerinde esirler bir kamptan diğer bir kampa götürülürken hâllerine acıyan bir Ukraynalı kadın esirlere yiyecek atar. Bunu gören Alman askerin kadını öldürmesinden sonra esirler kadının ölüsünün yanından hiçbir şey olmamış gibi bakmadan geçip gider. Halbuki kendilerini aslında ölüme götüren bir güç olduğunu bildikleri hâlde bu güce karşı gelmeksizin ölüme gitmektelerdir. Bir başka deyişle kaybedecekleri hiçbir şey olmamasına rağmen pasiftirler. İşte bunu sağlayan despotun hegemonyasıdır.

Aynı davranış biçimini Sadık da sergiler. Kendisinden çizmelerini almak isteyen güçsüz bir Romanyalıyı öldüresiye döver ama hemen ertesi gün çizmelerini alıp giden Alman askere bir şey bile diyemez. Bu olgu bize yukarıda bahsettiğimiz faşist eğilimin insanın doğasında var olduğu sorusunu da düşündürtür. Romanyalının zayıf zannettiği Sadık’tan çizmelerini çalmaya çalışması aslında potansiyel olarak herkesin güçsüzü ezme güdüsüyle donandığına göndermedir.

Despotun hegemonyası tahakküm altındakinin nesnel bakabilme yetisini de ortadan kaldırır. Örneğin baskı kurduğu topluluğun kendisi gibi düşünmesini sağlayabildiği için Yahudi olmayan esirlerde Yahudilere karşı bir düşmanlık oluşturmayı başarır. Hayatında hiçbir Yahudi tanımamış insanlar Yahudilerden nefret eder.

“Yahudiler temizlenmedikçe Dünya rahat etmeyecek… İnsanlığın en büyük düşmanı Yahudiler…” (s.208) tezini kendi halkına doktrine etmesinin ötesinde SS., gariptir ki kendileri de birer esir olan diğer milletlerden insanları da buna inandırır. Bunun için esirlerin bütün bir gün boyunca Almanların Yahudi öldürmelerine ses etmemeleri bir yana, esirlerden birini daha Yahudi olup olmadığını bile bilmedikleri hâlde “Gebertin Yahudi’yi!... Boğazlayın!

Öldürün!.. Kurtulsun Rusya. Çektiklerimiz hep Yahudiler yüzünden. Gebertin Yahudi’yi!...” (s.170) naraları arasında öldürürler. Kısaca despot, kitlesinin algılama sistemini bozabilmektedir. Buradaki motivasyon bizi bir başka gerçekliğe daha götürür. O da mutlak erkin insanları temel, nesnel ihtiyaçları için yaşamaları gereğinden uzaklaştırıp kavramsal gerçeklere ve ideallere inandırmasıdır. Öyle ki esir kampında Alman askerin berbat olduğu için çorbayı içmemesi üzerine Sadık’ı sırf çorba içmediği için “Almanlara karşı olmakla suçlayıp” (s. 121) dövmesi ile esirlerin uydurulmuş ve inandırılmış bir ideal üzerinden aslında kendi safında olan Yahudi’yi öldürmeleri arasında fark yoktur.

Korkunç Yıllar’da despotun insan iradesini ve varlığını hiçleştirmesine dair bazılarını yukarıda andığımız onlarca sahne vardır. Bütün bir gün boyunca Yahudilerin öldürülmesi (s.141), haftalarca yemek verilmemesinin ardından caz dinletilmesi (s.144) vb. gibi… Bunlar okuyucuda belirli bir Alman ve despot imgesi oluşturmaya yetebilecekken Dağcı, zaman zaman Sadık’ın ağzından bu imgeyi başka bir boyuta taşıyacak sözler dile getirir ki bunlar genellikle Almanları vahşi bir hayvana ya da yaratığa benzetir. Roman boyunca “Almanların korkunç vahşi sesi” (s.160), “Alman askerlerinin gözleri ateş saçıyordu” (s.166), “Almanlar sessiz birer heykel gibi duruyorlardı”

(s.206), “Şults da bütün Almanlar gibi olmuştu. Kaşları çatılmış yüzüne bir korkunçluk gelmişti” (s.208), “Alman askerleri av köpekleri gibi havlıyorlardı.” (s.208), “Bu herifi (Alman) Darwin görebilmiş olsaydı insanın maymundan değil, domuzdan geldiğine inanır” (s.222) vb.

Son söz olarak yukarıdaki ifadelerin bütününden çıkan ve romanın derin yapısında beliren imge güçlü bir hayvan (despot) karşısında duvara sıkışmış kedi gibi bir güçsüz hayvanın (esir) çaresizliğidir. Duvara sıkışmış bir kedi tüylerini kabartarak güçlü görünmeye ve düşmanını korkutmaya çalışırken buradaki güçsüz, çaresiz bir biçimde yenilgiyi kabul etmiş ve avcısının kaderini tayin etmesini beklemektedir. Boşlukta salınan iradesi despotun tayin ettiği yerde zemine oturacaktır.

Kaynakça

CEVİZCİ, Ahmet (2010), Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayıncılık, İstanbul.

DAĞCI, Cengiz (2016), Korkunç Yıllar, Ötüken Neşriyat, İstanbul.

REICH, Wilhelm (1979), Faşizmin Kitle Ruhu Anlayışı, (Çev.: Bertan Onaran), Payel Yayınevi, İstanbul.

YANSILAR’DA SÜRGÜNLÜK